"Burası Siverek Houston değil"
- İnsan yaşadığı yere benzer ya da yaşadığı yer insanı oluşturur, insan da yaşadığı yerdir. Bu bir kültürel, sosyal, iktisadi oluşum süreci. Evlerimizi, şehrimizi oluşturan bu yüksek duvarlar feodal iktisadın toplumsal düzenini, ahlakını, ilişkilerini yüceltiyor, koruyor, tahkim ediyor ve sürdürüyordu.
DENİZ FARUK ZEREN
Siverek Ortaokulu'nun kaçıncı sınıfındaydım hatırlamıyorum. Ancak o sene çok umut yapmıştı. Kış çok sert geçiyordu. Siverek’teki okulların nüfusu o kadar fazlaydı ki caddeler, sokaklar, bağlar, bahçeler okullularla dolup taşıyordu. Anlatmak istediğim mesele Siverek'teki okulların durumu değil elbette ama hafızamın bir kenarında o yıldan beri taşıdığım, nerede, ne zaman, ne işe yarayacağını bilmeden taşıdığım küçük bir olay bu yazı için yoğunlaşırken canlandı. “Şimdi tam sırası, gün bu gündür" diyerek sevinç çığlıkları attı. Madem öyle, en azından bu yazıya giriş manivelası olarak işe yarasın. Devam ediyorum, Siverek Ortaokulu'nun kaçıncı sınıfındaydım hatırlamıyorum ama dönemin ortasıydı ve genç bir kadın İngilizce hocası gelmişti. Uzun bir olay değil anlatacağım. Bu genç, sıska, tiril tiril bir elbise giymiş İngilizcecinin ilk dersinde hiçbir şey konuşmadan sınıfın penceresinden Kelok Mahallesi'ne doğru bakarak "Bu evlerin neden böyle yüksek duvarları var, neden böyle duvarlar örüyor ebeveynleriniz... Evlerin etrafında küçük, tahta, renkli çitler olsa daha güzel olmaz mı? Şehriniz daha güzel olmaz mı?" dediğini hatırlıyorum. Ses tonundaki kibri, küçümsemeyi anlatacak cümle bulamıyorum. İngilizceci sözünü bitirir bitirmez sakal traşı olmaya çoktan başlamış arkadaşlardan biri yerinden kalkmadan kartlaşmış sesiyle "Burası Houston değil hocam, burası Siverek" diye çıkışmıştı. İngilizceci şaşırmış, korkmuş, bir sınıfa bir Kelok Mahallesine bakıp başka bir şey demeden çantasını aldığı gibi sınıftan çıkmıştı. Bir daha da kendisini ne gördük ne duyduk. Galiba istifa ettiği gibi soluğu Houston'da aldı.
Toprak damları birbirine bitişik, kara bazalt taşlarla örülmüş yüksek duvarların içine gömülü avlulu evlerde yaşıyorduk. Damları bitişik olduğu kadar duvarlarla ayrılmış bu üstte alt alta kurulmuş evler, sokaklar, öbek öbek mahaller nihayetinde şehrimizi oluşturuyordu. İnsan yaşadığı yere benzer ya da yaşadığı yer insanı oluşturur, insan da yaşadığı yerdir. Bu bir kültürel, sosyal, iktisadi oluşum süreci. Evlerimizi, şehrimizi oluşturan bu yüksek duvarlar feodal iktisadın toplumsal düzenini, ahlakını, ilişkilerini yüceltiyor, koruyor, tahkim ediyor ve sürdürüyordu. Her evin duvarının ardında bir derebeyi hüküm sürüyor, ailenin "namahremini" avlu duvarlarına teslim ederek, kadının, çocuğun ve üretimin üzerindeki hakimiyetini feodal erkeklik hukukuna uygun devam ettiriyordu. Bu tek tek küçük derebeyleri daha büyük toprak sahibi ve nüfuzlu ağaların karşısında el pençe divan duruyor, kendi derebeyliklerinin sınırlarının evlerinin duvarları kadar olduğunu biliyorlardı. Çünkü onların daha yüksek duvarlı geniş avlulu evleri vardı ve devletle ticaret, siyaset ve beşeriyet güdüyorlardı. Temelinde duvarlar arasındaki tek tek ailelerin oluşturduğu bir ayağı köylerde bir ayağı şehirde yürüyen bu yapı aşirete, aşiret de birkaç derebeyinin güdümünde kompradorlaşarak devlete dönüşüyordu. Üretim ilişkileri ve her anlamda zamanı geçmiş feodal yapı taşları bunların eliyle korunuyor, olası her ileri toplumsal hamleye karşı elde tutuluyor, yaşatılıyordu. Parçalanmış bir ülke, parçalanmış bir toplum, parçalanmış ulusallaşma kullanışlı bir düzenek haline getiriliyordu. Bunun en temel yapı taşını da evlerimizin avlu duvarları oluşturuyordu.
Duvarlardan daha kara daha yüksekti
Elbette bu yapıların mimari ve estetik bir karakteri vardı. Geçmiş çok kültürlü zamanların izlerini taşıyorlardı. Ermeni ve Yahudi taş ustalarının ellerinden çıkmıştı temel yapıların birçoğu, onları yaşıyorlardı. Ancak içlerinde yaşatılan, büyütülen kültür iğdiş edilmiş kaba, çürüyen, zamanı geçmiş, şişirilmiş, yozlaşmış bir kültürdü. Feodal erkek bu yapıların içinde duvarlardan daha kara daha yüksekti. Bütün o meşhur cesareti istisnalar hariç büyük toprak sahipleriyle ve dolayısıyla sömürgecilerle karşı karşıya kalana kadardı. Bu avluların içinde kadınların uğradığı şiddet, çocukların uğradığı şiddet o "namus" hele, o yanar döner "namus" anlayışı kuşaktan kuşağa aktarılmış yaygın bir genetik travma olarak yaşamaya devam ediyor, edecek de. Evlerin duvarları, okulların duvarları, hükümet konağının duvarları, hastanenin duvarları, hapishanenin duvarları, camilerin duvarları, karakolların duvarları hatta bağlara, bahçelere perçin diye örülmüş bütün o kara duvarlar bu erkekliği korumak içindi. Çünkü o feodalizmdi, çünkü feodalizm parçalanmış ulustu ve parçalanmış ulus sağlamlaşmış sömürgecilik demekti. Bu basit bir "tezgah" değildi elbette. Buna uygun kişilik buna uygun kültür, buna uygun düşünce ve ruhsal şekilleniş gerekti. Bu gereklilik avlu duvarları içinde yeterince oluşturulmuş, şekillendirilmişti. Özellikle son yüzyılın ikinci yarısı bu yapının sürekliliği için seferber olmuş ve adeta birer küçük devlet haline gelmiş derebeylikleriyle devlete bağlanmıştı. Devrimcilerin, ulusal hareketin duvarların oluşturduğu sokaklarda giriştikleri her ileri hamle zaman zaman bazı umutlar yaratsa da en nihayetinde devlete değil, bu yapıya yeniliyordu. Yeniliyor, dağılıyor, geri çekiliyor her defasında bu duvarlarla karşı karşıya kalmaktan kurtulamıyordu. Ağır bedeller ödüyor, geri çekiliyor daha uygun koşulları kolluyor, izliyordu.
Artık betona yöneldi
Bu arada son yirmi yılda artık savaş ağalığı kurumsallaşmasını tamamlamış bu yapı kendine yeni bir pazar yaratmak ve üretim dışı gelirlerini değerlendirmek üzere genel eğilimin de bir parçası ve bileşeni olan betona yöneldi. Bu avlulu evleri yok ederek yerine zevksiz apartmanlar dikti. Bu bir geçiş değildi kuşkusuz; duvarların eğilip bükülerek yan yana nizamdan üst üste nizama evrilmesiydi. Temelinde kültürel, sosyal bir gelişmenin olmadığı bir evrilme. Dolayısıyla küçük, tahta, renkli bahçe çitlerine geçilemediği gibi eski yapıların kimliği ve karakteri, dokusu da yitirildi. Tam da bu döneme uygun şekilsiz, belirsiz, niteliksiz, kimliksiz ve yine de feodal bir düzenek oluşturuldu. Ticaret burjuvazisi ile dirsek temasını ileri taşımak için komprador feodallere kaçırılmaz bir fırsat sunan bu süreç neredeyse kriminal bir birey, kriminal bir toplum yaratmıştır. Bizim kara, bazalt, yer yer işlemeli, ustalıklı dikilmiş yüksek duvarlarımız içlerinde, artlarında, sırtlarında kendileri gibi bir erkek, kendileri gibi aile ve bireyler var etmiştir. Koruyup sakladıkları "namahrem” şiddetle, sömürüyle ve "ahlakla" sıvanmış, o duvarların harcı olmuştur. Bazı arkadaşlar "kadının evde olmasının Kürt dili ve kültürünün yaşamasına katkıda bulunduğu"nu söyleyen bazı tezler savunuyorlar. Bu tezler duvarlar arasına kapatılmış kadının yaşatacağı dilin ve kültürün ulus bilincine katkısının olmayacağını çünkü ulus bilincini özgür kadın ve erkeklerin yaratabileceğini atlıyorlar. Şüphesiz iyi niyetliler, ancak somut gerçeklik ve mevcut durum, yeni kuşakların duruşu o duvarlara yaslanacak bir uluslaşmanın mümkün olmayacağını acı da olsa bize öğretmiştir. Yıkılacak, aşılacak yerle bir edilecek duvarlar ve bu duvarlara karşı döğüşecek Don Quijote’lar olacaktır.