İsrail esir kampından Kürdistan'a

Dosya Haberleri —

.

.

  • Bizim Filistinliler haberleşme için not yazıyorlar, bir taşa bağlayıp bir kamptan diğerine atıyorlar. Düştüğü yerdeki açıp bakıyor, kimedir? Eğer oradaysa teslim ediyor, yok değilse o da aynı yöntemi devam ettiriyor. Biz de denedik.
  • Beni çıkartıp yarım otobüse bindirdiler. Altı-yedi silahlı kişi başımda, bir gece yol gittik. Sabah bir baktım ki Qamışlo'dayım. Qamışlo'ya girerken, görevlilerden biri beni hudutta Türkiye’ye vereceklerini söyledi. Meğerse karar almışlar, teslim edecekler, benim bilgim yok.

EMRULLAH BOZTAŞ
Esaretin ilk anından 26. gününe kadar yoğun işkencelerin olduğunu anlatan Xalid Çelik, özel olarak seçilip sorguya götürülenlerin bir daha geri dönmediğini anlatıyor. “Onlar hepten meçhul oldu.”
İki yıla yakın bir süre İsrail esir kamplarında ve Suriye zindanlarında kalan Xalid Çelik Kürdistan’a ve özgürlüğe kavuşmasını anlattı.

İsrail askerleri sizin kim olduğunuzu öğrenmiş miydi?
İsrailliler bizim PKK’li olduğumuzu bilmiyordu. İlk gün geldiler, kimsiniz diye sordular. Bizim zaten yapılmış kimliklerimiz vardı. Onları gösterdik. Sonradan öğrendik ki, bizimkinin dışında birçok kamp varmış. Bu kamplarda da arkadaşlar var. Biz sadece kendimizi biliyoruz, diğer arkadaşlardan haberdar değiliz. Arnon’da arkadaşlarımızın direnerek şehit düştüklerini sonradan öğrendik ve o şehitleri andık. Artık şehit düştüklerini biliyorduk. Onlarla gurur duyduk. Şehit düşenleri içinde benim kardeşim Kemal’de vardı. Abdullah Kumral, İrfan Ay, Mustafa Marangoz arkadaş vardı. Bu arkadaşlar PKK’nin aktif militanlarıydı. Hepsinin yüzleri hafızamdadır.
Sonradan soruşturma süreci başladı. Zaten işkence eşliğinde sorgu yapılıyordu. Birçok Filistinli bu işkencelerden sağ çıkamadı. Birçokları sakat kaldı. Özel seçip götürülenlerin durumları bir başka tartışma konusu, onlar hepten meçhul oldu. 
Biz aramızda bir karara vardık. Qamışlolu bir genç de bizim bulunduğumuz yerdeydi. Bize iyi bir tavsiyede bulundu. Halen sağdır, ömrü uzun olsun. “Sakın fedai olduğunuzu söylemeyin. Deyin ki biz yoksuluz. Qamışloluyuz. Çalışmak için buraya geldik. Ülkemizde işsizlik var, okul yok, dil bilmiyoruz. Savaş çıktı, siz bizi yakalandınız, mağdur ettiniz” deyin dedi. O da zaten Suriye askeriydi. Esir düşmüştü. Anlaştık. Biz bir iki arkadaş dedik ki, “biz Suriyeliyiz” diyeceğiz. Onlardan biri Mehmet Teşk olacak, bizdeki ismi Ömer’di. O zamanı geldiğinde Mazgirt’te şehit düştü. Biz dedik Suriyeliyiz, falan köylüyüz. Sorabilirsiniz. Diyorduk, ama her seferinde bir ton dayak, işkence ve küfür yiyip bizi getirip kampa geri atıyorlardı. Yirmi altı günümüz öyle geçti.
Sorgumuzda tutarlı davrandık. Bir değişiklik yapmadık. Diğer üç arkadaş da “biz Irak Kürdüyüz” demiş. Onlar da “Suriye ile İsrail savaşta. Bu ifadenin bir garantisi yok. En iyisi Irak diyelim” diye düşünmüş. Onlar da aynı işkenceden geçmiş. Diğer arkadaşların bir kısmı “biz İran Kürdüyüz. Zulüm gördük” diyorlar. Bizim yararlı arkadaşımızdan haberimiz yok. Sonradan haberini aldık.
Zaman geçti, sonbahar oldu. Bu arada Filistinlilerin yerini değiştiriyorlar. Götürüp getiriyor, bir sürü fena şey başlarına getiriyorlar. Biz de dilimizi az buçuk geliştirdik, biraz biraz konuşabiliyoruz. Yeni biri kampa geldi. Sorduk oralarda hiç Kürt var mı diye. Geldiği diğer kampta PKK’lilerin olduğunu söyleyince dünyalar bizim oldu. Hizb al Umaal al Kurdistani deyince “tamam” dedik. Artık bu işte yanlız olmadığımızı anlamış olduk. Sayılarını sordum, bir yerde beş, bir yerde dört, bir yerde üç kişi. O zaman dedim derin araştırma yapmak lazım. Sonra bir fark ettim ki, bizim Seyfettin arkadaş var, Seyfettin Zoğurlu. En çok tanınan. Tabii biz de tanıyoruz. Sabri arkadaş var, şaşırdım tabii. Biz daha yeniyiz, bir yılımız dolmadan savaşa girmişiz. Bizim tecrübemiz yok, bu arkadaşlar eskiden beri oradalar ve tecrübeliler.
Sora sora kim hangi, kaç numaralı kamptadır onları öğrendik. Haberleşmek lazım. Bizim Filistinliler haberleşme için not yazıyorlar, bir taşa bağlayıp bir kamptan diğerine atıyorlar. Düştüğü yerdeki açıp bakıyor, kimedir. Eğer oradaysa teslim ediyor, yok değilse o da aynı yönetemi devam ettiriyor. Biz de denedik. Seyfettin arkadaşın ismi Selim’di. Bir mektup yazıp kendimiz hakkında bilgi verdim. Mektubu gönderdik. Kısa sürede cevap geldi. Şehitler ve esirler konusunda bize bilgi verdi. Neyin ne olduğunu daha net anladık.
Sonra Kızıl Haç kamplara girmeye başladı. Kızıl Haç mektup alıp götürüp başka kamplara veriyordu. Kış sürecinde de o başladı. Bu mektuplar daha kapsamlıydı. İsrail buna ses çıkarmıyordu, müsaadesi vardı. Hatta bazı insanları tespit edip çıkartıyorlardı. Lübnan’da bir esnaf falan olursa onları bırakıyorlardı. Amaç da yalnızca fedailer kalsın, sadeleşsindi. Kampta günlük sayımlar oluyordu, sanırsam Türkiye zindanları ile aynıdır. Bu günlük sayımlara Türk MİT’inin de geldiğini öğrendik. Tanıdıklara rastlanırsa alıp götürüyorlarmış. Bunu da duyunca, daha duyarlı yaklaştık.
Seyfettin arkadaş en eski arkadaş olduğu için ve görevinden dolayı biz raporumuzu ona verdik. Yaşananları savaşta ve esir kampında tavrımızı anlattık. Geri dönüş oldu bize. Tutumumuzun olumlu bulunduğunu aktardı. Bizde biraz daha rahatladık.
Newroz sürecinde bize Seyfettin arkadaştan not geldi. “Ben Arapça bir Newroz bildirisi hazırladım. Bulunduğunuz kampta Filistinlileri toplayıp bu bildiriyi okuyacaksınız” diyordu. Newrozun anlam ve önemi, PKK’nin Newroza bakışı ve Arap halkı için anlamı yazıyordu. “İyidir” dedik. Kampta en az üç yüz, bazılarında dört yüz kişi var. Onları topladık meydana.
Kobanêli bir Kürt vardı. O gerçekten çalışmaya gelmiş bir işçiydi. Arapçası iyiydi. Kürt çok, ama Arapçası iyi olan yok! O gence dedim ki, bu bildiriyi okuyacaksın. Onlara de ki ey şebab (genç), “bu gün Kürtler başta olmak üzere Ortadoğu halklarının Newroz bayramıdır ve anlamı şudur.” Demirci Kawa’dan da bahsedildi tabii. Metin okundu. Filistinlilere de bir ruh geldi, alkışladılar hep birlikte. Filistinliler ile Newroz’un hikâyesini bir skeç gibi hazırlatmıştık. On beş günlük bir çalışmamız oldu orada. Arap şebaplar bunu oynadılar. Kawa balyozu Dehak'a vurunca, artık orada alkış kıyamet koptu. İsrail askerleri de uzaktan bizi gözetliyor. Balyoz falan işin içine girince, onlar içerde birilerini infaz ediyorlar sanıp geldiler. Başta  bizi biraz hırpaladılar. Durum böyle olunca Filistinli esir düşen Demokratik Cephe komutanlarından biri onlara durumu açıkladı. Newrozun Kürtler için ne kadar önemli olduğunu anlattı. Gittiler. Böylece biz de görevimizi yapmış olarak rahatladık.

Esir kampından kurtuluşunuz nasıl oldu? Bırakıldığındaki hislerinizden düşüncelerininden bahsedebilir misin?
Hepimiz birlikte çıkamadık. Benimki biraz erken oldu. Aslında beklemiyordum da. Bir gün kapıda ismim okundu, Xalid İbrahim Hesen diye. Ne oluyor diye de kendi kendime sordum giderken. Baktım ki kapıda Kızıl Haç’tan insanlar var. Kızıl Haç amblemli kıyafetleri üstlerinde görünce, “sorgu yok” dedim kendime. Kapıyı açıp bana çıkmamı söylediler. Her şeyim üstümdekilerdi. Neyim var ki zaten, bir saatim, biraz param, hepsi bundan ibaret. O para da benim değil, grubun. Bana emanetti, baştan beri yanımda tutuyordum. Beni alıp götürdüler. Orada  Muhammed Avareş adında Kobanêli başka bir Kürt daha vardı. Diğer kamptaydı, ama bağırıp çağırmalar ile konuşmuşluluğumuz vardı. Ben daha ne olduğunu bilmiyorum. O, “Bira derbasbuyi be idi tu ji azad dibi (Kardeşim geçmiş olsun, artık sende özgür oluyorsun)” deyince, kamptan kurtulduğumu anladım.
Bu sefer başka bir sorun çıktı. Azad olunca biz Suriyeliyiz dediğimiz için bizi Suriye’ye verecekler. Bir cipe bindirip götürdüler bizi. Araçtan arkaya baktım, kamp ve arkadaşlar arkada kaldı, duygulandım...
Kendi kendime “herhalde yine sorguya gidiyorum” demiştim. Arkadaşlardan hatır bile isteyemedim. Soruşturmaya giderken de ikide bir hatır isteyecek halimiz yok. İsrailliler bizi soruşturmaya götürdüğünde bolca dövüp sövüp geri getiriyorlardı. Nihayetinde bir de baktık ki doğru çıktı. Bizi bir sınıra götürdüler. Golan tarafları olabilir İsrail-Suriye sınırı o taraflar. O Kürt ile bazı şeyleri konuşuyorduk. Bazı şeyler anlattı bana, ama rahat konuşma diye bir şey de yok. İkide bir vurup “konuşmayın” diyorlardı.
Suriye’nin askeri Muhaberatı (Suriye Askeri İstihbaratı) bizi onlardan aldı. Bizi doğrudan Şam’daki Fira Filistini dedikleri Cezaevinin bir bölümüne götürdüler. Yine sorgu yerine girdik. İkimizi küçük bir yere koyup sonra tek tek sorguya çektiler. İlk önce o yaşlıyı götürdüler. İfadesini vermiş. Yaşlı ve hasta olduğunu, Kızıl Haç'ın bu nedenle onu bıraktırdığını, ama oğlunun hâlâ orada olduğunu söylemiş. Gerçekten de oğlu da esir kampındaydı. Muhaberat ilk sorgudan sonra onu bıraktı. Adam eşyalarını toplayıp gitti.
Bana beklememi söylediler. Bir gece o hücrede kaldım. Ertesi gün kim olduğumu sordular. Arapçamın olmadığını söyledim. Niye Arapça öğrenmediğimi bilmek istediler. Bir tercüman getirirlerse anlatacağımı belirttim. Efrînli bir tutukluyu getirdiler. Fukara! O da öyle korkuyor ki, durduğu yerde tir tir titriyor. Biraz teskin ettim. Korkmamasını, onların söylediğini bana, benimkileri onlara söylemesini istedim. Ne olacaksa bana olacak. Sorguda Suriye Muhaberatı'na “Suriyeli değilim. Kuzey Kürdistan’da devrimci bir örgüttenim” dedim. Adamlar Kürdistan sözünü duyunca, cinleri tepelerine çıktı. Gıcık oldular. Devam edip “Hizb El Ummal El Kurdistan’ın savaşçısıyım” diye konuştum. Şoke oldular. Bana, “bu nasıl bir iş?  Peki sen burada ne arıyorsun?” diye sordular. Ben de İsrail sorgusunda Suriyeli olduğumu söylediğim için beni onlara teslim ettiklerini izah etmeye çalıştım. Adam durdu durdu, “tuhaf bir durum. E ne yapacağız seni?” diye sorunca, “valla elinizdeyim. Beni burada da tutabilirsiniz, Irak’a da gönderebilirsiniz, Türkiye ya da İsrail’e verebilirsiniz. Bunları yapabilirsiniz, ama ben biliyorum ki benim partim burada, Lübnan’da ve Bekaa’da var. Beni partime verir, Bekaa’ya ulaştırırsanız daha iyi olur” diye yanıtladım. İstihbaratçı bana “yok öyle bir şey” dedi. “Bekaa’da ne Hizb al Ummal var ne de başka bir şey” deyip duruyor. Adamla tartışmaya başladık. O diyor “ben Hizb al Umaal al Kurdistan diye bir parti duymadım,” ben diyorum “Allah Allah sen istihbaratsın ve bizim partimizi nasıl bilmezsin?” Israr ediyorum, “sen nasıl Hizb al Umaal al Kurdistan’ın nerede olduğunu bilmezsin?” İstihbaratçı bana “senle sonra görüşeceğiz” deyip gönderdi.
Beni daracık bir odaya götürdüler. Odada da otuz kişi kalıyor. İhvancıların (Müslüman Kardeşler Örgütü) kaldığı bölümdü. Zaten İhvan ul-Muslimin'in adamları 81 Humus, Hama olaylarından sonra tutukluydular.
Beni götüren görevli onlara “bu kişi bir misafirdir, sizin gibi değil” deyip bir köşeyi işaret etti. “Burada kalacak ve ona üç battaniye ile bir yastık vereceksiniz. Yeri yumuşak olacak’ dedi. Böylece iyilik yapıyor. Daracık yer, o kadar insanın nefesinden çok sıcak, kim battaniyeyi üstüne atabilir ki? Sanırım Filistin’de savaştığımız için bir hürmette var, ama Kürdüz ondan dolayı da içerde tutuyorlar. Ben onların içinde kaldım. Bir kere daha sorguya götürdüler. Bu sefer de bana “sen İsrail ajanı mısın nesin?” demesinler mi!?  Sinirlendim tabii. Biz Siyonizm’e karşı savaştık. Bir tercüman çağırmalarını söyledim. Yine Êfrinli genci getirdiler. “Bu bana ne diyor? Casus falan geçti konuşmasında” dedim. Genç tercüme etti. Aynı şey. Adam bana “seni İsrail göndermiş olabilir. Onların ajanı olabilirsin” diyor.
Bu sefer istihbaratçıya tane tane anlattım.“Ben bir PKK savaşçısı, gerillasıyım. Filistin kamplarında eğitim görmek için bulunuyordum. Siyonizm’e karşı da savaştım ve esir düştüm. Ha bana diyorsun ki tutukluyken seni ajanlaştırmış olabilirler. Ben dil bilmiyorum, bir şey bilmiyorum. Gelip senin ülkende ne yapabilirim ki?” diye konuştum. Omuzlarını gösterip “üç-beş tane yıldız burada var, ama ya bura deyip” kafasını gösterince çok kızdı. Jopu alıp sırtıma destekli bir tane yapıştırdı. Küfür de etti tabii. “Nasıl böyle konuşursun?” diye bağırıyor. “Sen de bana ajan dedin” diye cevap verdim. O Efrinli korkudan tir tir titriyor. Ona dedim ki, “tercüme et.” Bu adama de ki “böyle şeylerin söylenmesini kabul etmiyor.” Beni alıp tekrar İhvancıların arasına götürdüler.
Bir ay kadar sonra, beni çıkartıp yarım otobüse bindirdiler. Altı-yedi silahlı kişi başımda, bir gece yol gittik. Sabah bir baktım ki Qamışlo'dayım. Qamışlo'ya girerken, görevlilerden biri beni hudutta Türkiye’ye vereceklerini söyledi. Meğerse karar almışlar, teslim edecekler, benim bilgim yok. Sonra beni Qamışlo hapishanesine götürdüler. Hepsi hücre tipi. Bir hücereye attılar. Sesler geliyor. Türkçe konuşmalar da var, duyuluyor. Birkaç gün sonra rütbeli biri gelip beni odasına götürdü. Oturmamı istedi. Oturduk. Bana, “Kürt müsün? Kürt örgütlerinden misin?” diye sordu. Hizb El Ummal El Kurdistan’ın savaşçısı olduğumu belirttim. O subay da diğeri gibi orada öyle bir örgüt olmadığını söyledi. O öyle dedikçe benim sinirlerim bozuluyor. Adam anlatıyor, “burada Yekiti Niştiman Kurdistan ve Partiya Demokrata Kurdistan var. Seni onlara teslim etsek nasıl olur?” diye sorunca, hemen üstüne atlayıp “iyi olur” demedim. “Benim bir partim var. Niye beni başkasının partisine teslim ediyorsunuz?” diye sordum.
Subayla anlaşamadık. Beni götürüp tekrar hücreye attılar. Yan tarafımda da Türk Solu'ndan bir kişi var. Türk askerliği yaparken silahı ile birlikte firar edip Suriye’ye gelmiş. Onu da yakalayıp içeri atmışlar. O da uğraşıp duvarda delik açmış. Bir tıkırtı gelince, “tu kiyî?” (kimsin?) diye sordum. “Türkçe konuş, Türkçe konuş” diye seslenmeye başladı. PKK’li olduğumu söyledim, o da Dev-Genç’liymiş.
Birkaç gün geçtikten sonra rütbeli yine geldi. Kapıda benimle konuştu. “Bak” dedi, “senin Türkiye’ye teslim edilme kararın var, ama ben bunu yapmak istemiyorum. Daha valiliğe haber vermedim” dedi. Bana orada hiç PKK’li tanıyıp tanımadığımı sordu. Bunu duyunca biraz endişelendim. Nihayetinde o bir BAAS rejimi üyesiydi ve BAAS çok tehlikeliydi. Arkadaşlarımızı mı deşifre etmek istiyor, başka amacı mı vardı bilmiyorum, ama  adam alttan alta bana sinyal veriyordu.
PKK’liler sabit olmadığı için bilemediğimi belirttim. O zaman sanki biraz güven ortamı oluştu. Rütbeli bana, “Heci Zinar’ı tanıyor musun?” diye bir çırpıda sordu. Heci da bizim Mardinli arkadaş. Ailesini de Suriyeye getirmiş, bizim faaliyetleri yürütüyor. Onu tarif etmemi istedi. Sarışın, sarı bıyıklı biri olduğunu söylediğimde güldü. “Peki Heci Ömer'i tanıyor musun? O da Mehmet Emin Sezgin'dir. “Tanıyorum,” deyip tarif ettim. Adam güldü, “femi femi” (anlaşıldı, anlaşıldı) dedi. Bende rahatladım, o da. Kapımı kapatıp gitti.
Bu rütbeli gidip arkadaşları görüyor. Onlara “böyle birisi var, bizdedir” diyor. Arkadaşlar da “bize verin” diyorlar. Velhasıl  anlaşıyorlar. Ben tanımıyorum, adam bir Kürt dostuymuş. Eskiden beri sınırda arkadaşlara yardımcı olan birisidir. Gelip benimle yine konuştu. Beni arkadaşlarımla görüştüreceğini belirtti. Sevindim. Bir akşam geldi. “Çık” dedi, “bir şeyin kalmasın.” Adam beni alıp kendi evine götürdü. Ev kalabalık bir ev, Arapça konuşuluyor. Bana yeni elbiseler verip banyonun yerini gösterdi. Artık elbiseleri kendisi mi almıştı, arkadaşlar mı göndermişti bilmiyorum.
Heyecanla banyomu yaptım, elbiselerimi giyindim. Eşyalarım, saatim, param onun yanındaydı. Onları da verdi. Kahvaltılık bir şeyler getirdiler. Hızlıca yedim. Oturduk, bekliyoruz. Ne olacak, nasıl olacak bir şey bilmiyorum, ama bir ferahlama oldu. Yeni elbise, kendi evine götürmesi, bunlar hep iyi şeyler. Gece geç vakte kadar oturduk, çay içtik.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Heci Zinar kapıdan girdi. Yıllar sonra ilk defa arkadaşları görüyorum, insan duygulanıyor tabii... Çok duygulandım... Gözlerimden sicim gibi yaş geldi. Heci Zinar gelip beni tuttu. “Gel” dedi, “geçti artık.” Bu arada rahmetli Heci Zinar’ı da saygıyla yad ediyorum. Sonra da Heci Ömer geldi. “Hadi kalk evimize gidelim” dediler. Kalktık yürüdük. O kapıdan çıktım ve gittim.
 - Bitti -

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.