Yeni-Kolonyal Müdahale ve İlhak Diplomasisi – I
Dosya Haberleri —
- Türk devletinin Kürdistan dış politikasının bir ilhak stratejisi etrafında şekillendiğini ve amaçlarını gerçekleştirebilmek adına bir ‘ilhak diplomasisi’ yürütmekte olduğunu söyleyebiliriz.
RÊNAS CÛDÎ
Kürdistan cephesinde değişen bir şey yok! Kürt coğrafyasında yaşamın sıra dışı ve olağan yanları arasındaki çizgi hiç olmadığı kadar belirsizliğini koruyor. Covid-19 pandemisinin görece azalmaya başlayan etkisinin ardından tüm ülkelerde gündelik yeni ‘normaller’ üzerine tartışmalar yürütülürken Kuzey Kürdistan; bitmeyen kayyım atamalarını, düşürülen milletvekilliklerini, sayısız gözaltı ve tutuklama kararlarını, evlatlarının mezar taşlarının kırılmasını, bir sömürgecilik kurumu olarak DEDAŞ’ın zulmünü, hasta tutsak Vefa Kartal’ın cenazesinin ailesinden kaçırılarak polisler tarafından defnedilmesini, Kürt halkının yiğit evladı Qasim Engin’in şehadetini konuşuyor. Bu distopik senaryonun müellifi, 19 Aralık 2017 tarihinde Garzan Mezarlığı’ndan çıkarılan 261 cenazeyi Kilyos Mezarlığı’nda bir kaldırıma gömerek ‘ölüleriniz ayaklarımızın altındadır’ mesajını vermeyi de ihmal etmiyor. Olup-biten karşısında Kürt entelektüellerinin yapıcı eleştiriler sunarak mevcut ahvalin içinden çıkabilmenin yollarını aramak yerine adeta evin içinde suçlu arayan tutumlarla hareket etmeleri ise şaşkınlık vericidir. Bir halka savaş açmış ve bu konuda netliğinden şüphe duyulmaması adına elinden geleni ardına koymayan devlet karşısında çaresizlik ve kanıksamaya kapılmak yerine hayret ve merak duyguları eşliğinde neden-nasıl sorularını gündemde tutabilmenin oldukça değerli olduğu yadsınamaz. Bu yüzden, ‘Yeni-Kolonyal Müdahale’ serisinin ilk iki yazısında olduğu gibi, bu yazıda da Türk devletinin 30 Ekim 2014 MGK kararları ardından kademeli olarak uygulamaya koyduğu Kuzey Kürdistan’a dönük çok boyutlu savaş konsepti çeşitli başlıklar altında ele alınacaktır.
Serinin ‘Yeni-Kolonyal Müdahale ve Eko-Kırım’ başlıklı ilk yazısında; Cudi Dağı özelinde Kuzey Kürdistan’da inşa edilen güvenlik barajları ve HES’ler üzerinden direkt coğrafyayı hedef alarak yeri/mekanı halktan etme stratejisinin fikri altyapısını ve bu minvalde Kürt halkının gündelik yaşamının nasıl bir krize sürüklendiği açıklanmaya çalışılmıştı. ‘Kürdistan’da hiçbir ölüm rastlantısal değildir’ önermesini tartışmaya açan ‘Yeni-Kolonyal Müdahale ve Zamana Yayılan Ölüm’ başlıklı ikinci yazıda da, bir Kürt’ün ‘nasıl yaşaması’ gerektiğine değil ‘nasıl ölmesi’ gerektiğine odaklanan yeni bir nekropolitik stratejinin devrede olduğuna işaret edilmişti. Bu yazıda ise Yeni-Kolonyal Müdahalenin toprak tahayyülü, Türk devletinin Kürdistan dış politikası ve ‘beka sorunsalı’ üzerinden analiz edilecektir. Sömürgeci aklın Kürt coğrafyasını bütünlüklü bir şekilde kavradığı ve siyaseten süreklilik yakalayabilmek adına hem uluslararası ilişkilerin yapısal krizlerini hem de devlet-içi çelişkileri fırsata dönüştürerek bir ‘ilhak diplomasisi’ yürüttüğü öne sürülecektir. Ele alınan konunun kapsamından ötürü yazı iki parça halinde okura sunulacak. İlk adımda, Kürdistan merkezli Türk dış politikasını betimlemek için kullanılan ilhak diplomasisi kavramı ile ne kastedildiği, kavramın devletler-arası ve devlet-içi dinamiklerle nasıl bir ilişkisinin olduğu anlatılacaktır. Bir sonraki adımda ise ilhak diplomasinin Kürdistan coğrafyasındaki izleri takip edilerek günümüzün ve yakın geleceğin bir resmi sunulacaktır. Bu çalışma, 2015 yılından bugüne Türk devletinin Ortadoğu ve spesifik olarak Kürdistan dış politikasına bir ad koy denemesi olarak görülebilir. Oluşturulmaya çalışılan çerçeve ile de Kuzey Kürdistan’ın Türk devleti tarafından artık bir dış politika tartışması içinde ele alındığı ve Kürt sorunu tabirinin yerini Kürdistan sorununa bıraktığı söylenebilir.
Ortaya çıkan resmin bize söylediği bir şey var
Batı Kürdistan’ın 3 parçasının Türk devleti tarafından işgal edilmesi, ardından işgal alanlarının sömürgeci yöntemlerle yönetilmeye başlanması ve son olarak Türk devletinin bu alanlardan çıkmayacağına dair izlenimler vermesi yazının başlangıç noktalarını oluşturmaktadır. Her üç işgal girişiminin de devlet hafızası için özel günlere denk getirilerek gerçekleştirilmesi ve işgaller esnasında askeri operasyonlara eşlik eden ‘fetih fetişizmi’ Türk devletinin nasıl bir politik kültür üzerinden eyleme geçtiğine dair ipuçları sunuyor. Devletin bu çabasına yöneltilen neden sorusuna ise 24 Ağustos 2016 tarihindeki ilk işgal girişiminin ertesinde Eski Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in yaptığı açıklamada bir cevap arayabiliriz: ‘100 yıl sonra şimdi yeniden İran’daki, Irak’taki, Suriye’deki ve Türkiye’deki Kürtleri içine alacak, bizim sınırımızda Akdeniz’e açılacak bir Kürdistan kurma projeleri var…Fırat Kalkanı operasyonunu niye başlattık biliyor musunuz? Bunun önünü kesmek için başlattık.’ Siyasal elitlerin verdiği demeçlerin hamaset kokan açıklamalar olduğunu düşünülse de 1991’de Irak’ta Kürt halkı adına siyasal kazanımların ortaya çıkması esnasında da benzer lafların sarf edildiği unutulmamalıdır. 1991’den bugüne, kademeli olarak Güney Kürdistan’ın Türk devleti tarafından bir ekonomik ve askeri işgal alanına dönüştürülmesi de Batı Kürdistan’daki güncel gelişmelerle bağlantılı olarak yeniden değerlendirilmelidir. Komplo teorilerine yaslanmadan, işgal alanlarında gerçekleştirilen saha çalışmaları ve özel olarak bu konu bağlamında hazırlanan raporlar/araştırmalar gözden geçirildiğinde ortaya çıkan resmin söylediği bir şey var: Türk devleti kısa vadeli amaçlar için Kürt coğrafyasına dönük bir işgal serisine girişmemiştir. Öyleyse uzun vadede ne olacak? Elbette bu soruya net bir cevap vermek mümkün değil, zira toprak temelli tüm sorunların çözümü esnek ilişkilerle birbirine bağlanan devletler-arası çıkarlarla bağlantılıdır. Fakat yine de uluslararası ilişkiler disiplininin sunmuş olduğu kavram setleri üzerinden yapılacak okumalar çeşitli çıkarımlarda bulunmaya imkan tanımaktadır.
Türk dış politikası ‘ilhak diplomasisi’ ile yürütülüyor
Herhangi bir devletin başka bir devletin sınırlarını ihlal etmesi işgal olarak adlandırılır. İki devletin karşılıklı sınır protokolleri ve meşru müdafaa gerekçesi dışında tüm işgal girişimlerinin uluslararası hukuka aykırı olduğu belirlenmiştir. Ayrıca belirtilen bu iki gerekçe işgal girişiminin geçici olmasına imkan tanırken başka bir devletin sınırları dahilinde kalıcı olarak hak iddia edebilmek mümkün değildir. Tüm bu kısıtlamalara rağmen, kimi zaman işgal edilen alanlarda yaşayan insanların talebi doğrultusunda barışçıl yollarla ama genellikle zora dayalı olarak işgalin kalıcılaşmasına ise ilhak denir. Bu noktada bu yazı, Türk devletinin Kürdistan dış politikasının bir ilhak stratejisi etrafında şekillendiğini ve amaçlarını gerçekleştirebilmek adına bir ‘ilhak diplomasisi’ yürütmekte olduğunu öne sürüyor.* Başka bir deyişle, genellikle savaş koşullarında görülen ve uluslararası hukukun ihlali ile sonuçlanan ilhak süreçlerini ‘başarıyla’ tamamlayabilmek adına bir devletin yürüttüğü faaliyetlerin toplamını ilhak diplomasisi olarak adlandırabilir ve bu minvalde Türk devletinin bu yöntem üzerinden Kürdistan coğrafyasında bir dış politika yürüttüğünü iddia edebiliriz. Bu yaklaşım, ekonomik yaptırımlar ve ambargoların da içinde olduğu ama ağırlıklı olarak askeri güç kullanımına dayanan ‘zorlayıcı diplomasi’ tekniğine odaklanarak sahada kazanımlar elde etmeye çalışır. Zorlayıcı diplomasinin olası sonuçlarını kendi lehine çevirmek için müzakere ve diyalog gibi klasik diplomatik metotlara başvurur. Böylelikle sahadaki kazanımları garanti altına alabilmek ya da demografik değişim ve etnik temizlik gibi savaş suçlarını da içine alan kolektif ihlalleri örtebilmek mümkün olmaktadır. Bu strateji doğrultusunda Batı Kürdistan’ı işgal eden ve giderek kalıcılaşmaya başlayan Türk devleti, diplomatik zeminde Suriye iç savaşının tüm muhataplarına ‘sorunun da çözümün de adreslerinden biriyim’ imajı vermektedir.
Kuralsızlığın bir ilke haline gelmesi
İlhak diplomasisinin Türk devleti tarafından Kürt coğrafyalarında uygulanabilmesine olanak sağlayan iki temel dinamik göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki, zordan ve kuralsızlıktan beslenen ilhak diplomasisine alan açan, uluslararası ilişkiler düzeninin son 30 yıldaki dönüşümünün devletlerin hareket kapasiteleri üzerinde yarattığı etkilerdir. Günümüzün devletler arası sistemi ne Soğuk Savaş’ın ideolojik kamplaşma üzerinden temellenen iki kutuplu düzenine ne de Sovyetler’in yıkılışı ertesinde kurulmaya çalışılan Amerika merkezli tek kutuplu formasyona benzemektedir. Westphalia öncesi dönemin bir modern karikatürü olarak görülen, belirsizlik (uncertainty) ve endişe (anxiety) çağı olarak adlandırılan çok kutuplu bir dünya sisteminden bahsedilmektedir. Sadık ya da güvenilir müttefikliğin itibar edilen bir olgu olmaması ve uluslararası hukuk normlarının altının boşaltılması ile kuralsızlığın bir ilke haline gelmesi yine bu sistemin öne çıkan yapısal özelliklerinden bazılarıdır. Suriye ve Libya’da süregelen iç savaşların parçası olan devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerindeki ürkütücü tutarsızlık ve bunun yol açtığı içinden çıkılamaz krizlerle birlikte yaşama zorunluluğu çağımız uluslararası ilişkilerinin özeti gibidir. Bu yüzden, Türk dış politikasının Ortadoğu’daki konumlanışını ve Amerika, Rusya, Avrupa Birliği ile ilişkilerini ‘bir eksen kayması’ olarak okumak büyük bir hata olacaktır. Zira, NATO ve benzeri kurumların varlığına rağmen, eksen kavramı mevcut devletler-arası rekabeti analiz edebilmek için yeterli değildir. Öte yandan bu düzenin oluşumunda 11 Eylül olaylarının başka bir deyişle ‘terörle mücadele’ olgusunun büyük bir etkisi vardır. Zira bu olgunun meşru müdafaa hakkı üzerinden tüm politik kategorilere sirayet edecek şekilde yorumlanması, özellikle BM 1368 sayılı kararının da cevaz vermesi ile, devletlerin çıkarlarını örten bir güvenlik etiketi altında dış politika yapımına olanak sağlamıştır. Terörizm içerikli açıklamaların, temellendirmelerin ve suçlamaların ana akım bir söylem haline gelmesi artık ‘havuç-sopa’ dengesinin gözetilmediği ve sorunların çözümü noktasında rızanın değil zorun rolünün öne çıkmasına işaret etmektedir. Bu yüzden, Avrupa Birliği gibi yumuşak güce dayalı liberal dünya barışı söylemiyle ekonomik çıkarlarını maksimize etmeye çalışan bir aktör, mevcut sistemin parçası olabilir ama öncüsü olabilmesi söz konusu değildir.
‘Karargah, Koridor, Konut, Köşk’ dörtlüsünün ‘Saray’a indirgenmesi
Türk devletinin ilhak diplomasisi yaklaşımına alan açan ikinci dinamik ise devlet-içi dengelerin serencamında gizlidir. Bu bağlamda belirtilmesi gereken ilk husus, Türk tipi başkanlık sisteminin; kuvvetler ayrılığının hiçbir anlam ifade etmediği itiraza, eleştiriye, öneriye ve denetlenmeye kapalı merkeziyetçi bir yapıya sahip olmasıdır. İkinci husus ise, siyasal iktidara eşlik eden, yıllar içinde uluslararası karakteri güçlenen istihbarat teşkilatının ve savunma bakanlığının güdümünde teknolojik ilerleme kaydeden askeri potansiyelin bir araya gelmesi ile adeta bir ‘Güvenlik A.Ş.’ gibi çalışan savaş bürokrasinin Türk dış politikasının dümeninde olmasıdır. Bu durum Cumhuriyet tarihi boyunca, dengeli çalışmasa bile, varlığına her zaman önem verilen ‘Karargah, Koridor, Konut, Köşk’ dörtlü dış politika karar mekanizmasının ‘Saray’a indirgenmesi anlamına gelir. Yani, kurumlar sosyolojisinin iyi yönetilmesinden ziyade birimler arası gerilimin tek bir külte bağlanmasına işaret etmektedir. Haliyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut dış işleri bakanın emir almak dışında hiçbir fonksiyonu yoktur, daha doğrusu savaş bürokrasisi dışında tüm devlet kademesinin icracıdan öte bir pozisyonu yoktur. Kısaca özetleyemeye çalıştığımız Türk devletinin güncel yapılanması, bir dış politika stratejisi olarak ilhak diplomasisinin nasıl bir aklın ürünü olduğunu ve geçici bir karaktere sahip olmadığını göstermektedir.
Bu yazıda ilhak diplomasisi kavramı ile Türk devletinin Kürdistan dış politikasına teorik bir çerçeve sunmaya çalışıldı. Bu teorik çabanın amacı, açıkça Kürt coğrafyalarını ilhak edeceğini söylemeyen ama devlet-içi dengelerde bunu yaratan ve uluslararası ilişkilerde bunun koşullarını arayan Türk dış politikasını analiz edebilmektir. İkinci yazıda ise ilhak diplomasinin Güney ve Batı Kürdistan coğrafyalarındaki izdüşümleri, dünyadaki diğer ilhak süreçleri ile karşılaştırılması, nasıl bir söylem üzerinden meşrulaştırıldığı ve son olarak genel değerlendirme eşliğinde bu stratejinin olası sonuçlarını tartışmaya açacağız.
* İlhak diplomasisi kavramı ilk kez, Amerika’nın Texas’ı ilhakı ile başlayan 1848 Amerika-Meksika savaşı ertesinde Oregon eyaletinin paylaşılması California, Utah, New Mexico eyaletlerinin ise 15 milyon dolar karşılığında Amerika topraklarına katılmasıyla sonuçlanan İngiltere ve Fransa’nın da müdahil olduğu süreci betimlemek için kullanılmıştı. İlhak diplomasisi ve Amerikan yayılmacılığı için bakınız. David M. Pletcher. The Diplomacy of Annexation: Texas, Oregon, and the Mexican War. University of Missouri Press. 1973.