Düşünceden kaçanlar ve düşünmekten kaçanlar
Abdurrahman AYDIN yazdı —
Başlıktan da anlaşılacağı üzere, bu metin bir ideoloji eleştirisi metnidir. Bir şeyin bizim için düşünülebilir olmasıyla, bir şeyin bizi düşünebilir kılması arasındaki boşluğa yerleşmek ve bu konumdan söz almak, ya da başka söz söyleme konumlarına karşı bu yok-yerin bir konum olarak çıkarılması… Bir yok-yeri alıp o yeri mekânsallaştırmaktan söz etmiyorum; mekânı kuran ama kendisi mekân olmayan bir yere yerleşmekten, oradan bakmaktan söz ediyorum. Sözümüz lâmekândan içeriye aksın diye…
Bu konum, öyle sanıyorum ki, varlık ile dilin neredeyse özdeş olarak algılandığı günümüzde, bize, siyasi olarak örgütlenmiş bir varlığın, merkezi hep boş kalmak zorunda olan siyasal ontolojinin sunduğu düşünme çerçevelerinin, yani siyasi bir biçimde varlığa getirilmiş bir varlığın dilinin dışına çıkabilme imkânı verecektir. Ama bunu kavramla, düşünmeyle yapmak gerekiyor; yoksa bir tür esriklik peşinde koşarak, “görü” sağlayan bu ufkun kendisini mistikleştirmek ve ideoloji(k)leştirmek yoluyla değil. Bu ufuk, bir yandan ufuk olmayıp da ufuk taklidi yapan her türlü görme tarzını parçalayıcı bir güce sahipken, öbür yandan da başka türlü bir “hukuksal biçim”in imkânını değil, hukuk dediğimiz şey artık neyse onun, sürekli yaratılan bir şey olduğunu görmemize olanak verir. Sürekli yaratılan bir şey olması bakımından hukuk, bizi sabitlenmiş ilkeler bağlamında bir hukuk düşüncesinden kurtarır. Başını bilemediğimiz, sonunun nereye varacağını kestiremediğimiz, ama önümüzde olana baktığımızda ancak “karar” yoluyla edimselleşebildiğinin bilincine varabildiğimiz bir alan…
Hukukun ancak “karar”da ortaya çıkabildiği düşüncesi ise içinde yaşadığımız “modern hukuk devleti” biçiminde örgütlenmiş bir varlık tarzının sunduğu görme biçimlerinin parçalanması sonucu ortaya çıkabilecek bir sonuçtur. Demek ki karar, hukuksal bağlamda, bir süreçle birlikte ya da sürecin içinde düşünebildiğimiz bir konu değil; ancak bir sonuç olarak elimize geçirebildiğimiz bir fikirdir. Hukuksal bağlamda bir sonuç olarak beliren şey, başka bir bağlamda, siyasal bağlamda ise her zaman bir başlangıçtır. Yani aslında ilkeyi yaratan şeyin bizzat kendisidir ‘karar’. Öteki haliyle karar fikri, düşünceden kaçar; ancak bir değerlendirmenin -kimi felsefecilerimizin savruldukları bir bağlamı düşünürsek- bir “doğru değerlendirme”nin konusu olarak belirir.
Namuslu bir tutum, kişinin, sahip olduğu potansiyellerle, düşünme aygıtlarıyla ve bu aygıtlar içerisinde düşündüğünde, bunun kendi düşüncesinden kaçmakta olduğunu beyan etmesidir. Ama “ideoloji” öyle bir şeydir ki ondan en uzak olduğumuzu sandığımız anda yakalar bizi. Böylelikle düşünceden kaçan şey, aslında bizi düşünmeye davet ederken, ideolojik biçimin katmanları arasında gezinmeye başlarız. Yani onun düşüncemizden kaçması, bizi düşünmeye değil, düşünmekten kaçmaya yöneltir. Adeta düşüncemizden kaçan şeyden öç alıyoruzdur: “Sen benim düşüncemden kaçarsan, ben de seni düşünmeyi bırakırım.” Anlamak için kullandığımız birtakım kavramsal şemalar, olan biteni açıklayabilmek için kullandığımız birer aygıt olan sosyal bilimler, kendilerine ve aslında kendileri dolayımıyla kendimize yönelik birer öz-tapınma konumuna çekildikleri anda, “hakikat” elimizden kaçıp gidiyor.
Erdem adına beliren bir konum, pek çok meseleyi ahlaksallaştırırken, zaten gözden kaçıp gitmiş bulunan ‘egemen karar’ sorununu da iyice görünmezliğe itiyor. Oysa özellikle de son zamanlardaki ‘çatışmalı’ hal bir ahlak sorununa değil bir “varlık” sorununa, hukuksal bir soruna değil siyasal bir soruna işaret ediyor. Sorunu ahlaki ya da hukuksal bir sorun olarak konumlandırmaya dönük çabalar, bir tür mitleştirmedirler. Mitleştirme, hakikatten kaçmadır ve burada kendilerine sosyal bilimci diyen onlarca insanın bizzat bilim dedikleri şeyi nasıl da mitik bir eksene kaydırdıklarıyla yüz yüze geliyoruz. Elbette bilim bir mit değildir, ama birileri kendi mitolojilerini bilimmiş gibi sunabilir. Ancak söyleminizin gerçekliğe uymadığı yerde, gerçekliği söyleminize uydurmak eğilimi ile güce ve zorbalığa dayalı bir müdahalede bulunmak arasında pek de uzun bir mesafe yok.
“Bilinç varlığı değil, varlık bilinci belirler” diyordu Karl Marx. Peki ya varolmayanlar, sözleri bir uğultudan ibaret olanlar söz konusu olduğunda ne demek gerekiyor? Yukarıda sözünü ettiğim “ufuk”a Alman filozof Immanuel Kant “Tanrı” diyordu. Aşağı yukarı bütün tek tanrılı teolojik anlatılar Tanrı’nın evreni ve insanı yaratmasını, onun “bilinme” arzusuna bağlarlar. Tanrı bile bilinmek, tanınmak isteyen bir varlık olarak tahayyül edilebiliyorsa, belki fanilere de bunu çok görmemek gerektir. Dolayısıyla ya yeni bir içtihat ya da egemen kararı kökten reddetmek dışında pek de bir seçenek görünmüyor ‘ufukta’.