Mültecinin sefaleti, Avrupa’nın başarısı
Dosya Haberleri —
- 2020 yılı, Avrupa’ya doğru iltica hareketleri açısından bir dönüm noktasına dönüştü: Avrupa Birliği, mültecileri daha sınırları aşmadan “geri püskürtme” politikasını hukuki kılıfa soktu ve giderek daha sistemli hale getirdi. Moria’da yaşananlar, güncellenen sınır rejiminin görünürleştiği bir andan fazlası değildi. Fare ve böceklerin ısırmasına, açlığa ve susuzluğa mahkum edilen mültecilerin görüntüleri, Avrupa’nın “utancının” değil, caydırma politikasının başarısının görüntüleriydi.
OSMAN OĞUZ
Yunanistan’ın Midilli Adasındaki Moria Kampından gelen sefalet görüntüleri ve kampın yangın ardından birkaç metre öteye aynı sefalet ile yeniden kurulması, Avrupa Birliğinin güncellenen sınır rejiminin mültecilere yönelik zorbalığının görüntülerinden yalnızca biriydi: 2020 yılı, bu rejimin mültecilere acımasızca uygulamalarının ve düşmanlığının yeni boyutlar kazandığı bir yıl oldu. Bu uygulamalar, ne kendiliğinden gelişiyor ne de ani bir kabarmanın sonucu olarak meydana geliyordu; aksine AB’nin uzun erimli yasal düzenlemelerinin ve yeni iltica politikasının “başarısının” örnekleriydi.
2020’de bir ilk:
Muhammed’i sınırda kurşunladılar
Avrupa Birliğinde sağ popülizm giderek daha fazla inandırıcılık ve güç kazanmakla kalmıyor, ayrıca politik etkiye sahip oluyor. Bugün sınırlarda gördüğümüz uygulamalar, Avrupa sağının özellikle 2015’ten bu yana talep ettiklerinden başkası değil. Keza mesela Alman sağcı Frauke Petry’nin 2015’te defalarca gündeme getirdiği talep, Avrupa sınırlarında 2020’de ilk defa pratiğe yansıdı: Yunan güvenlik güçleri, ağır silahlarla sınırı geçmeye çalışan mültecilere ateş açtı ve “Forensic Architecture”, Bellingcat, Lighthouse Reports ve Der Spiegel ekiplerinin belgelerle kanıtladığı üzere Muhammed Gulzar’ı öldürdü. (1) Aynı gün, aynı sınır telleri önünde altı başka mülteci de 37 dakika süren ateş altında yaralandı. Çok sayıda tanık, Yunan sınır koruma polisinin doğrudan silahsız mültecileri hedef aldığını teyit edecekti.
GPS araması
Mülteciler, bu saldırılara rağmen denemelerini sürdürdü: Mart ayında Meriç nehri üzerinden Türkiye’den Yunanistan’a geçmeye çalışan mülteciler, kendilerinden önce de birçok kişinin anlattığını tekrar etti: Yunan askerleri, mültecileri yakalamasının ardından aynı nehir üzerinden Türkiye’ye geri gönderiyordu. Geri gönderme öncesinde ise mülteciler, telefon, kıyafet, önemli belgeler gibi üzerlerinde ne varsa el konulduğunu anlatıyordu. Yunan askerleri, özellikle mültecilerin Avrupa Birliği topraklarına ayak bastığını kanıtlayabilecek GPS içeren elektronik cihazları arıyor ve bunlara el koyuyordu: Keza yaptıklarının yasadışı olduğunu biliyor, yasaya değil egemen hukukunun onlara sunduğu “meşruiyete” dayanıyorlardı.
Bazı mülteciler, her şeye rağmen telefonlarını korumayı başardı; bazıları, telefonlarını iç çamaşırlarının arasına saklayacaktı. Telefon, hem uygun zamanda yaşananları kayıt altına alma hem de GPS verilerini saklama olanağı demekti. Onların iç çamaşırlarını kullanarak elde ettikleri bu başarı, 2020 yılında ilk defa bazı araştırma ekiplerinin Avrupa Birliğinin sınırlardaki hak ihlallerinin belgelenmesini sağladı.
Mültecileri tekneye bindirip
açık denizde bıraktılar
Report Mainz, Lighthouse Reports ve Der Spiegel’den gazeteciler, Haziran ayında Yunan sahil güvenliğinin Türkiye ile Yunanistan arasındaki açık denizlerde mülteci botlarını durdurduğunu, mültecileri önce kendi teknelerine alıp “kurtarma adalarına” bırakacağını söylediğini ama sonunda plastik platformlara bindirip açık denizin ortasında kaderine terk ettiğini belgeledi. New York Times gazetesi, Ağustos ayında, aynı uygulamaya Avrupa Birliği sınırlarına giriş yapmış ve Yunan kamplarını içeriden görmüş mültecilerin bile maruz kaldığını kanıtlayacaktı. İrlanda İnsan Hakları Merkezi araştırmacısı ve New York Times’ın haberine de katkı sunanlardan olan Niamh Keady-Tabbal, bu uygulamanın tamamen yeni olduğunu belirtip ekleyecekti: “Yunan makamları, deniz kurtarma çalışmaları için kullanılan ekipmanları sığınmacıları geri püskürtmek ve hatta yeniden denize bırakmak için kullanıyor ve bunu şimdiye kadar görülmedik açık bir acımasızlıkla yapıyor.”
Frontex de dahil
Ekim ayında Report Mainz etrafında oluşan araştırma ekibi, mülteci kurtarma ekiplerinin yıllardır tekrar edip durduğu gerçeği bir kez daha belgeleyecekti: Sadece Yunan sahil güvenliği değil Avrupa Sınır Koruma Ajansı (Frontex) da bu yasadışı geri püskürtme faaliyetlerine katılıyordu ve botlarla Avrupa’ya ulaşmaya çalışan insanların gerekirse şiddet ve kurşunlarla caydırılmasını destekliyordu. Frontex başkanının bir mektubu da Alman polislerinin de bu yıl içinde böyle “operasyonların” en az birine katıldığını açığa çıkarıyordu.
Hırvat polisinden
hırsızlık, taciz ve tecavüz
Der Spiegel, Lighthouse Reports ve sivil toplum kuruluşu “No Name Kitchen” ile birlikte yardım örgütlerinin, doktorların ve hatta Birleşmiş Milletler’in yıllardır maruz kalanların raporları dolayısıyla kaygılarını dile getirdikleri bir başka konuda da 2020 yılında belgeler yayınlanacaktı: Hırvat polisi, Balkan rotası üzerinden Kuzey Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalışan mültecilere insanlık suçu içeren zorbalıklar uyguluyordu. Mültecilerin üzerlerinde ne varsa güvenlik güçleri tarafından yasadışı biçimde el konuyordu; bu el koyma işleminin kayıt altına alınmaması, yaşananın bir hırsızlık vakası olduğunu ortaya koyuyordu. Mülteciler, çırılçıplak soyuluyor ve kızgın demirle dövülüyor ve damgalanıyordu. Bazı mülteciler, cinsel taciz veya hatta tecavüze maruz kalmıştı. Sonunda da hemen hemen hepsi, Bosna sınırlarına geri gönderiliyordu.
Peki Hırvat polisinin bu uygulamaları, “demokrasinin bekçisi” Avrupa Birliğinden nasıl bir karşılık görüyor? Hırvatistan, tam da bu uygulamalar için Avrupa Birliğinden milyonlarca Euro destek alıyor: Mültecileri şiddetin her türlüsüyle geri püskürtmesi karşılığında. Ülke, kısa süre içinde Şengen bölgesine de alınacak gibi görünüyor. Ekim 2019’da Avrupa Birliği Komisyonu bu başvuruyu pozitif değerlendirmiş, yalnızca ülkenin “sınır yönetimine biraz daha dikkat etmesi gerektiği” notunu düşmüştü.
Hukuksuzluğa yanıt:
Hak gaspını hukukileştirmek
Fakat burada -mültecinin hayatının değersizliği nedeniyle çok az dile getirilse de- bir “meşruiyet krizi” var, keza Avrupa Birliğinin Yunan adalarında ya da Hırvatistan gibi Balkan rotası üzerindeki ülkelerdeki bu geri püskürtme faaliyetleri, uluslararası hukuka da, Avrupa Birliği yasalarına da, uygulandıkları ülkenin kendi hukuki içtihatlarına da aykırılık gösteriyor. Yasalar, iltica talebinde bulunan her insanın kendi deneyimini göz önünde bulunduran adil bir iltica davası hakkı olduğunu öngörüyor. İltica talebinde bulunmuş kimsenin kendisi için tehlikelerin bulunduğu ya da takibata uğradığı bir ülkeye geri gönderilmesi de yasadışı.
2020 yılı, Avrupa Birliğinin tam da bu krizi aşma çabalarının en fazla yoğunlaştığı yıllardan biri oldu. Sınırlarda hak gasplarının tavan yapması karşısında birçok insan hakları örgütü, yılbaşından bu yana bu hak gasplarına açıklık getirilmesini, bunların hesabının verilmesini ve bu yoldan dönülmesini talep ediyor. Avrupa Birliğinin bu taleplere yanıtı ise gayet sarih: İltica hakkını daha da törpüleyecek yeni bir anlaşmanın görüşmeleri. Avrupa Birliğine üye ülkelerin hükümet liderlerinin 2020’nin Eylül ayında üzerinde anlaştığı yeni göç paketi, yasadışı geri püskürtme pratiklerinin yasal bir çerçeveye oturtulmasından başka bir amaca hizmet etmiyor. Benzer kararlar, 2018 yılında da alınmış ancak uygulamalar bu denli somut ve güçlü bir sistematiğe kavuşturulmamıştı. Yeni alınan kararlar doğrultusunda Avrupa Birliği sınırlarına ulaşan mülteciler, kapalı merkezlerde tutulacak ve bunların çoğu doğrudan sınırdışı edilecek.
Cenevre Sözleşmesi geçerli mi?
Avrupa’ya ulaşan mültecilerin üçte ikisinin iltica hakkı bulunmadığını savunan Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in tutumu, bu anlaşmanın ardındaki tutumu açığa çıkarıyor: Tek tek vakalara, tek tek insanlara, onların ne yaşadıklarına, artık kimse dönüp bakmak istemiyor; insanların kaderlerine ilişkin kararlar, kitleler halinde veriliyor. Bu uygulama, oldukça somut ve açık olarak, her iltica talebinin kendi içinde ve adil biçimde incelenmesi gerektiğini öngören Cenevre Sözleşmesine aykırılık teşkil ediyor.
Yeni merkezler:
Sınır hapishaneleri
Avrupa Birliği sınırları içindeki Moria gibi kampların çalışma prensibi bu: İltica davalarının hızla sonuçlandırılması. Moria’da da zaten hiçbir iltica davası, detaylı incelenmedi ama bu, davaların bürokratik gereklerinin hızla yerine getirebildiği anlamına da gelmiyordu. Aylar, bazen yıllar süren iltica davaları sırasında insanlar adayı terk edemiyor ama hiç değilse ada üzerinde özgürce hareket edebiliyordu. Şimdi yeni açılacak merkezler ise kelimenin gerçek anlamıyla hapishaneye dönüşecek; iltica davası sonuçlanmadan hiç kimse bu merkezleri terk edemeyecek.
Anakaraya taşımak ‘pull factor’
Bu uygulamanın pilot örneklerine İspanya’ya bağlı Kanarya Adalarında rastlamak mümkün. Burada da mülteciler, İspanya’nın anakaradaki topraklarına taşınmak yerine adalarda (mesela Gran Canaria’da) kurulan büyük kamplara yerleştiriliyor. 900 civarında mülteci, burada çadır brandası altında ve açık havada uyuyor; 12 duşakabini ve 25 tuvaleti paylaşıyor. Vaziyet öyle ki, adanın başbakanı Antonio Morales Méndez bile Almanya’nın Zeit gazetesine yaptığı açıklamada, “Burada insanlık dışı bir durum var” diyor. Ne ki merkezi hükümet, durumun insanlık dışılığıyla ilgilenmiyor ve mültecileri anakaraya taşımanın yalnızca bir “pull factor” (2) olacağını iddia ediyor.
Mültecinin sefaleti
Avrupa’nın ‘başarısı’
Peki ama bu insanlara ne olacak? Bu sorunun cevabı yok. Adalarda kaderlerine terk edilen ya da denizlere geri gönderilerek ölümün ellerine teslim edilen insanlar, oldukça açık biçimde, bir caydırma aracı olarak kullanılıyor. Avrupa sınırlarındaki kamplardan gelen sefalet görüntüleri ya da medyada günaşırı kendine yer bulan Akdeniz’deki ölümlere dair haberler, Avrupa Birliğinin yönetici kademelerinde kaygıya yol açmıyor; bu gelişmeler, başarılı bir caydırma politikasının propaganda yöntemine dönüşüyor. Öte yandan ama bu politikalar, giderek daha beter biçimlerle görünür olan yeni bir ırkçılığı ve faşist eğilimleri ortaya çıkarıyor. Gran Canaria adasının bazı sakinleri şu günlerde, “Adada parazit istemiyoruz” yazılı dövizlerle eylem yapıyor.
Yoksulluk artıyor ama...
Dünya, koronavirüs pandemisi sonrasında daha adil bir yere dönüşmedi, tam tersine: Pandemi, eşitsizliklerin global düzeyde altını çizdi ve onları derinleştirdi. Zengin ile fakir arasındaki uçurum, hem global düzeyde hem de tek tek ülkelerde daha da belirginleşti. Pandemi dolayısıyla alınan önlemler, birçok ülkede hayatı çok daha fazla insan için yaşanmaz hale getirdi. Yoksulluk ve açlıkla yüz yüze olan insanların sayısı, bir yıl içinde milyonlarca artış gösterdi. Ne ki bu koşullarda sığınmacıların sayısı artmıyor, aksine büyük azalışlar gösteriyor. Örneğin Kanarya Adalarına ulaşan sığınmacıların sayısı, 2006 yılında adaya gelenlerin sayısının dahi yarısından daha az. Dikkat: O zamanlar adada böyle insanlık dışı kamplar da yoktu ve mülteciler iltica dilekçelerini anakaraya ulaştırılmaları ardından hukuki bir çerçeve içinde sunabiliyordu.
Avrupa Birliğinin bu politikaları, Yunanistan ve Balkan rotasında da hedefine ulaştı: Yeni gelen sığınmacıların sayısı, Eylül sonuna kadar yalnızca 58 bindi. Bu rakam, 2015’te gelenlerden yüzde 95 daha az. Almanya’da da iltica taleplerinin sayısı, 2020’nin ilk yarısında 2012’den bu yana en düşük seviyedeydi. Koronavirüs pandemisi başladığında Federal Hükümetin yaptığı ilk şeylerden biri, sınırı mültecilere kapatmak oldu. Bu, sağcıların talep ettiğini hayata geçirmekten başka bir şey değildi. Almanya’nın federal hükümeti bir yandan “dayanışma” sözleri ediyor ve Merkel ağzından duygusal konuşmalar yapıyor; öte yandan sınırlardaki sefaleti keskinleştiriyordu.
Sorunu çözmek değil,
sonuçlarından korunmak
Suriye’deki iç savaş ardından milyonlarca insanın dünyanın farklı bölgelerine dağılması, 2015 yılını göç ve iltica gündemi açısından bir dönüm noktasına çevirmişti. Bu dönem, iltica hareketlerinin yeni dünya düzeninde ne denli merkezi bir rol oynayabileceğinin altını çizmiş; iklim krizine dair tartışmalar bile çoklukla bu gündem ekseninde şekillenmişti. Kapitalizm, sona erdirme ehliyetine sahip olmadığını bildiği yoksulluk, savaşlar ve iklim krizi gibi sorunların kendisini çözmeye değil, sonuçlarından “birinci dünyayı” korumaya odaklanmış görünüyor.
Bütün diskurların (dayanışmacı veya düşman) nesnesi haline gelen, “kitleleştirilen” ve bir sınır-figür olarak toplumsallığın kenarına hapsedilen, üzerinde sürekli tanınma süreçlerinin ve modern sömürgeciliğin tortusunun güçten düşüren (veya “dellendiren”) baskısını duyan bir grubun üyeleri olarak mültecilerin örgütlü bir özneye dönüşerek bu politikalara karşı koymasının da elbette imkânı yok. Toplumsal hareketlerin bu meseleyi “yardım çalışmalarının” dışında politize edip edemeyeceğini ise önümüzdeki yıllarda göreceğiz.
(1) Gulzar’ın öldürülmesine dair ayrıntılı rapor için: https://www.bellingcat.com/news/uk-and-europe/2020/05/08/the-killing-of-muhammad-gulzar/
(2) Göç hareketlerine dair “Push-Pull Modeli”, Everett S. Lee tarafından 60’lı yıllarda ortaya atıldı. Bu teori, insanları kendi bölgelerinden göç etmeye “iten” (to push) ve başka bir bölgeden “çeken” (to pull) faktörleri sıralıyordu. Örneğin işsizlik, açlık, yüksek vergiler, savaş, iklim sorunları gibi faktörler “itici” olarak sınıflandırılırken, başka bir ülkedeki refah, güvenlik ve ayrıca demokratik göç politikaları “çekici” olarak sınıflandırılıyordu.
(3) Veriler için kaynaklar: a&k, Der Spiegel ve Zeit gazeteleri ile Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin verileri.