Toplum kırım ve sosyolojik bozulma
Aryana BARAN yazdı —
- Toplumlar hangi değerlere sahip olduklarının farkında değillerse nasıl kaybettiklerini anlamıyorlarsa, bu toplumkırıma uğradıklarının delilidir. Kendi özlerine yabancılaştıklarının göstergesidir.
- Dar ailecilik tarzında gelişen bireycilik, her türlü toplumsal dayanışmayı, birlikteliği, karşılıklı sorumluluğu oldukça zayıflatmış. Kendini koruma, sorun çözme, bir iş yapma konusunda çaresiz bırakıyor.
Toplumlar, bireyler farkında olsun veya olmasın her toplumsallık bir sistemdir. Her toplumsal sistem de bir inşadır. Felsefi, politik, ahlaki, ekonomik vb. boyutları olan bir inşadır. Bunun farkında olunmaması, onu kaybetme riskini de büyütür. Toplumlar, demokratik modernite değerleri anlamında neye sahip olduklarının farkında olmazlarsa; neyi nasıl kaybettiklerini de yeterince göremezler. Sonuçlarını görseler bile doğru tahlil edip tanımlayamazlar. Toplumlar hangi değerlere sahip olduklarının farkında değillerse nasıl kaybettiklerini anlamıyorlarsa, bu toplumkırıma uğradıklarının delilidir. Kendi özlerine yabancılaştıklarının göstergesidir. Yoksa bir toplum, aradan binlerce yıl da geçse kendi yarattığı değerin anlamını neden bilmesin?
Konu bağlamında köy sosyolojimize dair kimi gözlemlerimi paylaşmak isterim. Köylerimizdeki toplumsal ilişkiler 30-40 yıl önce önce nasıldı, bugün nasıldır? Değişim nereye doğrudur? Nedenleri nedir?
Köy ve kent sosyolojisi değişmiştir
Halen köy sosyolojimiz ile kent sosyolojisi arasında belli farklar vardır. Ancak bu farklar cüzi düzeye inmiştir. Şüphesiz burada genel bir değerlendirme yapıyoruz. Yoksa her bölge, her şehir farklılıklar taşıdığı gibi köylü- kentli tanımlaması çoğu yerde gerçeği tanımlayamayacak kadar iç içedir. Mevcut köy yaşamına sadece kentin teknolojisi değil, kapitalizasyonu, bireyciliği, kâr zihniyeti, rekabetçiliği de sızmıştır, hatta büyük oranda hakimdir. Neden ve bu ne anlama geliyor?
Çocukluğumun-1980’lerden öncesi- köylerini hatırlıyorum. Köy yaşamı iş açısından zorluydu. Kimi toplumsal çelişkiler vardı. Kavgalar, hatta kan davaları vardı. Abilerimiz, ablalarımız bunları geri, feodal bulurdu. Öyleydi de. Ama köy yaşamı bunlardan ibaret değildi. Bunlarla tanımlanıp geri görülen köy toplumsallığının toplumsal varoluşumuzun çekirdeklerini taşıdığını ancak çok sonra anlayabildim. Doğal toplumun ve toplumsal doğanın ne olduğunu anladığımız oranda.
Köy yaşamında sadece adı geçen gerilikler ve negatiflikler yoktu. Yaşam ağırlıkta şöyleydi: Herkesin yaşamı herkesi ilgilendirirdi. Yani herkes bir biçimde herkesten sorumluydu. Yolma zamanında, kimin mercimeği, nohutu ve benzeri önce sararmışsa köyün gençleri, yetişkinleri önce ona giderdi. Mahsene zamanında kimin üzümü önce olgunlaşmışsa, ona gidilirdi. Sonra diğerinin, sonra diğerinin. Bayramlarda, kim biliyorsa ortak fırını o yakardı. Köyün tüm külünçeleri ard arda pişerdi. Nehirde birinin avı bereketli olup çok balık tutsa ya da ferxe denen insan ebatındaki balığı tutmuş olsa, balığı tutanın aklına onu götürüp satmak ya da tamahkârca tüm yıl yemek gelmezdi. Kendisi için bir miktar kaldırır, diğerini köylülere dağıtırdı. Aynı durum koyun kırpma, bulgur kaynatma, bulgur öğütme, değirmene gitme ve diğer bir çok işte yaşanırdı. Kimse diğer köylülerden yumurta, yoğurt, süt, ekmek vb. satın almazdı. İhtiyaç olduğunda akrabasından, komşusundan isterdi. Bunu aklında tutar, zamanı geldiğinde o da kendinden biten bir şeyi ikram ederdi. Paylaşırdı. Vermese ondan bir şey istenmezdi. Köyün içinde birbirine bir şey satmak, birbirini parayla çalıştırmak ayıptı. Hatırlıyorum, yağı sütten ayıran makina ilk satın alındığında herkesi utandırmıştı. Çünkü sahtekârlık gibi görülmüştü.
Toplumsal iradenin gücü
Tekniğin belli oranda köye girdiği, üretimin biraz daha hızlandığı yıllarda da bu ahlakın etkileri sürdüğünden köylüsünü, akrabasını çalıştırmak hala ayıptı. Tırpan için tarlasındaki taşları temizlemek için uzak bölge veya köylerden gelen işçileri çalıştırırlardı. Hangi konuda olursa olsun, köyde bir sorun yaşansa mutlaka toplanıp konuşacak, çözüm üzerinde kafa yoracak bir toplumsal irade vardı. Bu bazen aşiret düzeyindeydi. Bazen köy, kabile veya aile düzeyinde olurdu toplumsal çözüm iradesi. Bazen yaşlı erkeklerden oluşurdu bu temsil, bazen yaşlı kadın ve erkeklerden. Bazen de her ailenin veya kabilenin temsilinden. Geri, feodal gördüğümüz aşiret, kabile, klan otorite ve sosyalitesinin- tüm bozulmuş, sorunsallaştırılmış yönlerine rağmen- toplumsal sorun çözme irademiz olduğunu ancak yıllar sonra anlayabildim. Sorunlarını çözme gücünde olmayan bir toplum, iradeden düşmüş demektir. Ve başkaları tarafından her şeye alet edilebilir.
Bahsettiğim yıllarda, kimi işbirlikçi köy ve aşiretler hariç, hiç kimse sorunlarını karakollara, devlete taşımazdı. Bunu yapanlara onursuz gözüyle bakılırdı. Bu işbirlikçilik toplum bozucu bir nifaktı. Çünkü düşmanlık bile onurlu olmayı gerektirirdi. Çocukluğumuz bu örneklerin hikayelerini dinleyerek geçti. En düşman aşiret, kabile ve aileler bile düşmanını arkadan vurmazdı. Düşman kapısına, sofrasına gelmişse dokunmazdı. Dokunulmasına izin vermezdi. Gerekirse bunun için kavga eder, baş verirdi.
1980 darbesinden sonra tüm bu konularda adım adım derinleşen bir değişim baş gösterdi. Bazıları bunun nedeninin ekonomik kriz ve yoksulluk olduğunu düşündü. Diğer bazıları çevremizdeki her şeyin para etmesinin bu değişime yol açtığına inandı. Para gerçekten de demokratik toplum damarı için bozucu olmuştur. Fakat bunun nedeni, nesne olarak para değil, paranın temsil ettiği zihniyet ve "ahlak”tır. Köy yaşamındaki değişimler böyle değerlendirilirken, ülkeye taşınmakta olan serbest piyasa, özelleştirmenin, neo liberalizmin, bireyciliğin değerlendirilmesi siyaset bilimcilere ve sosyologlara kaldı. Toplumun öz örgütlülükten, çözüm gücünden düşürülmesi ise yeterince çözümlenemedi. 1990'lardan itibaren bu değişim ve planlı değişime zorlama farklı mecralara taşındı.
Toplumkırım sistemin temel politikasıdır
1990’larda derinleşip 2000'lerde iyice gün yüzüne çıkan kapitalist sistemin yapısal krizi, toplumkırımı sistemin temel politikası haline getirdi. Çünkü yapısal kriz içinde olup o krizle egemen olmakta ısrar eden bir sistem, ancak toplumun öz doğasını bozarak, onu öz güçten düşürerek bunu mümkün kılabilir.
30 yıldan sonra köyde tüm bunların sonuçlarıyla karşılaştım. En az şehir kadar konformize olmuş bir yaşam. Bir çok konuda şehri aşan teknik, teknolojik donanım söz konusu. Bu durum köydeki yaşamı kolaylaştırıyor da. (Devletin ülkede tarımı, çiçekçiliği yok etme politikası daha özgün ele alınması gereken çok önemli bir konudur.) Köyde zenginleşme göze çarpıyor. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen köydeki sosyal ilişkiler, köyün sosyolojisi başka bir seyir izliyor. Köydeki aşiret, kabile sosyolojisi içinde yaşamaya devam eden ahlaki-politik toplum değerleri dumura uğramış durumda. Ama ondan tam kopma durumu da yok. Ne aşiret, kabile sosyolojisi, ahlakı, hukuku yaşanıyor ne de tam olarak şehir sosyolojisi. Bu nedenle sosyolojik olarak bir kriz durumu yaşanıyor. Kriz durumlarının yeni toplumsal inşalara imkan sunduğu gibi dağılmaya da yol açabileceği biliniyor. Kriz, dağılmaya yüz tutmuş kaosu da ifade edebilir.
Dar ailecilik tarzında gelişen bireycilik, her türlü toplumsal dayanışmayı, birlikteliği, karşılıklı sorumluluğu oldukça zayıflatmış. Bu durum bireyleri ve aileleri her açıdan zayıflatıyor. Kendini koruma, sorun çözme, bir iş yapma konusunda çaresiz bırakıyor. Şahit olduğumuz bol miktarda örnekler oldu. Bir köy iktidara oy vermediği için yolu yapılmıyor. Ama iç birlikteliği olmadığı için ne hak mücadelesi yürütebiliyor ne de kendi imkanlarını birleştirerek yolunu yapabiliyordu. Aynı köyde yaşayan, hatta akraba olan aileler, bireyler onlarca yıldır birbirlerinin evine gitmemiş, birbirlerini görmemişler. Kimileri bunu "artık herkesin her şeyi var, kimse başkalarına muhtaç değil, o yüzden ihtiyaç duymuyorlar" diyor. Bireycilik insana tam da bunu söyletiyor. Oysa insan toplumsal bir varlıktır, insan diğer insanlarla insandır. Ne kadar kendisi ve özel olmaya ihtiyacı varsa, o kadar birlikte ve toplumsal olmaya ihtiyacı vardır. Bunun yok sayılması kriz ve bozulmaya yol açıyor.
Özgürlük ve demokrasi ile dönüştürmek
30 yıl öncesine göre daha konforlu ve ekonomik refah içinde olmalarına rağmen daha cimri, daha hesaplı, daha paylaşımsız olmuşlar. Gelişen teknikle daha az toprakta daha verimli tarım yapma imkanı olmalı iken, yani daha az toprak yetmeliyken kimyasallarla toprağı hasta etmenin yanı sıra öfkeli bir açgözlülük gelişmiş. Köy içinde, kabile içinde, aile içinde topraklarını bir karış daha genişletmenin kavgası yaşanıyor. Bir karış toprak kolayca ölmeye, öldürmeye yol açabiliyor. Bunların feodal döneme ait olduğu sanılıyordu ama öyle değil. Toplumda geleceğe dair karamsarlık varsa, bu durumlar çoğalıyor. Bu olaylar oluyor ama toplumda büyük çözüm iradesi yok. Kimse kimseyi dinlemiyor, iradesini tanımıyor, çözüm otoritesi göstermiyor. Bu nedenle herkes yalnızlaşmış, güçsüzleşmiş oluyor. Çıkan sorunlarda kolayca askere, polise başvurup çözümü oradan bekliyorlar. Birbirlerine dönük sevgileri, muhabbetleri azalmış; rekabetleri, öfkeleri çoğalmış. "Neden böyle olduk”a yanıtları net ve ortak değil. Kimisi eskiyi ahmaklık olarak yorumluyor, kimisi bozulanların kendi dışındakiler olduğuna inanıyor.
Tüm bu bozulma verilerine rağmen, apartman topluluğu gibi birbirlerine yabancılaş(a)mamışlar. Çünkü demokratik modernite içlerinde nüve halinde de olsa yaşamaya devam ediyor. Birbirlerine kızsalar da yok saymıyorlar. Üretimleri bir biçimde iç içe. Kısmen formaliteye de dönüşse hastalıkta, ölümde, düğünde birbirlerine gitmeye devam ediyorlar. Çözümleyemeseler de var olan durumun kendilerinde karamsarlık, negatif duygular yarattığını biliyorlar. Net bir perspektife, nasıl olabilirin yanıtına dönüşememiş olsa da birlikte olmaya, dayanışmaya ihtiyaçları olduğunu hissediyor, bunu özlüyorlar. Bunu da işi topluma demokrasi, özgürlük perspektifi taşımak olanlarımız oturup düşünmelidir kanımca.