The Cut (Kesik): Yüzyıl önce yüzyıl sonra

Haberleri —



Yıllar önce The Day After “Bir Gün Sonra” isimli müthiş bir film izlemiştim. Atom bombasının dünyayı ne hale getirebileceğini anlatan, çok etkileyici ve dehşet verici bir filmdi.
Film bitince kenara çekilip, içerden çıkan insanların yüzlerini incelemiştim. Konuşan yoktu. Gülen, el ele tutuşan bile...Filmdeki felaket senaryosu insanların göz bebeklerine yerleşmişti. Kocaman açılmış, korku dolu gözlerle bakıyordu sinemadan çıkan insanlar.
 Benzer bir görünüm Fatih Akın’ın The Cut filminin çıkışında da oluşmuştu. Filmi izleyenler sessiz, yere bakarak terk ettiler sinema salonunu. Ben de öyle yaptım...
Dünden bugüne ne değişti Türkiye’de diye düşündüm hep.
Kesik, 1915 Ermeni soykırımını anlatıyor. Soykırımı ve sonrasını. Kimi eleştirmenler yeterince sert olmamış, gerçekler yeterince konulmamış, diye eleştirmişler filmi.
Evet filmde gördüklerim yeterince “sert” değildi belki. Ama ben çok sevdiğim bir deyimle “direnmenin estetiğini” gördüm bu filmde.
Tüm acımasızlığına rağmen hâlâ var olan insanoğlundaki hümanizmayı gördüm. Aslında, Fatih Akın’ın diğer filmleri daha “sertti” bana sorarsanız. Kesik’te ise Akın en “sert” olan bir konuyu deyim yerindeyse seyirciyi incitmeden anlatabilme becerisi göstermiştir.
Film iki saatten uzun. Böylesi uzun bir filmi, hele de ara verilmeden seyrettirebilmek beceri ister. Ama Akın bunu başarmış. Konusu, hikayesi bir yana; filmdeki fotoğraflar, manzaralar, renkler öylesine güzel ve estetikti ki, insan sıkılmadan seyredebiliyordu.
 Gelelim filmin konusuna, düne ve bugüne, bendeki yansımalarına...
Filmin baş oyuncusu Mardin’li Nezaret mesleğinin ehli olduğu belli olan bir demirci ustası, yardımsever bir insan.
Askerler:
“ ERMENİLER kapıyı açın,” diye bas bas bağırıyor. Ve Ermeni ailelerin erkeklerini, kalanların çığlıklarına aldırış etmeden alıp götürüyorlar. Taş ocaklarında aç, sefil ölesiye çalıştırılıyorlar.
Ya bugün...”Pis kuyruklu Kürtler ya evinizden çıkarsınız, ya da evinizle birlikte sizi yakarız, “ diye bas bas bağırıyor subaylar.
Taş ocaklarında çalıştırılan Nezaret ve arkadaşları “tehcir” i uzaktan izlerler. Dipçiklenirler, kurşunlanırlar. Gözlerinin önünde götürülen kadınlarının, çocuklarının yardımına gitmeleri engellenir.
Sonra...Sonra filmin en dehşetengiz sahnesi.
Ermenileri katletmeleri için eşkiya sürüleri cezaevinden çıkarılmıştır. Subaylar emreder:
“Masraf olmasın kellelerini bıçakla kesin bu Ermenilerin...” Bu sahnedeki dehşet, acımasızlık, kan perdeden seyredenlerin yüzüne sıçrıyordu.
Hamidiye alayları, korucular, kendi halkını katleden “cash”lar...
Nezaret’in kellesini kesmesi için emir verilen Memet bunu yapamaz. Sadece bıçağı biraz boynuna saplar öyle bırakır giderler. Geri gelir Memet, Nezaretin ölmediğini görünce özür diler, ona yardım ederek yeniden yaşama döndürür.
Ne ki, Nezaret artık ses çıkaramamaktadır. Ses telleri kesilmiştir. Ve filmin son sahnesi hariç hiç konuşmaz...
Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Yahudilerin, Asurilerin halkların sesi kısılmış, dilleri kesilmiştir. Artık her yerde ‘VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ’ denilmektedir. Fatih Akın filmin baş oyuncusunun sesini niye kesti bilmiyorum. Ama filmi seyrederken bana anımsattıkları bunlardı.
Ailesini, ikiz kızlarını bulabilmek umuduyla yollara düşer Nezaret. Adına “tehcir” denilen rezilliğin izini sürer. Suriye’de Deyr Zor... Ve yine korkunç sahneler. Acılı, çok acılı anlatılması bile, kişiyi insanlığından utandıran sahneler...Açlıktan, soğuktan, sıcaktan ölen, ölümü bile ‘mutluluk’ sayan paçavralar içinde insan yığınları...Ve çocuklar, gözleri, koskoca gözleriyle korkuyla bakan çocuklar...
Köyleri yakıldığı için göç etmek zorunda kalan Kürtler. Amed’in Sur içinde bir odada yirmi kişi yaşamak zorunda kalan Kürtler... Kobanê den kaçan yüzbinler... Varlık vergisini ödeyemediği için Başkale’de taş kıran İstanbul efendileri, Rumlar, Ermeniler, Trakya’dan sürülen Yahudiler, 6-7 Eylül faciası...Yeniden yeniden yaşanan “Türk” tarihinin acımasız, rezil gerçekleri...
Filmin bundan sonraki bölümlerinde Nezaretin kızlarının peşinde dünyayı dolaşması anlatılır. Uzun, çok uzun bir yolculuktur bu. Avrupa, Küba, Havana, Amerika, Miniapolis, Dakota, “Vahşi Batı.”
Soykırımdan kurtulan ve daha önce yaşadığı topraklardan göç eden Ermeniler dünyanın dört bir yakasına dağılmıştır. “İyisi”, “kötüsü”, “güzeli”, “çirkiniyle.”
Akın filminin bu bölümünde seyirciyi yüzyıl öncesine götürüyor. Ve sahnelerden belli ki, çok fazla para harcanmış bu bölümler için. Vapur, eski Havana...Çocukluğumda evimizin bir köşesinde duran ve hâlâ iş gören, ayakla çalışan Singer marka dikiş makinaları... Tekstil fabrikasında artık antika olan bu makinaların yüzlercesi acaba nasıl bulundu, diye merak ettim filmi izlerken.
Jack London’ın öykülerini anımsatan tren sahneleri, çocukluğumuzun “Vahşi Batı”sı...
Nezaret sonunda Mardin’deki evlerinde söylenen Ermenice bir ağıdın yardımıyla bulur ikiz kızlarından birisini...Diğeri ise mezarlıkta yatmaktadır.
Bugün ise hâlâ diasporada yaşayan milyonlar...Ermeni’si, Kürd’ü, Rum’u, Süryani’si, Türk’ü, Sosyalist’i…Göçmenler, ilticacılar, vatansızlar…Paramparça olmuş aileler. Çocuklarının kemiklerine bile razı olan Cumartesi Anneleri, en son Kobanê’den göç etmek zorunda kalan yüzbinler...
Amerika’da ölen baldızım, Almanya’da doğup, genç yaşta Almanya’da yitirdiğim oğlum İnan...
İlticacılığın, sürgünün bitmeyen, bitip tükenmeyen acısı...
Ve yatağımın başında dönüp dolaşıp yeniden okuduğum bir kitap:

Peter Weiss’ın DİRENMENİN ESTETİÐİ.


ATİLLA KESKİN

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.