Özgürlük mücadelesi ve Orta Anadolu Kürtleri


Birçok büyüğümüz, özellikle de kuraklık dönemlerinde, Sivas’ın batısı için, “Vir a Welatê Rom ê, tiştek lê narûzê” der. Türkçesi, “Burası Rom memleketi. Hiçbir şey yetişmez!” Bu öylesine söylenmiş bir söz değil. Nasıl mı?
Birincisi, Anadolu’yu ilk fethedenlerin Türkler değil de Anadolu Kürtlerinin ataları olduğunu tarihsel verilerden biliyorum. İlk geldiklerinde (1050) Kürdistan’ın veya Fırat’ın batısı Rom’a (Bizans) ait olduğu için bu ismi verdikleri bilinçaltlarında kalmıştır.
İkincisi, Orta Anadolu’nun kendi ülkeleri olmadığını vurguluyorlar ki, doğrudur.
Üçüncüsü de, buranın kurak, işe yaramaz, hiçbir şeyin bitmeyeceği bir yer olduğunu belirtmek istiyorlar. Yağmurun yağmadığı, ağacın olmadığı, bir çölden farksız olan bölgede Osmanlıların Kürtleri dağıtma siyasetini belirtmek için bu deyim kullanılıyor. Buna bağlı olarak aynı zamanda geldikleri ülkenin bereketli ve daha güzel olduğunun dışavurumudur.
Yine o atalarımız, “Güneşe karşı küçük su dökmek günahtır” benzeri sözler ederdi; bu da onların hangi dine mensup olduğunun bir kanıtıydı. Bunun bugün tarihsel belgelerle de açığa çıkmış olması da, bu sözlerin bir toplumsal ve dinsel tabanının olduğunu açıkça belirtir.
Son olarak da onlar bazen, “Biz Xerpet’ten...”, bazen “Berêz’den...” bazen de “Xorasan’dan geldik” derlerdi. Tarihi araştırmalar bunu ispatlıyor. Xerpet’in Elaziğ, Berêz’in de Riha ve Kobanê’de Berazî aşiretinin yaşadığı bölge ve Xorasan’ın da İran’da olduğunu araştırmalardan sonra öğrendik. Atalarımızın bütün bu yerlerde yaşadıklarını ve Osmanlılar tarafından oralardan kopartılarak zorla (evet zorla...) 1698’de çöl olan Konya ovasına bırakıldıklarını öğrendik. Osmanlılara karşı isyan eden aileleri üçer beşer değişik köylere dağıttıklarını öğrendik.
Dört koldan asimiasyon
İnsan bir kere yerinden yurdundan koparılmayagörsün, rüzgarın önünde savrulur gibi oradan oraya atılır, her gün ve her yıl ulusal değerlerinden bir şeyler kaybedersin. Bizim başımıza da işte o geldi. Deryalar kadar zengin olan sözlü kültürümüz, gelenek ve göreneklerimiz, el işlerimiz kısaca bize ait olan her özellik gün be gün zayıfladı. 1980’li ve 90’lı yıllara geldiğimizde uçurumun kenarındaydık. Artık varlığımız tartışma konusu olmaya başlamıştı. Konya’da, Ankara’da veya başka bir şehirde okuduğumuzda çoğumuz artık, “Biz Türk’üz” demeye ve kendi kültürümüzden utanmaya başlamıştık. Bizzat biliyorum ki birçok arkadaşım, anne ve babalarının kendilerini ziyarete gelmesini istemiyordu; çünkü Kürt oldukları anlaşılacak ve arkadaşları önünde mahçup olacaklardı. Böylece kendi kimliğimizden derin bir ruhi kopuş içine girmiştik.
Bu kopuşa sebep olan birçok faktör vardı; toplum, dört koldan devletin özel politika taarruzları altındaydı, asimilasyon eleğinden geçiriliyordu. Kollardan biri cami hocaları idi; onların mantığında Kürt olmak ve Kürtçe konuşmak sanki günahtı. Toplum içinde bilinçli olarak bu algı yaygınlaştırıldı. Bir kol öğretmenlerdi; Kürtlüğün cahillik, vahşilik ve eşkıyalıkla eş anlamda olduğunu, Kürtçe’nin medeniyet dışı bir dil olduğu algısını yaymaya çalıştılar. Bir diğeri de askerlikti; Türk’ün sadece itaat edilmesi gereken, emir veren, döven, istediği kadar hakaret edebilen, karşı çıkılmaması gereken biri olduğu algısı ile Kürtler köleleştirilmeye çalışıldı. İmamların, “Kürtler cin kavmindendir” gibi saçmalıklarını ve öğretmenlerin “Kürtçe işe yaramaz, kim konuşursa döverim” despotlukları ile parmak uçlarıma vurduğu sopaların bıraktığı acıyı hala hissederim. Bütün toplum Türkçülük tenceresine konularak işkence edildi.
Tarihimiz direniş tarihi
Tam 50 yıl önce: Biz çocuklar, kimseden duymadığımız halde, gökyüzünden bir uçak geçtiğinde veya iki asker evimizin önüne geldiğinde nasıl kaçtığımızı, kendimizi bir çukura veya bir taşın arkasında nasıl sakladığımızı hatırlıyorum. Çünkü bunların bize sadece ölüm, yıkım ve sürgün getirdiği bilinçaltımıza yerleşmişti. Caminin önünde askerlerin yaşlıları hiçbir neden yokken nasıl dövdükleri gibi bir sürü olaya şahit olmuştuk. Ama Berazîlerin çorak topraklarından doğan güneş, bir askeri görünce ödü kopan Kürtlerin kaderini değiştirdi. Bizim de kaderimizi değiştirdi. Düşürülen bir halkın elinden tutarak ayağa kaldırdı. Atası Med Kralı Diyako’nun (MÖ 715-675) yaptığı gibi Kürtleri tepeden tırnağa bir düzene, örgüte, direnişe koydu ve zafere yürütüyor.
Bu örgüte Kürt halkının en güzel binlerce evladı katıldı. Hiçbir çıkar gözetmeksizin halklarının geleceği için fedailer kervanına katıldılar ve katılımları hala devam ediyor. Kuşatılmış, içi boşaltılmış, düşürülmüş, kendi kimliğinden uzaklaştırılmış çorak Anadolu topraklarından da binlerce genç, bu mücadeleye destek verdi ve veriyor. Bunlardan kimi doktordu, kimi avukat, kimi mühendis... Ama sistemin sahte geleceğine aldırış etmeden, atalarının “Her gün esir yaşamaktansa bir gün başı dik ölmeyi tercih ederim” şiarıyla uluslarının özgürlüğü için yola koyuldular. Bir kısmı şehitler kervanına katılırken bir kısmı hala aktif mücadele içinde. 15 Agustos Atılımı’ndan önce eve hapsedilen, alınıp satılabilen derecesine getirilen kadın ve kızlarımız, artık en azılı vahşilere bile kök söktürmekte ve savaşın ön saflarında yerini almaktadır.
Reşi Gediği unutulmadı
Eski başbakan Bülent Ecevit gibiler de Orta Anadolu Kürtlerini örnek vererek, “Bakın, Kürt sorunu diye bir sorun yoktur; sorun geri kalmışlık ve terör sorunudur” diyordu. Evet, Orta Anadolu Kürtleri büyük bir ekonomik atılım yarattı. Türkiye’nin en zengin köy ve ilçelerini yaratılar ama özgürlüğün zenginlikle, parayla alınamayacağını, altın kafesteki keklik gibi “Vatan vatan” demeyi hiçbir zaman unutmadı. Her şeyi teperek bu uğurda fedakarlıktan kaçmadı. Anadolu Kürtleri, devletin inkar ve imha siyasetini ve Toros Dağları’nda “Reşi Gediği”nin atalarının kafalarıyla nasıl doldurulduğunu asla hafızasından silmedi. En azından bunu bilinçaltında sakladı ve saklıyor.
İşgalciler, Kürtleri sürgün etti, iradelerini esir almak istedi, asimilasyona tabi tuttu, para ve zenginlikle kandırmak istedi, cahil bırakmak istedi ama başarılı olamadı. Anadolu Kürtleri, anavatandaki kardeş mücadelesini, yanan özgürlük meşalesini önce bir süre izlediler, tarttılar, sonunda kurtuluş mücedelesinde canını ortaya koyanların “kahve köşelerinde bir kuran bir yıkanlardan” farkını görerek onlara inanmaya başladılar. İnanmaları biraz zaman aldı, çünkü öyle ezilmişlerdi ki gözleriyle görmedikten sonra inanmayacak duruma getirilmişlerdi. Gözleri ile fedakarlığı, kahramanlığı, fedailiği, halkının özgürlüğüne aşık olan oğul ve kızların mücadelesini görünce onlar da seyirci kalmadı ve dağın yolunu tuttu.
Hacı Dumanlıdağ
Bu yolun ilk yolcularından birini asimilasyon değirmeninin sıralarında tanımıştım. O, sessiz, sakin, kararlı, pehlivan cüseli, yiğit ve korkusuz insan Hacı Dumanlıdağ‘dı. Gitmesi bende ve çevresinde derin izler bırakmıştı. Yıllar sonra da şehitler kervanına katıldığını duymuştum. Hüzün ile övünç duygusunu birlikte yaşatmıştı. Evet, ölüm her zaman var olacaktı, doğal bir ölüm çabuk unutulur giderdi ama şehitler kervanına katılanların ve ülkesini işgalden kurtaranların ölümü başkadır; unutulmaz! Onların ismi binlerce yıl tarihe altın harflerle yazılacak ve torunlarımız onlardan gururla bahsedecek. Çünkü onlar, insanlığa mal oldu. Ezilen Süryaniler, Asuriler, Ermeniler, Çerkesler ve daha niceleri, elde ettikleri hakta onların emeğini görecektir ve saygı duyacaktır.
Anaların ağıtları
Köyümüzde (Bulduk) Doğan soyadlı iki doktor adayı vardı, İstanbul’da okuyorlardı. Bir ara gerillaya katıldıklarını duyduk, daha sonra babalarının evine gelen asker, şehit düştüklerini söyledi. Onun dışında bir haber alınamadı.
Bu diriliş sadece okuyanları etkilemedi; koca bir halkın bütün katmanlarını etkiledi ve ondan çelik iradeli, yenilmez bir kuvvet çıkardı. Köyümüzde sessiz, sedasız, gariban bir çocuk vardı. Adı Salih idi. Askere gitti. Eskisi gibi davullu, zurnalı, halaylı bir gidiş değildi tabii; gariban anasının gözyaşları arasında yola koyulmuştu. Bir gece annesinin kapısı çalındı. Anne, “Kim o” dedi korkuyla. “Benim anne, Salih!” Telaşla kapıyı açtı: “Hayırdır oğul, bu saatte habersiz niye geldin?” “Sorma anne beni öldürecekler, firar ettim” diye yanıtladı oğul. “Nasıl olur oğul, niye firar ediyorsun, devlete karşı gelinir mi?” dedi annesi. “Gelinir ana, gelinir. Ben gerillaya gideceğim.”
Salih öyle demişti demesine ama köle zihniyetli akrabaları “Devlete karşı gelinmez” diyerek çocuğu teslim ettiler. Bir hafta sonra Kürt düşmanı işgalciler, Salih’in işkence edilmiş cenazesini annesine teslim etti. Anne, şu ağıdı yaktı:
Lawo lawo Salîa lawo
Lawo Roma Reş bi qûrbano
Min xwelî bi serî sebebo
Ji ber te ve herim serî çîya yo
(Salî oğlan Sali oğlan
Siyah Rom sana kurban olsun
Toprak başına, ben sebebin toprak başına
Senin yerine ben dağa gideceğim)
Cemil Barlas (Omerê Direj), yıllar önce Avrupa’ya gelen, oturum alan, çalışan binlerce Kürt’ten biriydi. Fakat bir gün, o güne kadar kazandığı her şeye sırt dönerek halkının kurtuluş mücadelesinde yer aldı ve şehit düştü. Onun annesi de ardından şu ağıdı yaktı:
Min got: Dilê min tine tine
Heş li serî min tunin, bêne min çiqesî dalxine
Gotin: Yekî Qonyalî li çîyayî Mêrdîne kuştine
Gotin: Kincê diriyanê, lêvê qeliştinê
Min got: Tu here ku va Cemîlê minê.
(Dedim, gönlüm tin tin vuruyor
Aklım başımda değil ve kafam dağınık
Dediler: Konyalı biri Mardin dağlarında vurulmuş
Dediler: Giysileri yırtık, dudakları çatlak
Dedim: Herhalde o benim Cemilim.)
Orta Anadolu Kürt’ü bütünleşti
Evet, Anadolu Kürtleri, kardeşlerinin özgürlük mücadelesine seyirci kalmayarak çok acı da olsa bunlar gibi yüzlerce şehit verdi. En güzel canlarını kutsal topraklara gömdü ama bundan asla pişman olmadı ve gerekirse binlercesini daha vermeye hazır. Çünkü onlar esaretin, sürgünün, vatandan koparılmanın acısının ne olduğunu yıllarca yaşayarak öğrendi. Su verilmiş demir gibi yüzyıllarca işgalcilere karşı direndiler, sürgün yediler, asimilasyona tabi tutuldular, öldürüldüler ama kitaplarına ihaneti ve teslim olmayı asla yazmadılar. En zor dönemlerinde bile özgürlük ateşini yüreklerinde canlı tuttular. En karanlık dönemlerde özgürlük aşkını yüreğinde canlı tutan bu halk, bugün küçülmüş olan dünyada bunu taçlandırmaya kararlı.
Artık karanlığa ışık olan önderliği, partisi, gerillası ve her coğrafyadaki kardeşleriyle bütünleşen Anadolu Kürtleri, siyasetini, tercihini net olarak ortaya koymuştur. Bu coğrafyadaki Kürtler aydınlanmıştır ve siyasi oyunların ve inkarın farkındadır. Devletin din, kardeşlik, bayrak, vatan gibi sahte söylemlerinin farkındadır. Devletin ve onu yöneten AKP gibi ziniyetlerin hala inkar ve imha politikasından vazgeçmediğinin bilincindedir. Bunu Dersim, Roboskî, Kobanê, Suruç, Ankara, Sur, Cizîr ve daha onlarca yerde gördü.
Orta Anadolu Kürtleri, siyasetiyle, malı ve canıyla ulusal kurtuluş mücadelesinin yanında yerini almıştır ve bunun için her türlü bedeli de göze almıştır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Kendi küllerinden yeniden doğmayı başaran bu halkın ve onun bir parçası olan Orta Anadolu Kürtlerinin kurtuluş mücadelesi, er veya geç özgürlükle taçlandırılacaktır; buna hiçbir güç engel olmayacaktır. Tarih herkese öğretmiştir ki, işgalcilerin silahları ne kadar güçlü olursa olsun, özgürlüğü için ayağa kalkan bir halkı hiçbir güç durduramaz. Bizimki de öyle olacaktır.
Erkan Yalçın (Şoreş Konya):
1975 Cihanbeyli doğumlu. 11 Mayıs 2006'da Gabar'da şehit düştü.
Genco İşcan (Alişer Konya):
1971 Karacadağ doğumlu. 1994’te Koçgiri’de şehit düştü.
Gülnur Akgül (Mizgîn Newal):
Konya’nın ilk kadın gerillası. 1994’te Amed’in Kulp ilçesinde şehit düştü.
Genco İşcan (Alişer Konya):
1971 Karacadağ doğumlu. 1994’te Koçgiri’de şehit düştü.
Hacı Dumanlıdağ (Savaş):
Cihanbeyli doğumlu. 16 Temmuz 1992’de Başkale’de şehit düştü.
Songül Kaya (Arjîn):
1977’de Kulu/Tavliören Köyü’nde doğdu. 1999’da Amed’de şehit düştü.
ŞOREŞ REŞÎ
Erkan Yalçın (Şoreş Konya):
1975 Cihanbeyli doğumlu. 11 Mayıs 2006'da Gabar'da şehit düştü.

Genco İşcan (Alişer Konya)
1971 Karacadağ doğumlu.
1996’te Koçgiri’de şehit düştü.

Gülnur Akgül (Mizgîn Newal):
Konya’nın ilk kadın gerillası. 1994’te Amed’in Kulp ilçesinde şehit düştü.

Songül Kaya (Arjîn):
1977’de Kulu/Tavliören Köyü’nde doğdu. 1999’da Amed’de şehit düştü.

Hacı Dumanlıdağ (Savaş):
Cihanbeyli doğumlu. 16 Temmuz 1992’de Başkale’de şehit düştü.

Cemil Sait Barlas (Uzun Ömer): Fotoğrafta en önde bayrak taşıyan gerilla. 1967 Konya/Kulu/Tavşançalı Köyü doğumlu. 3 Temmuz 1989'da şehit düştü.

Gökhan Gürcan (Sipan Konya):
1977 Konya doğumlu.
12 Ekim 2005’te Botan’da şehit düştü.
