O gece oradaydım

Nuredin Anyığ Diyarbakır Zindanı’nda bedenini ateşe veren Dörtlerden Eşref Anyığ’ın kardeşi. Daha 15 yaşındayken abisi Eşref ile birlikte Diyarbakır Zindanı’ndaydı. Dörtler bedenlerini ateşe verdiği günü anlatan Anyığ, ’’O gece oradaydım. Ben bir alt koğuştaydım. Sesleri dinliyordum. Ama kimse bana bir şey söylemedi. Uzun zaman sonra tahliye oldum. Eve gelmiştim. Herkes sarıldı. Kimsenin yüzü gülmüyordu. Annem, Eşref’in yanmış giysilerini önüme serdi. O zaman öğrendim’’ diyor.
ALİ ÖZŞERİK / ZÜRİH
Nuredin Anyığ uzun süredir yaptığı portre ve sürrealist resimlerle beğeni topluyor. İsviçre’de sürgünde yaşayan ve resimleriyle Avrupalı sanat çevrelerinin de dikkatini çeken Nuredin Anyığ, yeni sergisinin hazırlıklarını sürdürüyor.
Ressam Nuredin Anyığ 1982’de ”Teslimiyet İhanete, Direniş Zafere Götürür!” şiarıyla bedenlerini ateşe veren Dörtlerden Eşref Anyığ’ın kardeşi. 1965 Siverek-Arabug köyünden olan Anyığ, göç ettikleri Viranşehir’de büyümüş. ”Yoksul bir ailemiz vardı ve ben çocukluğumdan itibaren çalışmak zorunda kaldım, o nedenle okula gidemedim. Okuma yazmayı kendi kendime öğrendim” diyen Anyığ’ın hayatında Apocu hareketin yeri büyük.
Anyığ’la hem resimlerini hem de şehit ağabeyi ve tanıklık yaptığı tarihi gelişmeleri konuştuk.
Resimlerinizde Özgürlük Hareketi içerisinde yer alan, mücadele eden, şehit düşen isimler dikkat çekiyor. Sizin mücadeleyle tanışıklığınız ne zamana dayanıyor?
1977-78’de devrimci değerlerle ve Apocularla tanıştım. Doktor Baran, Mustafa Karasu, Rıza Altun, Hayri Durmuş ve sonraki yıllarda Kemal Pir gibi o dönemin önemli kadrolarından etkilendim. O zaman gençlik sürekli marksizmi tartışıyordu. Okumamak bende bu nedenle dayanılmaz bir isteğe dönüştü. En temel amaç edindim ve öğrendim. Ardından ‘Sosyalizmin Alfabesi’, ‘İşçiler Neden ve Nasıl Sömürülüyor’ kitaplarıyla devrimciliği öğrenmeye ve anlamaya başladım. Bu süreçten sonra 14-15 yaşlarında artık Apocuların ve faaliyetlerinin bir parçasıydım.
Aynı süreçte ağabeyim Eşref Anyığ hastanede çalışıyordu ve profesyonel olarak Apoculara katıldı. Türk ordusu ile çatışmada yaralı yakalandı ve 18 Mayıs 1982’de kendini yakan Dörtlerin arasındaydı. 12 Eylül 1980 darbesinden 1 ay sonra da ben yakalandım. Diyarbakır cezaevinde 3 yıla yakın kaldım. Toplamda 17 yılımı Diyarbakır, Bursa, Nazilli vb. cezaevlerinde geçirdim.
Resim yapmaya cezaevinde mi başladınız?
Aslında değil. Çocukluğumda başka işler yanında fotoğrafçılık da yaparak ailemin geçimine katkıda bulunuyordum. Resimler üzerinde teknik olarak çalışmış olmam, beni resim çizmeye itti. Çocukluğumda başlayan bir ilgi. Eşref de resim çizerdi, ondan da etkinlendim. Siyasi faaliyetler döneminde resmi bırakmak zorunda kaldım. Cezaevinde şartlar uygun olmadığı için de resim çizemedim. Cezaevi sonrası karakalem çizmeye başladım. Çizimlerim geliştikçe çizgilerimde daha bir olgunlaşma başladı. Yani el yordamıyla çizgilerime kendim yön verdim. Bir süre sonra çizginin bilincine vardım. Daha çok şehit resimlerini, çevremdekileri çizmeye başladım. 90’lı yıllarda yine yakalandım ve Diyarbakır cezaevinde tuval üzerine çizmeye başladım. PKK’nin ilk kadrolarından Ali Oruç ile aynı cezaevindeydik. Oruç’un sanata yaklaşımından etkilendim ve bu da bana yön verdi. Cezaevi şartlarında ayakkabı boyası, karakalem ile çalıştım. Hawar dergisine kapak çizmeye başladım. O dönem koğuşlar arası resim yarışmaları da düzenliyorduk.
Resimle aranızdaki bağı nasıl tarif edersiniz?
Bazı insanlar kitap yazar bazıları şiir. Ben de resimle kendimi ifade ediyorum. Bir resimle, bir romanı anlatmak gibi bir şey bu. Örneğin Ahmet Kaya’nın ölümünü bir resimle anlattım. Dışarıda herkes bunu kopyaladı ve kullandı. Esas olarak portreye hakimim. Başkan Apo’yu ve diğer öncülerimizi de çizdim. Ben portredeki ifadelerle çok şeyi anlattığımı düşünüyorum. Yüz hatları, bakış, gözlerdeki derinlik, ifade biçimi gibi her ayrıntıya bir anlam vermeye çalışıyorum. Zamanla sürrealist resimler de çizdim. Newroz ve Zekiye Alkan insan bedeninde direnişin somutlaşmasıydı. Sanat zaten imgenin biraz simgeye dönüşmesidir. Sürrealist resimleri daha da çoğaltma çabası içindeyim.
Sizin için bir mücadele alanı sanki resim?
Elbette öyle. Dünya devrim tarihlerini okudum. Vietnam’da Saygon, bizde Diyarbakır vardı. Bizde de en azından Saygon’u aratmayacak ve hatta onu da aşan uygulamalar ve direnişler vardı. Biz Saygon’dan direnişi öğrendik. Ama artık Diyarbakır’dan bir şeyler öğrenmeliydik, direnişi halka taşımalıydık ve ardıllarımız bu direniş mayasıyla mücadeleyi devam ettirmeliydiler. Direnenlerin de temel amacı buydu. Kendi cephemden bu kahramanların anısına bağlılığımı kalıcılaştırmalıyım diye düşündüm ve resim benim için en iyi ifade biçimi oldu. Bu kahramanlar çoğaldıkça, sanat alanında da resime, edebiyata, romana, heykele dönüştü. Bunlar simgeleşerek diğer kuşaklara bu yolla akmaya devam ediyor.
Mücadele içinde olmanız çizgilerinize nasıl yansıyor?
Elbette yaşamak ve hissetmek olmadan çizemezsiniz. Ehmedê Xanê gibi efsaneleri okudum. Bunun günümüze resmedilmesi zordu. Ama Mazlum Doğan’ın Kawalaşması resmedilmeliydi. Kürtlerin ateşle ilişkisinin hem mistik hem de günlük yaşamda önemi ile Dörtler’in tarihimizde ateşle yarattığı aydınlık resmedilmeliydi. Hele onların yüzlerindeki kanıksama, normal bir şey yapıyorlarmışçasına bakışları resmedilmeliydi. Bu kahramanları halka taşımak insanlığa mal etmek benim için bu değerlere bağlılığın bir gereğidir. Onları tanıdım, onları yaşadım ve hissettim. Cezaevinde iken acaba sesimiz insanlara ulaşır mı diye kaygılıydık. Faşizm bize sizi duyan olmayacak ve biteceksiniz diyordu. Ama bu kahramanlıklar resim oldu, roman oldu, şiirlere yansıdı ve dışarı çıktı.
Şu an üzerinde çalıştığınız çalışma yada bir projeniz var mı?
Hollandalı Ressam Marcel Westerhof ile ortak sergi çalışması var. Temel amaç sergiyi Kürdistan’da açmak olacak, olmazsa Almanya ve İsviçre’de sergiyi açmayı amaçlıyoruz.
Kürtlerin edebiyat ve sanatta gelişimi için neler önerirsiniz?
Genelde Kürdistan’da toplum yapısı itibarıyla köylü ve küçük burjuvadır. İşci sınıfı değerleri çok fazla değildir. O nedenle sanata yaklaşım zayıftır. Bunun bilincinde olan herkes sanata eğilerek halkımızın ihtiyacı olan sanat ve edebiyatı geliştirmelidir. Ehmedê Xanê’miz var deyip bununla yetinemeyiz. Yeni edebiyat ve sanatımızı geliştirmeliyiz. Bunun sorumluluğu gençliktedir. Kültür ve tarihimizin devamı ve miras olarak kalması gençliğe bağlıdır. Bunun için de egemen devletin dili değil kendi orijini ile kendi diliyle yapmalıdır.
Ben motif ve desenlerimi halkımızın değerlerinden alıyorum. Yaptıklarım devrim değerlerinin bir ifadesidir. Eğer bunu yapmazsak hem diasporada hem de Kürdistan’da giderek yok oluşa gideriz. Mücadelesini sanatıyla buluşturamayan toplumların, gelecek kuşaklara köklü bir miras bırakması söz konusu olmayacağı gibi, kuşakların da yabancı toplumlar içinde erimesine neden olurlar.
Ağabeyim Eşref
Eşref ağabeyim, benden beş yaş büyüktü. Ailenin ikinci çocuğuydu. Biz yedi kardeşiz. Dört kız, üç erkek. Üç erkek kardeşin ikincisiyim. Bir küçüğüm olan İbrahim Anyığ 1998 yılında şehit düştü. Eşref, ailenin en büyük oğlu olduğu için sorumluluk sahibiydi. Genç yaşta aileye ekonomik gelir sağlamak için calışmaya başladı. Bu yüzden sadece ilkokulu okuyabildi. Ama kitap okumayı asla bırakmazdı. Daima yanında kitapları olurdu. Ailenin en neşelisi, moral kaynağı, espiri yeteneği olan bir yapıya sahipti. Bu yapısından dolayı arkadaşları ve akrabalarımız tarafından da çok sevilirdi. Benim için ise daima bir güven, güç, moral ve ilham kaynağıydı. Geceleri bana kitap okurdu. Darağacında üç fidan, Ernesto Che Guavera’nın hayatını anlatan kitapları okuduğunda çok etkilenmiştim. Ağabeyim girdiği ortamda kendini hemen hissettirirdi. Çukurova’ya gider tarım işçiliği yapardık. Çalışmaktan asla şikayetçi olmazdı.
Resim yapar şiir yazardı
Apocu hareketin ilk örgütlenmesinde yerini aldı. Urfa’nın Viranşehir ilçesinde Kazım Demirtaş, Abdullah Hançer, 15 Ağustos atılımı komutanlarından Bedran, Mustafa Gezgör, Veysi Badem, Yılmaz Dağlum ve Eşref Anyığ özgürlük mücadelesinin ilk militanlarıydı. Çok seri ve hızlı çalışmaları sonucu, ilçede hareketin kitleselleşmesini sağladı. İşte 70’li yıllarda böylesi bir ortamda ben de çalışmalarına tanık oluyor ve çok etkileniyordum. Bu devrimci arkadaşların yaklaşımları, fedakarlıkları, saygınlıkları, sempatik kişilikleri beni daha çok onlar gibi olmam gerektiğini hissettiriyordu. Esref’in el yazısı çok düzgün ve güzeldi. Aynı zamanda resim yeteneği de vardı. Bazen bana çizimler yapar, ben de boyardım. Şiir yazardı kimi zaman. Sesi güzeldi. Ses tonu etkileyiciydi.
Mücadelenin ilk yıllarında Siverek, Hilvan’da savaş, sömürgecilerin ve yerli işbirlikçilerinin örgütlenmelerine karşı başlaması ile oraya gitti ve saflarda yerini aktif olarak aldı. Bucak ve Süleymanlar aşiretine karşı mücadelede başarılı bir savaşçıydı. Yaptıkları eylemleri duyar, gururlanırdık. Zaman zaman fırsat bulduklarında eve gelirdi. Gece gelirdi arkadaşlar ile üstlerinde de şarjör kutuluğu, ellerinde uzun namlulu tüfekler. Bana Tanrı’nın yarattığı kutsal adamları gibi, kurtarıcı melekler gibi görünürlerdi. Onlarla gitmeyi çok istiyordum ama yaşım küçük olduğu için, buna izin vermiyorlardı. Sonraki yıllarda onlar gibi olmanın gerekliliğini sorumluluk olarak yaşadım.
Dörtlerin ateşi
12 Eylül faşist darbesi yıllarında, Diyarbakır askeri cezaevindeydik. Birçok hareketin mensupları vardı. Ama darbeye karşı direnen sadece PKK militanlarıydı. Devrimci önderler şahsında özgürlük mücadelesi bitirilmeye çalışılıyordu. Teslimiyet, ihanet dayatılıyordu. İşkencelerin dozu giderek şiddetleniyordu. PKK dışında kalan bütün örgütler teslimiyeti kabullenmiş hatta ‘PKK militanları teslim olmadığı için işkenceler bitmiyor’ diyorlardı. İşte bu yıllarda, PKK’nin önder kadroları ölüm orucu, açlık grevleri ve aktif olarak mahkemelerde mücadeleyi sahiplenme ve savunma ile dönemi karşılıyorlardı. Mazlum Doğan Newroz gecesi üç kibrit çöpü yakarak, direnişe yeni bir boyut getirdi.
Mazlum Doğan’ın eylemini duyan Ferhat Kurtay, Eşref Anyığ, Necmi Öner ve Mahmut Zengin direnişi daha da büyüterek TC’nin bitirmeye çalıştığı özgürlük mücadelesini, bir meşale olarak devralıp, Mazlumların çoğalması gerektiğine karar verdiler. Ve 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece, faşizmin karartmaya çalıştığı özgürlük mücadelesi, dört yoldaşın bedeninde meşaleleşerek Kürdistan’ın özgürlüğe giden yolunu aydınlattı. Kendi bedenlerini ateşe veren dört yoldaşın sloganları ile gece aydınlandı.
O gece ben de oradaydım
Ben bir alt koğuştaydım. Sesleri dinliyordum. Sonra üstümüzdeki koğuşun pencere camları kırılmaya başlandı. Sesler yükseliyordu. Koşturmaca vardı. Su getirin seslerini duyuyordum. Bağrışma, çağrışma sesleri geliyordu. Sonra askerlerin koğuş önünde toplandığını duydum. Yaşım henüz on beşti. Korkuyordum, üstteki koğuşta neler oluyor bilmiyordum. Ama iyi şeylerin olmayacağını biliyordum. Yoldaşlarımızın işkence altında inlediğini çok duymuştum ama bu kez inleme değil ve daha farklı şeyler yaşanıyordu.
Ertesi gün koğuşta kalan birçok arkadaş ne olduğunu bilmelerine rağmen kimse bana bir şey söylemedi. Uzun zaman sonra tahliye oldum. Eve gelmiştim. Eve girdikten sonra herkes sarıldı. Ailemin hepsi yanımda ama kimsenin yüzü gülmüyordu. Bunu sorduğum zaman da annem, Eşref’in yanmış giysilerini, kanlı ve yanmış elbiselerin kalan parçalarını, hastanede sardıkları kanlı çarşafları önüme serdi. İnanamıyordum.
Yaşadığım 18 mayıs gecesinin o bağrışmaları ‘su getirin’ sözleri bir anda hafızamda canlandı ve ağabeyim Eşref’in artık aramızda olmadığını çabuk anladım. Annem bayılmıştı. Kız kardeşlerim ağlaşıyor bana sarılıyorlardı. Ben ise buz kesmiştim. Uyuşmuştum, hissizleştim. Görüntüler vardı ama hiçbir şeyi duymuyordum bir an. Sonra yalnız kalınca hıçkıra hıçkıra ağladım. Kendimi tutamıyor, hakim olamıyordum.
Direniş devam etti
Daha sonra babam, olayın oluşunu, gelişimini, savcının kendisine anlattığı kadarıyla bana anlattı. Ben de yaşadıklarımı anneme babama anlattım. O zamanlar baskı ve zulüm çok hakim olduğu için bu eylemden ve yaşatılan zulümden kimse söz edemiyor, yazamıyordu. Ama direnişler devam etti ve ardından 14 Temmuz Direnişi gelişti. Sonuçlarına baktığımızda bu direnişle 12 Eylül faşizminin bitirme politikası boşa çıkarıldı. Direnişler ülke ve dünyanın her yerine yayıldı. Eşref ağabeyim hala bana örnek ve büyük güç kaynağı olmaya devam ediyor. Yaşadığım sürece de onu rehber almaya devam edeceğim.
Halkımızın özgürlük mücadelesinin büyük değerleri olan Dörtler’i saygı ve minnetle anıyor, anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Bir de anılarına ithafen bir şiir var buraya yazmak istiyorum.
Dörtler’in ardından
Bir baharın Mayıs’ı
Mayıs’ın on sekizi
Bir kıvılcım alevi
Aldı kör karanlıklar
Kaynadı zindanlar
Görmeliyiz onları
“Tarihin şen çocukları Halkımın kahramanları” Geldiler
Ellerinde jop, kalas
Sedyelerle beraber İnanmıyorlardı
Ne Naze’de ne Anzar’da
Ne Sayon’da
Diyarbakır zindanından başka
Umuttur
İnsanı Karanlıklardan aydınlığa kavuşturan
Bu Haki Karer’in
Mezarının başında
Çakılan son selamdı
