Bunlar da mı insan?

Özgür AMED
Primo Levi bir kimyager idi. Hatta esir edildiği kampta da kimyager olarak bir süre çalıştırıldı. Levi, 31 Temmuz 1919 yılında laik ve liberal bir ailenin çocuğu olarak Torino’da dünyaya geldi. Torino Üniversitesi’nde kimya eğitimi gördü. 1943’te anti-faşist bir partizan gruba katıldı. Henüz 24 yaşındayken (1944) Kuzey İtalya’da faşist rejime karşı direnişe geçmesi yüzünden arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı ve bir milyondan fazla insanın katledildiği, Nazi Almanyası tarafından II. Dünya Savaşı döneminde kurulmuş en büyük zorunlu çalışma ve imha kampı olarak bilinen Auschwitz toplama kampına gönderildi. Levi kamptan sağ kurutlanlardan biridir. O içerideki Almanları anlatmadı, bizzat kendisini ve kendisi gibi olanları anlattı. İçeride gerçekte nelerin olduğunu anlatmayı seçti ve onlarca şey yazdı. Nazi toplama kamplarında yaşadıklarını anlattığı çarpıcı özyaşam öyküsel yapıtlarıyla ünlendi.
Kamptan çıktıktan sonra, çok geçmeden, 1947 yılında ilk kitabını yazdı. Auschwitz’den döndükten sonra, Tanrı’ya olan inancını kaybetti. Ona göre, eğer tanrı olsaydı, bütün bu insanlık dışı olayların yaşanmasına izin vermezdi. Bütün dünyanın gözleri önünde bunlar yaşandı ve kayıtsız kaldı herkes. İşte bu sebep onu yazmaya itti. İlk kitabının adı “Bunlar da mı insan?” idi… Kampta neler olduğuna dair ilk nesnel anlatılardan birine dönüştü. İşkenceler, sistemin vahşeti ve kurban edilenlerin yaşadıklarına dair önemli tanıklıklar aktardı.
Levi kitapta bir yüzleşme yaşıyor. Gayet soğukkanlı bir anlatımla yaşamın yaşamaya ve bazı şeylerin neden anlatmaya değer olduğunu vermeye çalışıyor. Tabi “Kampta, neden yoktur” diyerekten… Kamp, her şeyin yasak olduğu, tasarlayan ile içine alınan açısından bambaşka evrenlere denk gelen bir alan. İnsanın insandışılaştırılmasının amaçlandığı bir mekân. Levi’nin deyimi ile “Yaşı, dili, kültürü, geleneği, kaynağı birbirinden tümüyle ayrı binlerce kişiyi tel örgüler arkasına kapat, onları değişmez denetlenebilir, hepsi için aynı olan ve tüm standartların altın düşmüş bir hayatı sürdürmeye mahkum et.”
Levi ilk kitabında yaşamanın anlamı için duyulan inanç, insanın etindeki bütün sinirlere kök saldığını ve anlamsız insan yaşantısı yoktur ve her yaşantı incelenmeye değer diyor. Bunları diyen Levi 1987 yılında intihar etti. Kendini merdiven boşluğuna bırakarak aramızdan ayrıldı.
Levi ve ilk kitabını ha tırlamama sebep olan şey, Erdoğan’ın Pazar günkü (3 Haziran 2018) Amed konuşmaları idi.
Aşağılamanın tüm tonları, adeta suç makinesine dönmüş gibi davranmalar, yaşamı ve soluk almayı onlara borçlu olduğumuz hissi, her şeyin izninin ancak onların elinden olabileceği bir öznellik hali, varlık olarak ‘şey’ olmaktan çıkamamış bir kamp insanı duygusu…
Yalanlar, göz göre göre inkarlar. İnsanın aklı almıyor hakikaten. Bunun bu kadar rahat olabiliyor olmasının sebebi, ülkeyi aslında kampa çevirmekle ilgili. Çünkü kampta neden yoktu! Sadece yasak vardı. Ve burada egemenin, sahiplik duygusu ile yaşayan açısından herhangi bir tutarlılık fikri akla gelmez, gelemezdi.
Neymiş Kürt sorunu çözülmüş, ayrımcılık yokmuş, evlerimizi biz kendimiz yakıp yıkmışız. Burada basit bir manipülasyon yok; mevcut algıların geldiği son nokta var. O anlamda ahlak-vicdandan dem vurmak basit bir oyalanmaya dönüşüyor.
Abraham Lincoln “Herkesi bir defa, bazılarını her zaman aldatabilirsiniz ama herkesi her zaman aldatamazsınız” diyor. 24 Haziran’ın bu gerçeğe varması ve artık bunun bir son bulması dileği ile. Çünkü ortada koca bir soru var: Bunlar da mı insan?
