Çığrından çıkmış bi dünya


Çözümleyemediğimiz her durumda kullanırız bu deyimi: Çığrından çıkmak. Sözlüğe göre bir işin amacından saparak, düzeltilmesi güç bir durum alması. Bazı sözlükler “azıtmak” diye argoya sapmış. Bu “çığır” hem açılabilen bir şey hem de abartılırsa içinden çıkılması zor bir şey.
Çığır, patika, yol demek. Yürümek demek. Yürürken yeri bellemek, sertleştirmek...
Yoldan çıkmış olma halidir, çığrından çıkmak. Eni konu hatları olan bir şeyden sapma ya da...
***
Eduardo Galeano, Türkçe’ye “Tepetaklak” diye uyarlanan kitabında, çığrından çıkmış bugünden söz ediyor. 1998’de kaleme aldığı kitabı milenyumun altın çağının insanı önce insan olmaktan çıkardığını, ardından bu kontrolsüz yaratığın her türlü ahlaktan soyunarak egemen sistemi yarattığını anlatıyor. Ve ekliyor:
“Doğa ve insan haklarını en çok ihlal edenler hapse girmez. Çünkü onlarda cezaevlerinin anahtarları vardır.”
Gördüğümüz gibi bir “kayırma-kollama” haliyle, bazı insanların çığrından korkusuzca çıkma gibi lüksleri var. Çığrından çıkan ya da yerleşik kuralları ihlal eden birinin cezasını cezaevinde çekmesi gerektiğine hükmedilir. Ama birileri ısrarla çığrından çıkıyor, buna rağmen herhangi bir yaptırımla karşılaşmıyor ve üstelik olması gereken yerin anahtarlarını cebinde taşıyorsa, başka birileri daha çığrından çıkmıştır: Kural ya da yasa koyucular!
Bu sistemin içinde kalan diğerleri ise artık birer rehinedir. Sistem rehineleri arasında en kötü durumda olanlarsa çocuklar... Toplum onları dinlemiyor ve anlamıyor. Kendileri için açılan bir “çığır” vardıysa da artık izleri belirsiz. Yürünebilecek bir hali yok. Hayatın ne olduğunu anlamaları için saatler boyu kıçını kaldırmadan elindeki telefon ya da tablet ya da bilgisayarda kalmaları gerekiyor. Bu gelecekte her şeyin sandıkları gibi güzel olmadığını düşünenlerin “şanslı” olduğunu düşündüğümüz çocukları. Korkuya hapsedilen çocuklar... Yolu sistem tarafından kasten silinmiş olan “öteki”lerin çocuklarının ise açlık, yoksulluk, yoksunluk gibi bilişim diyarından uzak üç altını var. Bu üçlünün kıskacındaki çocuklar öldürülür, tecavüze uğrar, boktan işlerde çalıştırılır, aileleri tarafından bir akşam yemeği için satılır... Yaşadıkları şeyin ne olduğunu tam olarak öğrenemeden, küçücük bedenlerine yetişkinler tarafından çizilen bir çığırın içinde doğar ve ölürler.
Rabia Naz yeterli mi? Öncesinde Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol ve onları takip eden binlerce çocuk... Adaletsizliğin başlangıç ilkelerini bu çocuklar yazdı. Temel ilkelerde ise tüm toplumun sorumluluğu belirleyici.
Devlet yoksullara hapishane ve kurşunlardan bir “çığır” açtı. İtirazı “şiddet”le ilişkilendirdi ve en soldan en sağa hemen tüm toplumu da ikna etti: Şiddet sadece yoksulların yediği bir meyvedir. Bundandır ki, Kürtlerin hak talepli itirazları toplumun hep “ikna edilmek zorunda kalan” kesimi tarafından bir şiddet eylemi olarak algılanıyor. Devlet çığrını böyle açıyor, o kesim bu çığırdan kolaylıkla geçiyor. Arada sırada çığrından çıkanlar oluyorsa da, kaybetmekten korktukları üzerinden tehditle yeniden yola/hizaya getiriliyor.
Özcesi...
Tüm refleksini sosyal medyada tüketmemiş, sokağa da kendini taşırabilen bir “sol” anahtarımız olmadığı için gerçekten yalnızız dostlar. Sol bellek, anma günleri dışında yolumuzu yoklamıyor. Kırık bellekle de bizim atacağımız adımlar sayılı. Kendi çığrımızı çizip, adımlarımızla toprağı sertleştirmedikçe başkaları için sağa sola bakmanın ömrümüze ömür kattığı yok.
Çocuklarımız ölmeye devam ediyor çünkü...
