CİHAN ERDOÐAN: Yeraltından parlayan ışık

Çapanın, gemisini bekleyen çapanın
Altında, toprak başlar ya, sonra da
Maden. Az önce çökmüş madenin altında,
Lamba söndükten sonra yıkılmış tavanın
Ve duvarı tutan kalasın altında
Tek başınaydı yaralı işçi, karanlık
Yok etmiş gözlerini ama
Kendindeydi daha, ufak bir güneş,
Dünyanın en ufak güneşi,
Çocukluk gibi, düşüncesiz kuşlar gibi,
Duydu demir aldığını geminin
Gürültülerle.
Ve yukarda,
Uzak bir göğün altındaydı deniz,
Bulutlar, martılar ve deniz.
Melih Cevdet Anday
Muzaffer Oruçoğlu’nun Grizu romanının 4’üncü cildi geçtiğimiz günlerde Babek Yayınları’ndan çıktı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet dönemini de kapsayan uzunca bir tarihsel dönemi 4 ciltlik romanda toplayan Oruçoğlu, Grizu 4’te daha çok cumhuriyet dönemindeki maden işçilerinin dramlarını anlatıyor.
Sahafları, kitapçıları turlayıp maden romanları araştırayım dedim. Birkaç ince kitaptan başka bir şeye rastlayamadım. Birçok şiir, türkü ve filme konuk olan maden işçilerinin dramlarını anlatan kapsamlı bir romanın şimdiye kadar çıkmamış olması düşündürücü.
Emile Zola’nın Germinal’i Fransa’nın maden tarlası olan Metz yöresinde geçer. Oruçoğlu ise, gezindiği Kürt coğrafyası ve 14 yıllık zindan yaşamından heybesine doldurduklarıyla haliyle daha çok Karadeniz havzasını ele alıp, neşterini Zonguldak, Kozlu, Üzümlü civarında maden işçilerinin yaşadığı dramlara indiriyor. Grizu’ya nasıl başladığını şöyle anlatıyor: “1971’de, Siverek’in, domuz damlarını andıran bağ evlerinde kitap okumayı, uyumayı seviyordum. Dêrsim’de girdiğim her mağara, bana maden ocağını çağrıştırmıştır. Nedendir bilmiyorum. Hayatımın çok büyük bir bölümü, tek başına odalarda geçtiğinden dolayı mıdır? Madencilerin yaşamını yazma fikri, asıl ne zaman geldi aklıma? 1973’te, Selimiye Cezaevi’nde, Türkiye işçi sınıfının doğuş, gelişme ve mücadele tarihini yazmaya karar verdim. Maltepe, Mamak ve Niğde cezaevlerinde, bu amaç doğrultusunda çaba sarf ettim. Yaklaşık beş yüz kitap sayfasını aşan bir kitap hazırladım. Derken 12 Eylül geldi. Bu kitabı bastıramadım.”
Onun birkaç kitabı gibi bu kitap da zindan hengamesinde kayıplar hanesine katılmıştı. Anlaşılan o ki, madenkeşlerin dramı da uzunca bir sürgün döneminden sonra aşikar olmaya başladı. Oruçoğlu Newroz’da Kürdistan coğrafyasının dağlarını, taşlarını, mezralarını didik tararken Grizu’larda da platosunu Karadeniz havzasına iyi kurmuşa benziyor. Romanın derinliklerine indikçe ağır ruh üşümeleriyle siz de yerin bilmem kaç kat altında uğuldayan seslerin içerisinde buluverirsiniz kendinizi.
“Baş yukarıdan aşağıya inin. Yavaş inin. Ali Basar’ı izleyin, Murtaza’yı izleyin. Tabandan tavana kadar tuzak kurmuşlar. Gamalarla yolu kapatmışlar. Yere bakmayın. Yukarı bakın. Şeş beş kapaklara dikkat edin. Beşinci kapağı geçin, altıncı kapağın altında durun. Kuduz Haydar’dan sakının. Korkmayın, dik durun. Kapağın üzerinden, korktuğunuz karanlığa perde çekin. Öyle yapmayın, çürük direk diplerinden enlemesine, tavana gamalarla korunma perdesi yapın. Yapmazsanız, koca kayalar, yukarıdan sökün eder, postanın altında kalırsınız.”
“Kitle, cesedin yöresinde acıyla uğulduyor, dönüp duruyordu. Bağırmaktan ve ayakta durmaktan yorulan Abbas, Gülşah’la birlikte kenara çekilmişti. Cuma ise, harekete başlamak üzereyken, ‘Beni Kozlu’ya götürün’ diye ısrar eden, Hurşit’in babası Cemal’i getirmeye gitmişti.
Baca ağzında durduğu için, ocak içine doğru şiddetle esen soğuk havanın etkisiyle sürekli öksüren, Çaycuma’nın Dereközeler köyünden Hasan Baba, ‘Bizi ters dönüşe düşürdüler. Bizi öldürdüler, dağılmayın!’ diye bağırdı.
‘Toparlanın!’ diye tekrar bağırdı. ‘Bunlar bizi öldürmeye gelmişler! Depoyu basın, dinamit getirin!’”
Yaşar Kemal bir söyleşisinde “Bir yanım Terekeme, palavra gücümün mayalandığı yer galiba buralar” demişti. Oruçoğlu da has bir Terekeme: “Çocukluğum hep yaşlılarla konuşmakla geçti. Kolhoz başkanıyken kaçtığını söyleyen İse Kişi’yi, Fuzuli ve Hayyam hayranı Yahya amcayı, Rus ve Fransız romanlarının sürekli okuyucusu ve hayranı Musa’yı, yolunu hayal yordamıyla bulan, 90 yaşındaki Serdaroğlu’nu ve diğerlerini, biraz aşağıda oturarak, yukarıya doğru, kocaman bir kurbağa bakışıyla dinledim hep. Serdaroğlu’nun ağzından halsiz ama saf, pırıl pırıl sözcükler çıkıyordu. Ekim Devrimi’nden kaçışın hikâyelerini, hayalin ve renk keşmekeşinin gücünü dinledim ondan. Sınırın ötesinde, Kafkas dağlarında, öldürdüm dediği insanlardan daha sonraları mektuplar geliyordu.”
Romanın beslendiği kaynağın bel kemiği ayrıntı olsa gerek. Ayrıntı avcılığında Yaşar Kemal’le bir benzerlik var mı, bilmem. Zaten bu tür kıyaslamaların da anlamı yoktur. Zamanının aydını elindeki ışıkla karanlığın böğrüne ne kadar dayandığıyla birlikte değerlendirilir. Daha geçtiğimiz aylarda Karabük’te çöken maden ocaklarında onlarca madenkeşin hayatını kaybettiğini ve halen birkaçının naaşlarının da bulunamayışını düşününce Oruçoğlu’nun Grizu’ları daha iyi anlaşılır.
Oruçoğlu, kaleminin ucunu sivrilterek sistemin çürüyen, kokan yanlarını romanlarında ustaca anlatmakla kalmıyor. Gün oluyor ki, eline aldığı fırçasıyla da romandaki renkleri, keşmekeşlikleri, uğultuyu tuale taşıyor. Oralarda da durmuyor, iyice mugallitleşip elinde kazmasıyla madenkeşi bronz bir heykele de dönüştürüyor. Şiir, roman, deneme, resim ve heykelleriyle ortalıklarda sessiz sedasız asüde bir şekilde gezinip duruyor.
Neyse, bizim konumuz Grizu 4...
“‘Durun orda, deprenmeyin, grev başladı!’ diye bağırdı Şaban dayı.
‘Buradan çıkamazsınız,’ dedi Demirtaş Emmi. ‘Ankara’dan Bakanlar gelinceye kadar buradasınız! Sabrımızda mecal kalmadı!’
İşçilerin, binayı kuşatıp, Ayazoğlu ve mühendisleri, kıpırdayamaz hale getirmeleri, Kilimli’yi iyice hareketlendirdi. Hurşit’le Bartınlı Ömer’in de içlerinde bulunduğu yüz elli kadar işçi, yazıhanenin yanındaki lambahaneye yöneldi. Kapının önünde, şefler, üst madenciler, çavuşlar ve nezaretçilerden oluşan, bir grup beyaz şapkalı vardı. Bunlar ateş edeceklermişcesine, ‘yaklaşmayın,dağılın !’ diye işçileri ikaz edince, kalabalık çılgınlaştı. Madencilerin pırasa bıyık dedikleri Dağköylü kazmacı Ahmet eğildi, yerden bir çakıl aldı, dağılın diyenleri, güçlü bir iç istihza ve alaysamayla süzerken, ‘Benden iş geçti gayri,’ diye mırıldandı. ‘Benim saatim onbir buçuğu çalıyor. Yaşlandım. Bir tabanca verin de, bunlardan birkaçını...’
Yirmi beş metre uzunluğundaki lambahanenin önünde üç kamyon dolusu çakıl vardı. Düşüncelerinin ateş gibi ışıldayan meymenetsiz özünü, olaylardan tamamen kopuk duyumlarla, yoktan var eden Kazmacı Ahmet, çakılını galiz bir küfürle birlikte, beyaz şapkalılara doğru fırlattı. Çakılı diğer çakıllar izleyince, lambahane bir anda çakıl yağmuru altında kaldı. Binanın çinko çatısından yükselen ses, beyaz şapkalıların paniğini ve kaçışını hızlandırdı. Grevciler, lambahanenin kapısıyla ocak girişini, kaş göz arasında tuttular.
‘Haberleşme hatları var, hatları koparın!’ diye bağırdı Hurşit.
Karanlık çöküp saat yediye geldiğinde grevcilerin sayısı bin beş yüzü bulmuştu. Haberi duyan aileler, Kilimli’ye akın etmiş, grev sahası kalabalıklaşıp karınca küresine dönüşmüş, kaynayan bu kürenin ruhu, her bir karıncanın ruhu haline gelmişti. Şimdi bu ruh, içten içe kızışan ve büyüme eğilimi gösteren bu mahşeri güce egemen olmaya çalışıyordu.”
Direniş, yenilgi ve mağlubiyetlerle dolu Grizu 4, yeraltındaki uğultuyu tarihten günümüze taşımaya çabalıyor. Sayfaları çevirdikçe elleri kazmalı, avurtları çökmüş, tulumları yağ, pas içindeki işçiler ve hatta zorla çalıştırılan çocuk işçilerden birisi de siz oluyorsunuz. Yeraltında, bilinmez dünyada, uğuldayarak ölenlerin yanlarında ölerek sizler de çoğalıyorsunuz. Grizu romanları tarihten günümüze doğru hepimizi sonucu belirsiz bir yolculuğa çıkarıyor. Okuyup kendi tarihimizle yüzleşelim. Ne diyeyim, ışığın bol olsun, Oruçoğlu.
