Kürdistan–Türkiye ilişkilerine yönelik eleştirel bir okuma
- Yeni-Kolonyal Müdahale konseptinin birincil ve en açık yansıması olan güncel şiddet pratiklerini anlamlandırmak adına, 1990’lara referans vererek, olup-biteni bir hukuksuzluk rejimi altında tasnif etmek oldukça hatalı bir yaklaşımdır. Zira Yeni-Kolonyal Müdahale konsepti ile icra edilen şiddet pratiklerinin hukuk ile kurduğu ilişki, fail ve devlet arasındaki ilişkinin dönüşümünden azade ele alınmaz.
RÊNAS CÛDÎ
Her ne kılıkta ve etikette olursa olsun bir sömürgeci, sömürge topraklarının yabancısıdır ve bu topraklarda hakimiyet kurabilmek/egemenlik iddiasında bulunabilmek adına başvuracağı ilk araç, soykırım kapsamında organize edilen sınırsız şiddet pratikleri olacaktır. Bu genel tanımlama, Kuzey Kürdistan – Türkiye ilişkilerinin temellerini oluşturan dinamikler açısından oldukça realist bir okumanın ilk adımları olarak değerlendirilebilir: Cumhuriyetin ilanının hemen ertesinde; Türklük dışında herhangi bir kimliğin varlığını tanımayan ulus-devletleşme projesine karşı 1925-1938 yılları arasında Kürt hareketlerinin ortaya koyduğu direnişler ve bu direnişler karşısında Türk devletinin uyguladığı sınırsız şiddet pratikleri, ikili ilişkilerin tarihine yönelik bir başlangıç noktasıdır. İlk karşılaşmanın Kürdistan cephesindeki sonuçları; elli binden fazla insanın katli, on binlerce evin yakılması, yüzlerce köyün yok edilmesi ve sayısız insanın sürgüne ya da zorunlu göçe maruz bırakılmasıdır. Bu ürkütücü tabloyu meydana getiren tercihler ise ancak bir devletin kendisine ait olmayan bir toprak parçasını savaşarak elde edebilmek adına ortaya koyabileceği askeri işgal girişimlerine denk düşmektedir. Kürdistan toplumu için lanetle anılan bu yıllar, Türkiye açısından soykırıma varan savaş suçlarının devlet tarafından sahiplenildiği kutsal bir tarih anlatısı çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu tarihsel parantezin en önemli yansıması ise Kuzey Kürdistan’da yeni bir atmosferin ve yeni bir insan tipinin yaratabilmesinin olanaklarının ortaya çıkışıdır. Hedeflenen yıkımının kapsamı ve uygulanış biçimi ile bağlantılı olarak; Türk devletinin Kuzey Kürdistan topraklarının yabancısı değil efendisi olduğu, beşeri ve fiziki tüm kaynakların efendinin çıkarlarına hizmet etmesi gerektiği, efendinin yaşam ölçütlerine sadık kalanların bir geleceğe sahip olabileceği ima edilmektedir. Artık, Türk sömürgeciliğinin amentüsü anlamına gelen yeni-bir-hukuk düzenin kuruluşu söz konusudur:
Türklük Hukuku, tüm kanunların ötesine geçen, ölemeyen-öldürülemeyen Kürtlerin yaşamını ipotek altına alan bir yazılı olmayan kurallar bütününün inşa edilmesi anlamına gelir. Türklük Hukuku’nun en temel fonksiyonu, askeri tekniklerle işgal edilmiş Kuzey Kürdistan topraklarında Türk devletinin varlığını tesis etmek, benimsetmek ve sorgulanamaz hale getirmektir. Kuzey Kürdistan’da kurulan Halk Odaları, Türk Ocakları, Kız Enstitüleri, Yatılı İl Bölge Okulları gibi kültürel sömürgecilik kurumları ile bu hukukun Kürtler tarafından içselleştirilmesi hedeflenmiştir. Diğer bir deyişle Türklük Hukuku, fiziksel ve kültürel şiddeti iç içe geçirerek bir sömürge-yurttaş olarak sıradan bir Kürt’ün tarih ve toplum karşısında nasıl duygulanması gerektiğini onun düşünsel evrenine kazıma girişimidir.
Arka Plan
Kapsamlı fiziksel ve kültürel soykırım politikalarına maruz kalmış olmalarına rağmen Kürt halkının Kürdistan topraklarından vazgeçmemiş olması ve bu ısrarını zaman içinde sınır-aşırı örgütlü bir mücadeleye dönüştürebilmesi, 1925-1938 yılları arasında şekillenen modern Türk sömürgeciliğinin klasik formasyonunun da dönüşüme uğramasına sebep olacaktır. Zira; Kürdistan özgürlük mücadelesinin gelişen yapısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devletleşme sürecini akamete uğratmakla birlikte, giderek daha kompleks bir hale bürünen Kürdistan Meselesi’nin de görünür olmasının zemini olacaktır. Elbette, Türk sömürgeciliğine meydan okuyan Kuzey Kürdistan merkezli irili-ufaklı tüm itirazlara dönük her daim var-olan devlet reflekslerinden bahsedilebilir: 1960’larda eşkıyalıkla mücadele adı altında Kuzey Kürdistan köylerine düzenlenen askeri harekatlardan, 1990’ların düşük yoğunluklu savaş konseptine kadar bu bağlamda birçok örnek mevcuttur. Yıllar içinde kapsamı giderek artan devlet reflekslerine dair sıralanan tüm örnekler, Türk sömürgeciliği adına yeni-bir-hukuk düzeninin kurulmasından ziyade sömürgeciliğin ilk formunu korumayı amaçlamaktadır. Farklı bir deyişle; 1938 yılından sonraki devlet pratikleri, kendisinden önceki kurucu şiddetin Kuzey Kürdistan’da yarattığı Türklük Hukukunu korumayı hedeflemiştir. Peki Türk sömürgecilik sistemi neden ve nasıl değişime uğrayacaktır?
1991 yılından beri yoğunluğu giderek artan Ortadoğu merkezli uluslararası rekabetin 2011 Arap Baharı ile birlikte bölgedeki tüm devletler ve halklar açısından Birinci Dünya Savaşı’nın koşullarını hatırlatan bir yeniden-oluşum sürecine evirilmiş olması, Türkiye – Kürdistan ilişikleri açısından tarihsel bir dönüm noktası olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti nezdinde bu an, hem teknik kapasite hem de uluslararası koşullar açısından Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki gibi enerji ve su kaynaklarına erişebilen bir bölgesel güç olma arzusunun fırsata çevrilebileceği en uygun zaman ve zemindir. Bunun için Kürtlerin özne olmaktan vazgeçip nesne –statüsüz tebaa– olarak kalmaları gerekirken, sahadaki askeri-diplomatik gelişmeler Türk devletinin emellerinin aksine bir durumun cereyan etmekte olduğuna işaret etmektedir: Güney ve Batı Kürdistan topraklarında, IŞİD’in işgal ettiği alanların özgürleştirilmesi ile birlikte ilkinde bağımsızlık ikincisinde ise özerklik temelli uluslararası düzeyde tanınma/statü arayışları göze çarpmaktadır. Kuzey Kürdistan topraklarında ise çatışmasızlık sürecinin yarattığı görece elverişli koşullar altında demokratik özerklik fikrinin inşasına dönük çalışmaların kitleselleşmeye başladığı görülmektedir. Parça-bazlı gelişmelerin ortasında, 6 Ekim 2014 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti destekli IŞİD saldırılarına karşı gelişen Kobanê Serhildanı ile sadece bir parçanın değil tüm Kürdistan topraklarının ve diasporasının eş-zamanlı olarak hareket edebildiğine ve Kürt ulusal bilincinin tabandan yükselen bir ses olarak ortaya çıkışına tanıklık edilmektedir. Bu süre zarfında ortaya çıkan tüm Kurdî potansiyellerin evrensel bir diyaloğa dönüşmesine imkan sağlayan Rojava Devrimi ise modern Kürt tarihinin acıyla yüklü kolektif hafızasında umudun adı olmaktadır. Kürdistan merkezli aktörlerin yakalamış olduğu sosyo-politik ivme karşısında, tarihsel sömürgecilik birikiminden faydalanmakla birlikte, Türk devleti tarafından sahnelenecek performansın yeni bir düzeyi ifade edeceği kaçınılmazdır.
Ölüm ve Yaşam
Yeni-Kolonyal Müdahale, 30 Ekim 2014 MGK kararlarının önüne koyduğu ‘Çöktürme Planı’ doğrultusunda, sadece askeri tekniklere dayanmayan ve sadece Kuzey Kürdistan topraklarına odaklanmayan, Kürdistan’ın bütünlüklü bir şekilde ele alındığı çok boyutlu bir savaş konseptidir. Mekan ve ekoloji, şiddet ve hukuk, toprak ve dış politika temalarıyla iç-içe geçen bu konsept, Türk sömürgecilik sisteminde yeni bir evreye tekabül etmektedir. Güncel sömürgecilik konseptinin ilk yansımaları, Ağustos 2015 – Haziran 2016 tarihleri arasında Kuzey Kürdistan’ın çeşitli merkezlerinde meydana gelen öz-yönetim direnişlerine karşı verilen devlet refleksleri üzerinden takip edilebilir. Bu süre zarfında Türk devletinin uyguladığı sınırsız şiddet pratiklerinin sadece militan düzeyindeki direnişçileri kapsamadığı ve belirli mekânsal kısıtlamaya tabi olmadan gerçekleştirildiği görülmektedir. Kısa süreli iç-savaş hali sonlanmasına rağmen, yaratmak istediği korku ikliminin başında bekleyen devletin, savaşın hala aynı sıcaklığı ile devam ettiğini hissettirmeye çalıştığı göze çarpmaktadır. Bu özel-savaş stratejisi bağlamında; devletin Kürt toplumuna karşı yürüttüğü ölüm-siyasetinin de değişmeye başladığı fark edilmektedir. Artık sadece siyasal ağlar içindeki insanlar ve gerilla aileleri hedef alınmamaktadır. Ölüm olgusunun kaza-kader söylemine sıkıştırabilecek bir naiflikten uzakta cereyan ettiği, giderek olağanlaşan öldürme biçimlerinin çeşitlenerek tüm topluma yayıldığı bir atmosfer yaratılmaktadır: Bahçede oynarken bulduğu bomba atarın elinde patlaması sonucu hayatını kaybeden, trafiğe kapalı bir yolda yürürken zırhlı araç çarpması sonucu hayata gözlerini yuman, tüm bildirimlere rağmen bakımı yapılmayan elektrik tellerine basarak hayatını kaybeden… Türk devletinin bilinen sömürgeci uygulamalardan farklılaşan Yeni-Kolonyal Müdahale konsepti, bir Kürt’ün ‘nasıl yaşaması’ gerektiğine değil ‘nasıl ölmesi’ gerektiğine odaklanmaktadır.
Şiddet ve Hukuk
Yeni-Kolonyal Müdahale konseptinin birincil ve en açık yansıması olan güncel şiddet pratiklerini anlamlandırmak adına, 1990’lara referans vererek, olup-biteni bir hukuksuzluk rejimi altında tasnif etmek oldukça hatalı bir yaklaşımdır. Zira Yeni-Kolonyal Müdahale konsepti ile icra edilen şiddet pratiklerinin hukuk ile kurduğu ilişki, fail ve devlet arasındaki ilişkinin dönüşümünden azade ele alınmaz. Örneğin; 1990’lı yıllar boyunca, fail-i meçhul cinayetlerden zorla kaybedilmelere, işlenen tüm suçların faillerini bulabilmek için hukuk mücadelesi yürüten insanların karşısına çıkan kelimeler JİTEM - Kontrgerilla - Yeşil - Çatlı - Hizbullah olmuştur. Zikredilen paramiliter grupların ve kişilerin devlet tarafından kullanıldığı konusunda hiç kimsenin bir şüphesi olmamasına rağmen, devlet hiçbir zaman bu gruplarla bir organik bağı olduğunu kabul etmemiştir. Fakat aynı devlet öz-yönetim direnişleri esnasında, 177 insanı bodrumlarda diri diri yakmış, genç-yaşlı demeden binlerce insanı öldürmüş, savaş tankları kullanarak yerleşim yerlerini haritadan silmiş ve günün sonunda ‘Ben yaptım!’ demiştir. İşlediği savaş suçlarının videolarını, fotoğraflarını ve yazılarını açıkça paylaşan Jandarma ve Polis Özel Harekat birimlerini sahiplenen bir devlet, failleri meçhul kılmayı değil meşrulaştırmayı amaçlamaktadır. Diğer bir deyişle, suçun inkarı değil kabullenilmesi durumu söz konusudur.
Birer enkaz haline getirdikleri Kürt kentlerinin meydanına toplanan askerlerin ve polislerin, yıkılmış binalara astıkları Türk bayraklarının altında komando marşı okudukları sahneleri kamuoyunun izlemesini neden arzuladıkları konusunda düşünülmesi gerekir: Birer kahraman olarak devlet adına ‘kutsal bir suçu’ yerine getirdiklerini ve her Türk gencinin de benzeri kutsal suçlara özenmesi gerektiğini vurguladıkları açıktır. Bu durum, Türk devletinin 1925-1938 yılları arasında işgal olgusunu merkeze alan sınırsız şiddet pratiklerini ve bu pratiklerin içselleştirilme biçimlerini hatırlatmaktadır. Gelecek yıllar içinde 2015-2016 arasında Kuzey Kürdistan’da yaşanan savaş suçlarının soruşturulması bir yana, sorgulanamaz bir kutsal anlatı olarak tarihselleştirileceğine gönderme yapılmaktadır. Bu yüzden öz-yönetim direnişleri esnasında ve süregelen zaman diliminde Türk devleti tarafından sergilenen sınırsız şiddet pratikleri bir hukuksuzluğun değil, bizatihi sürece tanıklık eden, ölemeyen-öldürülemeyen, arda-kalan yaşamların tümüne sirayet ederek onları ruhsal bir yıkıma sürükleyecek yeni-bir-hukuk düzeninin inşa edilmesinin adıdır. Bahse konu olan, işgal teknikleri ile bezenmiş şiddet pratikleri üzerinden yeni bir ulus-devletleşme hadisenin güncelliğini koruyup-koruyamayacağı ise geleceğe düşülmüş bir not olarak akılda tutulmalıdır.
Mekan ve Ekoloji
Kuzey Kürdistan’da zorun rolü genellikle, devlet tarafından farklı araç ve yöntemlerle bireyi ölüm-sürgün-zindan üçgenine sıkıştırırken toplumu da zorla göç ve köy boşaltmaları ile yerinden etmeyi temel hedeflerinden biri olarak önüne koymuştur. Fakat 2015 sonrası yaşanılanlar önceki dönemlere oranla Türk sömürgeciliğin ‘daha ileri’ bir aşamayı hedeflediğine işaret etmektedir: Artık bir halkı yerinden etmenin gerçekleşemediği durumlarda ‘yeri’ yani mekanı halktan etme, topyekûn coğrafyayı ortadan kaldırma pratiği sergilenmektedir. Öz-yönetim direnişlerinin ertesinde ortaya çıkan distopik kent manzaraları ve Hasankeyf’in sular altında bırakılması bu pratiğin ilk adımları olarak görülürken, güncel olarak Cûdi’de ortaya çıkan durum sistematik yıkım fikrinin tüm yönlerini ortaya koymaktadır. Kömür ocaklarının, termik santrallerin, güvenlik barajlarının inşa edilmesi, süreklilik içinde devam eden yeni maden arama-tarama faaliyetlerinin olağanlaşması ve periyodik olarak süregelen orman yangınları, derelerin kirletilmesi, ağaç kesimleri gibi pratikler üzerinden işleyen bir ekolojik-kırım söz konudur. Yine bu ekolojik-kırımların gerçekleştiği alanların etrafını saracak şekilde kalekol – kulekol – karakol formlarında askeri noktaların inşa edilmesiyle mekanın ‘güvenlikleştirilmesi’ sağlanmaktadır. Özellikle; Kuzey Kürdistan tarihindeki birçok direniş efsanesine konu olan, özgürlük hareketlerinin direniş çağrılarına güçlü karşılıklar veren, aynı zamanda askeri açıdan stratejik öneme sahip bölgelerin hedeflendiği ve bu bölgelerde yaşayan toplumun mekânsal hafızasının yok edilmeye çalıştığı görülmektedir. Nihayetinde; Yeni-Kolonyal Müdahale konseptinin Kuzey Kürdistan’da yarattığı ekolojik tahribatlar, Türk devletinin mekânsal kavrayışın farklılaştığına işaret ederken, aynı zamanda oluşan yıkımın klasik bir çevre hadisesinin ötesinde Kürdistan coğrafyasını ve toplumu savun(ma)mak sorunsalına işaret etmektedir.
Toprak ve Dış Politika
Türk sömürgeciliğinin her döneminde düşünsel olarak Batı ve Güney Kürdistan topraklarına ilişkin bir ‘Osmanlı bakiyesi fikri’ olmasına rağmen, hiçbir dönemde bu fikirlerin bir devlet pratiğine dönüşmediği bilinmektedir. Kuzey Kürdistan’da cereyan eden öz-yönetim direnişlerinin sonlanmasının hemen akabindeyse Batı Kürdistan topraklarına dönük farklı periyotlarda gerçekleştirilen üç askeri harekat ve Güney Kürdistan topraklarında zamana yayılarak giderek genişleyen askeri operasyonlar serisi göze çarpmaktadır. İşgal lafzı altında zikredilen bu girişimler, aslında kalıcılaşmaya başlayan bir fiili ilhak durumuna dönüşmeye başlamıştır. Örneğin Batı Kürdistan’ın Türk devleti tarafından işgal edilen toprak parçalarında bir demografik değişim ve idari kurumsallaşma faaliyetlerin yaşandığı gözlenmektedir. Bu bağlamda; işgal öncesinde nüfusun %90’ından fazlasını Kürtlerin oluşturduğu Efrîn’de bugün Kürtlerin oranının %35’den az olması ve Batı Kürdistan’daki işgal alanlarının Antep, Urfa ve Hatay valiliklerine bağlanarak Türk kaymakamlar tarafından yönetilmesi, en bilinen örneklerdir. Güney Kürdistan topraklarında yaşananlar ise kimi bölgelerde derinliği 40 km. aşan ve onlarca üs-irtibat noktasından oluşan, sadece sınır hatlarına değil şehir merkezlerine de sızabilen kapsamlı bir askeri-istihbari örgütlenme süreci olarak değerlendirilebilir. Her ne kadar uluslararası hukuk kurallarına tamamıyla aykırı olsa da, Türk devletinin askeri bir yenilgi almadığı koşulda bu bölgelerden çıkmasının mümkün olmadığı ve fiili ilhak durumu içinde olduğu bu toprak parçaları üzerinden diplomatik manevralar yapabilmekte olduğu görülmektedir. Sonuç olarak; Yeni-Kolonyal Müdahale konseptinin toprak tahayyülü, Türk devletinin Kürdistan coğrafyasını bütünlüklü bir şekilde kavradığına ve Kürdistan’ın tüm parçalarını bir dış politika tartışması üzerinden analiz ettiğine işaret etmektedir.
Belirsizliğin Tohumları
Türkiye’nin 2015 yılı itibariyle Kürdistan’ın Kuzey-Batı-Güney ekseninde uygulamaya koyduğu Yeni-Kolonyal Müdahale konseptinin jeopolitik tasavvur ve mekânsal kavrayış açısından tarihsel bir farklılığa işaret ettiği açıktır. Klasik sömürgeciliğin kimlik inkarına dayanan nüfuz etme gücünün Kürdistan mücadelesi tarafından kırılması ve bu karşı-ivmenin yeni etkileşim sahalarına açılması, güncel Türk sömürgeciliğinin mekânsal ve jeopolitik yönü ağır basan bir karaktere dönüşmesini tetikleyen en belirleyici etkenlerdir. Çok-kutuplu dünya sisteminin yarattığı çelişkiler ve devlet içerisindeki klikler arası çatışmalar ise mevcut sömürgeciliğin pratiklerini şekillendiren temel dinamikler olacaktır. 6 yıl gibi kısa bir süre içerisinde Kürdistan coğrafyasında yaratılan tahribat, mevcut sömürgecilik konseptinin hükümet değişikliklerinin ya da farklılaşan dış-politika hamlelerinin ötesinde bir anlam içerdiğine işaret etmektedir. Zira, Türk sömürgeciliğinin güncel versiyonunun Kürdistan özelinde mekanı dönüştürmek gibi bir kaygısının olmadığı, tam aksine, geri dönüşü mümkün olmayan devasa bir enkaz bırakmak amacı ile tasarlandığı izlenimi baskındır. Öte yandan; Yeni-Kolonyal Müdahale konsepti ile birlikte, Türk devleti için savaş ve barış olguları üzerinden Kürdistan’ın askeri olarak yönetilebilir ve psikolojik olarak yönlendirilebilir bir düzeyde tutulması ana hedef olarak gözetilmektedir. Türk devleti tarafından güvenlik barajlarının ve sınır duvarlarının yapılmasıyla Kuzey Kürdistan’ın diğer parçalardan izole hale getirilmesi bu ana hedef bağlamında ele alınabilir. Yine Güney ve Batı Kürdistan arasında fiili bir tampon bölge yaratma arzusu ya da insansız hava araçları için aynı hatta bir uçuş koridoru için imkan arayışları, ana hedefin uzun vadeli yansımaları olarak değerlendirilebilir. Ana hedefin esasen bir varış noktası olarak değil bir düzey olarak tasarlanmış olması ise Yeni-Kolonyal Müdahale konseptinin adı konulmamış bir zamana kadar geçerliliğini koruyacağını intibaını uyandırmaktadır. Böylelikle, Kürdistan sosyolojisine belirsizliğin tohumlarını serperek ulusal ve sınıfsal umutsuzluğun taban tutması murad edilmektedir.