HEZÎL ROHANÎ: Namus oyunları

Haberleri —

 Kimimize göre namus, yaşamımızın kendisi, varlık nedenimiz, kimimize göre duyduğumuzda ürküntü yaratan bir kavram, kimimize göre uğruna ölünmesi gereken hayati bir olgu. Belki de günlük yaşamlarımızda, resmi iktidarsal ağızlarda en sık telaffuz edilen kavramlardan biri. Namus elle tutulur, gözle görülür bir şey mi? Her an bir gölge gibi bizleri izlemenin ötesinde içimizde çoktan tahtını kurmuş bir iktidar gücüdür namus. Ruhlarımızda, duygularımızda, bedenimizde her an onun izini taşırız. Onun yarattığı pencerelerden kendimize ve başkalarına bakarız.
Ataerkil sistemin temel beslenme dayanağı olan toplumsal cinsiyetçiliğe dayalı cinsel roller, kadınlara ve erkeklere anne karnından başlamak üzere öğretilir. Kadın ve erkekler doğar doğmaz önceden belirlenmiş olan “namuslu” bir yolda yürü(mez)ler. Onlara rağmen nasıl yaşamaları gerektiği önceden belirlenir. Düzenin sürdürülmesi kadının ilk ezilen ve sömürülen ulus, sınıf ve cins olarak mevcut konumunun sürekliliğine bağlıdır. Kadının üretim ve üretkenliğinin mülkleştirilmesine dayalı gelişen sınıflı uygarlık bu düzeni sürdürmenin temeline de namusu oturttu. Düzenin devamı kadının sömürgeleştirilme sürecinin tamamen kontrol altında tutulmasına ve yönetilmesine bağlıdır. Ve bu ölümcül kontrol mekanizması oluşturulmuş oldu. NAMUS! Kadın bedeninin ve cinselliğinin aile, eğitim, hukuk, tıp, dil ve din gibi başlıca toplumsal kurumlar yoluyla sürekli gözlem ve denetim altında bulundurulması namusun özünü oluşturur. 
Namus olgusu insanların nasıl davrandığını, hissettiğini, düşündüğünü, nasıl yaşadığını ve nasıl öldüğünü denetim altında tutar, yönetir. Namus toplumsal cinsiyetçiliğin özünü oluşturur. Toplumsal cinsiyetçilik gerçek anlamda bir namus ideolojisidir, erkek egemen ideolojinin bir tasarımıdır, icadıdır. Kültürler, dinler, yasal sistemler, sanat eserleri ve bilgi üreten çalışmalarla bu zihinsel yaratım egemen kılınır. Erkek aklının kadın karşısında gerçekleştirdiği ilk karşı devrimin de özünü oluşturur. Bu karşı devrimin düzenine göre kadınlık, erkeklik, evlilik, bekaret, kızlık, ahlak, iffet, toprak, vatan gibi bir çok kavram yeniden anlamlar yüklenerek toplumsallaştırılma yoluyla düzen haline getirilmekte. 
Ancak namus ideolojisinin en fazla düğümlendiği nokta kadın cinselliği ve bir bütünen kimliği olur. “Soruna yol açan kadın bedeni değil, o bedene yatırım yapılma biçimleridir”. (Judith Butler) Bu konuda yapılan tüm tanımlamalar kadın kimliği esas alınarak yapılmıştır. Örneğin Türk Dil Kurumu’na göre namusun sözlükteki tanımlaması “toplum içindeki ahlak kurallarına karşı beslenen bağlılık, dürüstlük ve doğruluk”tur. Toplumun bu tanıma uygun olarak namus algısı yapılan anketlerde şöyle ortaya konulmaktadır. “Namus nedir?” sorusuna “karım, bacım, annem, ailem, kadınların iffeti, kadının cinselliği, bekareti, kadınların toplumsal kurallara itaati, erkeğin şerefi, haysiyeti, kadınların erkeklere itaati, dinin emrettiği” gibi yanıtlar verilmiş. Yine “namussuzluk nedir?” sorusuna ise “kadının bekaretini kaybetmesi, kadının açık gezmesi, erkeklerle konuşması, aşık olması, ailenin istemediği birisi ile evlenmek istemesi, izinsiz dışarı çıkması, zina yapması, dedikoduya sebep olacak davranışlar sergilemesi, dili uzun olması” gibi yanıtlar verilmiş. Bütün yanıtlardan da oldukça çarpıcı olarak gördüğümüz gibi “namus” olgusu tamamıyla “kadın, kadın bedeni, kadın cinselliği ve bunun kontrol edilmesi” olarak tanımlanmış. Kime göre “namusludur” kadınlar ve kime göre “namussuzdur” kadınlar? Bu sınırları kim çizer, kim bu yasaları belirler? Kadın kendi iradesiyle mi bu “ahlak yasalarına” katılım gösterir? Kendisini topyekun ezen bir “ahlak” kurgusunda kadın, bunu zamanla nasıl içselleştirir ve “ilahi takdir” diyebilir? Bu ve benzeri daha binlerce soru sormak mümkün bu konuda. 
Yine kendi coğrafyamızda sıkça duymaya alışık olduğumuz “toplum olarak en büyük hassasiyetleriniz nedir?” sorusuna büyük ihtimalle yine bu cevaplar verilecek: “Namus, kadın, bekaret”… Hassasiyet eşittir kadın demektir. Aynı cinsiyetçi ideoloji toprak ve vatan gibi olgulara da bu zihniyet çerçevesinde anlamlar yükler. Devletler ve geleneksel toplumlar açısından nasıl ki kadın namussa toprak ana, ana vatan, bölünmez bir bütün olan ülke gibi olgular bir devletin namus meseleleri olarak görülür. Nihayetinde “hudut namustur”. Aynı cinsiyetçi ideolojinin sömürgeleştirme politikalarında da ifadesini bulduğunu söylemek mümkündür. Örneğin yeni keşfedilen kıtalar için “hazineleri hiçbir zaman açılmamış olan kadın”, bir İngiliz misyonerin Guana’yı “kızlığı henüz yağmalanmamış, kirletilmemiş, kullanılmamış bir ülke”, “bakire güzellikleri olan bir cennet”, “fethedilmeyi ve zifaf yatağında aşığıyla birleşmeyi arzulayan güzel bir bakire gibi” tanımlaması tesadüfi değildir. El değmemiş topraklar el değmemiş kadın bedenine gönderme yapar. El değmişlik elde edilen kadını, yani işgal yoluyla ele geçirilen toprakları anlatır. Sömürgeleştirilen toprakların çoğu zaman bir “yosma” ya da bir “fahişeye” benzetilmesi de yine aynı cinsiyetçi ideolojiden kaynağını alır. Sistemin ve geleneksel toplumun kültüründe şekillenen bekaret kültü de topyekün sistemin simgesel ifadesi haline getirilir. Bu nedenle kadın erkek, genç yaşlı demeden kültürün bütün üyelerinin bekaretin denetimi ve metalaştırılması etkinliklerinde bir şekilde yer alması beklenir. Kadın kimliği bu olgu etrafında tamamen kilitlenir. Adeta bir Gordiyon düğümüne çevrilir. Bu çerçevede kadınla ilişkilenmek tüm sistemle, tüm dinlerle ve nihayetinde tüm toplumla ilişkilenmek anlamına gelir. Kadına bu belirlenmiş sınırlar dışında dokunmak savaş ve ölüm nedenidir. Tarihsel süreç içerisinde kadını bir savaş nedeni haline getirmek kadar, işgal edilen topraklarda ilk olarak kadınlara tecavüz edilmek suretiyle köleleştirmek ve hakların iradelerinin kırılarak kadınlaştırılması tamda bunu anlatır. Hakeza erkekler başka bir erkekten intikam almak için ya karısı ya da kızkardeşlerine tecavüz ederek en ölümcül darbeyi vurduklarını düşünürler. Bunun için kan akıtılır. Kan adama, kan sözleşmeleri, kızlık zarı kanaması, kurban kesme, kan akıtma aynı ideolojinin farklı versiyonları olarak karşımıza çıkar. Her kan akıtış; erkek, toplum ve sistem arasında yapılan bir sözleşmeye tekabül eder. 
Namus kadın merkezli bir cinsiyetçi ideolojinin ifadesi olsa da sadece kadını kurgulamaz aynı zamanda erkeği ve bir bütün toplumu kurgular. Namus olgusunun bir tarafı kadınsa bir tarafı da ne pahasına olursa olsun onu korumakla mükellef olan erkektir. Erkeğe de cinsiyetçi bir rol verilmiştir ve erkek verili düzen içerisinde bunu koruduğu oranda “erkek”tir. “Erkeklik” tam da bu noktada güç ve iktidar kazanır. Erkeğin iktidarı kadın kimliği ve cinselliği üzerinden sınanır, erkekliğine buna göre karar verilir. “Namusuna” dokunulduğu an erkeği bekleyen ağır yükümlülükler devreye girer. Bu hepimizin de yakından tanıklık ettiği kanlı bir süreçtir. “Namusu” bozulan erkek “namusunu temizlemek” zorundadır. Bunu da katil olmak suretiyle toplumun bakış açısında “kahramanlaşarak” yapar. Kadının kanı döküldükçe erkek yeniden kimlik kazanır. Toplum ve sistem bu kanlı oyunda erkeği teşvik ederek ve destekleyerek yerini alır. Namus adına sergilenen faşizmde, katil-kahraman ikileminde ipe gerilen kadın olmakta. Bu ikililik kadınların yaşamlarının pamuk ipliğine bağlı olarak sıkıştırıldığı ince bir çizgidir. Ölüm, yaşamlarının kendisi olarak her gün tazelenip durur. Fiziki ölüm ise bunun son kanlı halkası olur. Sonuçta katilleşerek kahramanlaşan bir kültürde her halükarda bunu erkeklik açısından dönüm noktası olarak gören egemen anlayış açısından ölü kadın bedenleri, aşılması gereken eşiklerdir. Bu eşiği atlayan her erkek “namusluluk” payesine kavuşmakta veya kavuşturulmaktadır. 
Bir kadın doğumundan ölümüne kadar belirlenmiş bu “namus” ölçülerine göre yaşamak zorundadır. Çokça söylendiği gibi cinsiyetçi ideoloji namusu sadece “kadının iki bacağı arasında” görmez. Kadın cinselliğiyle birlikte bir bütünen davranışlarını, aklını, duygularını, yürüyüşünden tutalımda giyinişine kadar “namus” penceresinden bakar. Kadın ya “ayartıcıdır” ya da değildir. Ya “namusludur” ya da değildir. Ya “kuyruğunu sallayandır” ya da değildir. Ya “kancıktır” ya da değildir. Ya “orospudur, fahişedir” (fahiş, yüksek fiyat) ya da değildir. Buna göre kadın ya”becerilmesi” ya da “işi bitirilmesi” gerekendir. Ya da “karnında sıpayı, sırtında sopası” eksik bırakılmaması gerekendir kadın. Çünkü eksik bırakırsan, “ya davulcuya ya zurnacıya kaçar”. Bu yüzden “başını hemen bağlamak” gerekir. Bu kavramlar erkek egemen ideolojinin kadına ölümcül hediyeleridir. Erkek kendi davranışlarını, aklını, duygularını da bunlar üzerinden kurgular. Dolayısıyla namus olgusu topyekün bir ideolojidir. Kadına “namuslu” yaşaması öğretilir. Kadın da bu rolü içselleştirerek kendi üzerindeki otokontrolü sağlar. Cinsiyetçi roller geçirgendir. Edinilir, uygulanır ve uygulattırılır. Geleneksel cinsiyetçi roller bu anlamda sadece erkek yoluyla ayakta kalmaz. Bilakis kadının içselleştirmesiyle devamını sağlar. Bu devam egemen sistemin verili cinsiyetçi kodlamalarıyla da karşılığını bulur.
Mayınlı bir saha haline getirilen tabuların en güçlü zırhı olan namus her an enselerimizde sallanan giyotinlerde kırılamaz. Tabular tartışıldıkça, konuşuldukça, kabul edildikçe aşılmaya başlanırlar. Işte o zaman değişimden bahsedilebilir. Aksisi elmayı ısıran havva karşısında “tahrik” olmaya hazır bir erkek kültürü herzaman olacaktır. Kadının kaybolduğu ve kaybedildiği bir tarihte sadece “namus” adına hatırlanır olması insanlığın sömürgecilik tarihinin de kanlı simgesidir. Cinsiyetçi toplum bu kayboluşun eseridir. “Namusla” mücadele tüm erkek egemen sistemle mücadeledir. Özgürlükten başka hiçbir şeyi yaşamının kaynağına oturtmayacağının bilincinde olan kadın “namuslu” değil, ancak onurlu yaşamak için mücadele edebilir.

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.