Zîlan DİYAR: Vakti Geldi

Haberleri —


Dünya bizi konuşuyor; Kürt kadınlarını. Artık dergiler, gazeteler, ajanslarda kadın savaşçıları anlatan haber ve yazılarla karşılaşmak olağan bir durum. Televizyonlar, haber siteleri, ve sosyal medyada onlardan övgü dolu sözlerle bahsediliyor. Kararlı, umutlu ve ışıltılı bakışlarını fotoğraflıyorlar. Bizim köklü geleneğimiz onların yeni tanıştığı bir gerçeklik. Her şeylerinden etkileniyorlar. Gülüşleri, doğallıkları, uzun saç örgüleri, genç ömürlerinin ayrıntıları umutsuzluk sularında çırpınanlara uzanan bir el oluyor. Giydikleri elbiselerden esinlenip modada yeni bir akım başlatmak isteyenler bile var! Ortadoğu’nun renklerini siyaha boyamak isteyen siyah bayraklı adamlara karşı savaşan  kadınların bu cesareti nereden aldıklarına, nasıl bu kadar içten güldüklerine şaşırıyorlar. Ben de onlara şaşıyorum. Bizi bu kadar geç görmelerine, tanımamalarına şaşıyorum. Cesaretin, inancın, sabrın, umudun ve güzelliğin sınırlarını genişleten onca yiğit kadını tanımakta, seslerini duymakta neden bu kadar geç kaldılar diye… Sitem bulaştırmak istemiyorum sorularıma. Zamanımız aynı işlemiyordu belki de. Bizi şimdi görenlere anlatacaklarım var, o kadar.
Şimdi, bir yarımlıktır bizde. Yanında, yöresinde geçmiş ve  gelecek yoksa evrenin kara deliklerinde kaybolan bir tını, bir kabarıştır. Şimdinin coşkusu ve güzelliği, geçmişten bugüne taşıyabildiklerin kadardır ve onu geleceğe taşıma becerisinde.   Zîlan’ın haykırışında Dêrsim’de kendini uçurumlardan atan Besê’nin, sadece bedenini değil silahını da düşmana bırakmayan Bêrîtan’ın soluğu saklıdır. Arîn Mîrkan’ın eyleminden sonra bir çöl şehrinde dağ rüzgarı esmesi bundandır. Kara bayraklı adamlara karşı silahlanan Êzîdî kızların yüreğinde kıtalar aşıp ülkesine dönen Binevş Agal’in vatan hasreti vardır. "Ben vatanımda öleceğim" diyen Ayşe Efendi’nin sesinde Zarife’nin soluğu saklıdır. Elinde silahı kucağında çocuğu ile poz veren YPJ savaşçısının gülüşünde, bir psikolog iken dağlarda savaşmayı tercih eden ve geride bıraktığı kızına olan özlemini günlüğüyle paylaşan Meryem Çolak’ın umudu gizlidir. Deniz Fırat gerçeği aramayı Gurbetelli Ersöz’den öğrenmiştir. Leyla Wali Huseyin'e ateşin sırrını Sema Yüce fısıldamıştır. Bugün Kırmızı Fularlı Kız'a "Onu dağa çıkaran nedenler neydi" diye soranlar, vaktiyle Ekin Ceren Doğruak’ı, Hüsne Akgül’ü tanısalardı bu sorunun cevabını bulabilirlerdi.  YPG’ye katılan ABD’li, Kanadalıları görünce şaşıranlar, 1998’te katledilerek bir toplu mezara konulan, kemikleri bulunduktan sonra adına bir anıt mezar dahi dikilmesine tahammül edilemeyen Andrea Wolf’un tanımayanlardır.
Bizim takvimimiz dünyanın takvimiyle aynı işlemedi. Onların bakışları uzaklara değen derinlikteydi, adımları hızlıydı, uzağı yakın etmek için öyle sabırsız ve kararlıydılar ki ardlarında bir tek gemi bırakmadılar. İşte bu iki neden bizi dünyanın gerçeğinden ötelere taşıdı. Dağ başlarında önce onlar, yüzler ve sonra binler olan bu kadınları herkes aynı zaman diliminde tanıyamadı. Artık vakti geldi takvimleri birleştirmenin, saatleri ayarlamanın. O yiğit kadınların düş ile gerçek arasında gezinen hayat hikayelerini, masallara benzeyen mutlu anılarını, en yaman öğretici olan yitirmenin bizi ulaştırdığı hakikati anlatmanın zamanı geldi. Geçmişten bugüne taşıyabildiklerimi şimdiye emanet etmenin tam sırası. Ama önce emanetimi  bırakmalı, sustuklarımı anlatmalıyım. Dünyanın takvimine erişmek için geçmişimizi şimdiye taşıyorum. Benim geçmişim sizin şimdiki zamanınız olsun.
1997’de Çırav’ın soğuk bahar sabahlarına uyanıyorum. Gecenin ayazından nemlenmiş naylonu üzerimden atıyor ve karşımda yanık tenli savaşçılardan farklı bir yüz görüyorum. Güneş sanki sadece ışıltısını vermiş bu yüze. Elleri, gülüşü zarafetin ve asaletin tarifini yapar gibi. Seviniyorum benden daha yeni bir savaşçı geldi, biraz eskidim diye. Sonra öğreniyorum ki karşımdaki beş yıllık bir gerilla. O zamanlar sadece kod ismini biliyorum; Zinarîn... Saçlarındaki beyaz teller ve gülüşünü yalayıp geçen hüzün olmasa anlamazsınız beş yıllık bir gerilla olduğunu. Hakikati ararken çektiği derin acılardan, ödediği bedellerden habersizim. Yalnız başına bir ağaç gölgesine sığınıp kendini anlattığı defterine neler yazdığını çıldırasıya merak ediyorum. Kısa ömrüne ortak olduğum o anlarda erişemediğim duygularına şehadetinden sonra okuyabildiğim Zinarîn’in Güncesi’nde dokunuyorum.
1997 yılı sonbaharındayım. Sonbaharın yorgun ayaklarını kışa sürüklemeye çalıştığı bir gün. Hüznün Haftanin’i değil, yüreklerimizi fethettiği bir gün. Zinarîn’in şehadetini aylar sonra öğreniyorum. Yitirmek acısına karşı henüz savunmasızım. Zincirlerinden boşalmış bir öfkeyle dolaşırken Meryem Çolak  yüzümden ruhumun acıyla kavrulduğunu okuyor. Zinarîn’in şehadetini duyduğumda kimseyle konuşmamama karşılık‚ "Bize küstün mü" diye soruyor. Cevabını kendisi veriyor sorunun,  "Bize değil, düşmana küs" diyor. O günden sonra yitirmelere karşı direncim artıyor. Birkaç ay sonra operasyon alanının dışına çıkarmak için yanında bir grup kadınla birlikte Metina’ya doğru yola çıkarılan Meryem Çolak’ın tank pususunda yaşamını yitirdiğini öğreniyorum. Konuşacak son takatini kızına bir selam için değil; silahını, raxtını ve şifreleri yoldaşlarına emanet etmek için harcadığını öğreniyorum o anın tanıklarından.
Yıl 1999. İskender’in ordularına geçit vermeyen Zagros dağlarında gerillaların açtığı patikalardayım. Bir ay sürecek uzun yolculuğumuzu yarılamış durumdayız. Yanımda Sorxwîn (Özgür Kaya) var. Bedenine dağ koşullarının söz geçirmesine izin veren ama çocuk yüreğini savaş kanunlarına teslim etmeyen Sorxwînimiz. Bir komutan, bir yoldaş, bir kadın ve bir çocuk. Her kimliği ayrı bir güzellik katıyor ona. Bir aylık zorlu yolculuğun en güzel yanı bizi gazla çalışır hale getirişi. Tabanlarımıza güç veren bu "zırt atma" (abartı) oyununu tabii ki çocuk Sorxwîn buluyor. Hınzırca gülerek‚ "Bu ne ki ben 400 mermisi ile BKC'yi sırtlarım, bir mola vermeden dört saatlik bu tepeyi aşarım" diyor.
Kelebekler gibi ateşe koştukları için sizin şimdiki zamanınıza yetişemediler. Ama üç nesildir yaşıyor onlar. Üç nesil onların hikayeleriyle büyüyor, isimlerini taşıyor. Adlarına yakılan türküleri dinliyor. Geride bıraktıkları silahlarını yüklenip Şengal’e, Kobanê’ye, Botan’a, Serhat’a doğru yola çıkıyorlar. Kara bayraklı adamların karartmak istediği dünyayı aydınlatmaya gidiyorlar. Adları Zinarîn, Bêrîtan, Zîlan, Meryem, Sorxwîn, Arjîn, Amara, Viyan, Sara..

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.