Revizyonist faşist!

(Aklınızda olsun diye söylüyorum, bazı insanlar, bir sembolün, bir sloganın arkasına saklanıyor ama ne olduğunu bilmiyor.)
Yıllar önceydi. Karadeniz’in küçük bir kasabasına şiir dinletisine davetliydim. Ezelden beri "Bozkurt yuvası" olmakla ünlü kasabaya gitmek için Harem’den otobüse bindiğimde, bir otağa veya camiye girdiğimi zannederek şaşırdım. Yolcuların kıyafetleri, bakışları, şöför mahallindeki takılar ezber bozucuydu. "Bu da kim?" dercesine beni mitralgözleriyle tarayan bakışların eşliğinde koridor kenarında oturan yolcudan "geçiş izni" istedim. Çember sakallı komşum sakalımı beğenmemiş olacak ki, "la havle" çekerek kalktı. Yolcular merakla bana bakıyorlardı. "İçlerinden biri" olmadığım belliydi; "dışlarından biri"ydim. Yerime otururken hayat bilgim gereği inisiyatifi ele geçirmeyi düşündüm. Yerime oturur oturmaz, kitabımı açıp defterime not almaya başladım. Arada bir kitaptan başımı kaldırarak otobüste göz gezdiriyor, yolcuları "şüpheli şahsı!" izlerken yakalıyordum. Yanımdaki kişi, bir kaz daha "la havle" çekerek, dini kitabını kapatıp arka koltuğa göç etti. Boşalan yere kitapları, ezberlemem gereken şiirleri serpiştirerek rahatladım. Gerilim şoförün de ilgisini çekmiş, birkaç kez beni süzerken yakalamıştım! "Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman" sloganına uygun, üç hilalli yüzüğü ve kolyesiyle Türkçülüğün tüm işaretlerini takınmış bir şofördü.
Seyir halindeyken, araç telefonu çalıp, muavin ismimi hecelemez mi? Şaşırdım. Siyasi tedbir gereği otobüsün plaka numarasını verdiğimden evdekilerin aradığını zannederek meraklandım. Yanılmışım. Beni davet edenler arıyormuş. Şaşırmıştım. Şöföre "misafirleriyle" ilgilenmesini tembihliyorlardı. Bu "taşra inceliği"ne sevinmiştim lâkin "aması" vardı. Tepeden tırnağa milliyetçi sembollerle bezenmiş şoföre "emanet" edilmemden dolayı içimi-dışımı sıkıntı basmıştı. Bildiğim tüm şiirleri, bilmediğim tüm duaları okuyarak beklemeye başladım. Başa gelen çekilirdi, halkla gelen düğün bayramdı! Mola yerinde, "ihtiyaç molası" verilince "taktik" gereği en son indim. Dışarıda "emaneti" bekleyen şoför, "misafirimizsiniz" diyerek koluma girmez mi? Lokantaya yürürken, "Gören olursa siyasi hayatım biter!" diye tasalanıyordum. O bölgenin insanıydım, siyasi hayatım oralarda geçmişti. Telefonla başlayan şoförle süren hikaye kısa metraj film gibiydi. Türkçülüğün kutsallarını takmış takıştırmış birinin kolunda görünme ihtimaliyle lokantaya girdik. Olup bitmeyeni sindirmek için "ihtiyaç molası" bahanesiyle kalktım. Oysa, içeri girince insanın şiirinin, aşkının geri kaçtığı mekanlar gibi, insanın çişinin geri kaçtığı tuvaletlere hiç gitmezdim. Yalandan yere oyalanıp döndüm. Keyif ve keşif dolu sürprizlerin beni beklediğini hissediyordum. Şoförlere ayrılan masaya oturduğumuzda, "Nerelisin? Ne iş yaparsın?", "Ziyaretinizin sebebi hikmeti nedir?" gibi klasik sorular başladı. Sıranın "İnce sorguya!" geleceğini bildiğimden muhabbete sınır çekmek için, "Komünistim" dedim. Şaşırsa da, "Dert değil, hepimiz Türk’üz" diye ilk hamlemi geçiştirdi. Somut şartların somut tahlili gereği; ikinci hamleyi yapmakta gecikmedim. "Bütün uluslara, halklara saygım var ama ben Türk değilim" der demez, "Dert değil, hepimiz Müslümanız" demez mi? Sanki bir sokak tiyatrosundaydık. "Tüm inançlara saygım var ama ben inanmama özgürlüğünü de savunan bir ateistim" cümlem üzerine duraladı. Hazır bir cevabı kalmadığı belliydi. Sigara yakıp, derin bir nefes çektikten sonra, "Dert değil, hepimiz insanız" demez mi?
Takıp takıştırdığı sembollere ve dışına rağmen "içi" olan biriydi. Böyle "karakterler" de vardı hayatta. "İyi kalpli kötülük!" gibi karşımda duran bu karaktere, "Revizyonist faşist!" diyecek kadar samimiyeti ilerlettik.
