Alternatif halktadır, tutku halkta
- Edebiyatımızın ulusal alt üst oluşlara, çöküş ve kalkışlara, ülkemizin geçirdiği ve geçireceği değişim ve dönüşümlere denk bir gidişat ve şekilleniş içinde olması gerekmektedir. Dahası bu kaçınılmazdır.
YILMAZ SARI
Politik Art’ın 311. sayısında Fırat Can, zindan edebiyatı tanımlamasını tartışmaya açmıştı. Üstelik bu tanım daha önce de defalarca tartışıldı. Can, “zindan edebiyatı” ifadesinin eksik ve hatalı olduğuna dair önermesi etrafında yürüttüğü tartışmanın sonucunda “direniş edebiyatı” tanımlamasına ulaşıyor. Buradan hareketle ben de konuyu daha kapsamlı bir tartışmanın başlangıcı haline getirmek gerektiğini düşünüyorum.
Bizim tartışmaya ihtiyacımız var. Bizim daha fazla tartışmaya ve sonuçlara ulaşmaya ihtiyacımız var. “Biz” için dilerseniz genel olarak yurtsever Kürt edebiyatçılar, dilerseniz devrimci edebiyatçılar ya da daha özel kullanımla Kürt edebiyatçılar, yazarlar diyebilirsiniz. “Muhalif”liğin belirsiz, köşesiz, şekilsiz içeriğinden kaçınırım. Bu yüzden de bir ad gerekirse yurtsever olarak anılmak her durumda çizgi netliği için yeterli sanırım. Tartışmaya ihtiyacımız var. Yaptığımız, yapmaya çalıştığımız nasıl bir edebiyattır? Ne edebiyatıdır? Özgürlük Hareketi’nin yaşam ve olma, biçim ve alanlarından yola çıkarak dağ, zindan, sürgün edebiyatı gibi tanımlamalar “ihtiyacımız”ı karşılar mı? Daha doğrusu; ihtiyacımız nedir?
Bizim her şeyden önce bir edebiyata ihtiyacımız var. Edebiyatımızın ulusal alt üst oluşlara, çöküş ve kalkışlara, ülkemizin geçirdiği ve geçireceği değişim ve dönüşümlere denk bir gidişat ve şekilleniş içinde olması gerekmektedir. Dahası bu kaçınılmazdır. Kürt halkının bütün devrimci toplumsal alt üst oluşlarının edebiyatsız gerçekleştiğini kabul etmek gerekiyor. Diriliş yıllarının edebiyatı yaratılamadığı, yapılamadığı gibi şimdi direniş yıllarının da yapılamıyor. Doğrusu kendi özgün dilini, üslubunu, akışını, kendi “piyasasını” yaratabilmiş bir durumdan bahsetmek hayli güç. Bazı yazınsal faaliyetlerin olduğu, bazı başarılı kişiliklerin çıktığı doğru, ancak bu bahis mevcut devrimci duruma denk düşen bir gerçekleşmeyi ifade etmiyor. En başarılı kişisel gelişmelerin en iyi ihtimalle “demokratik” Türkiye edebiyat ve yazın piyasasına girip çevre ilişkileri ile okura ulaşma çabası içinde olduğunu söylemek mümkün. Fakat bu durumun bazen oldukça sınırlayıcı hatta güdükleştirici olduğunu da görmek gerekmektedir. Birçok alanda olduğu gibi bu alanda da bir iç içe geçmişlik söz konusu. Yazarlar kendine Devrimci Kürt edebiyatı içerisinde olduğu kadar demokratik Türkiye edebiyat dünyası içinde de yer bulmaya çalışarak enerjisini harcayan, dahası birikim ve deneyimini sınırlayan bir çizgide hareket edebiliyor. Oysa neredeyse altı ayda bir dijital medya üzerinden ırkçı bir baskılamayla güncelleştirilen Türk Edebiyatı mı Türkiye Edebiyatı mı yoksa Türkçe Edebiyat mı tartışmaları esasında gelişen demokratik ilişkilere “balans” ayarı çekmek ve zaten güdük olan demokratik ortamı hizaya getirmek için yürütülüyor. Görüldüğü kadarıyla bu balans ayarı belli sonuçlara da ulaşıyor. Dolayısıyla bizim bunların çok üstünde ve ötesinde bir yazınsal gerçekleşmeye, yayılmaya, kuramsal ve kurumsal yükselişe yönelmemiz gerekiyor.
Her şeyden önce ve kesinlikle sanat yapmamız gerekli. Ne melankoli ne aforizma ne acı, yara, hasret, bitmeyen ağıtlar, belengazlık, garibanlık ne otantik gizemcilik, folklorik tatlı tatlı “doğulu”luklar sanatımız olabilir. Bunların her türlü pasından etkisinden, dilimize, tarzımıza özellikle son yıllarda yerleşmiş, evet itiraf etmek gerekirse bazı kesimlerde karşılık da bulup geliştirilmesi için sakınca görülmemiş, bu ayak bağı yazından arınmak, sıyrılmak gerekliliği açıktır. Bu tarzlar günümüzde devrimci edebiyatın gelişmesinin önünde klişe ve slogancılıktan daha fazla tehlike taşıyorlar. Çünkü ajitatif yazının belli sonuçları olabiliyor. Bazı özel dönemleri kurtarabiliyor ve belli riskler de taşıyabiliyor. Bunun yerine bahsini ettiğimiz hiçbir şey söylemeyen ama çok şey söylüyormuş gibi yapan, yapışkan bir şiirsellikle kabartılan, anlamsız, gereksiz bir hüzne ve sigara dumanına, çaya şekere boğulmuş yarı lümpen arabesk bir tarzın popüler olmasında kimse bir beis görmüyor neredeyse. Bunlar bizim sanatımız olamaz. Kürt halkının devrimci gerçekleşmesi, yaşamı ve kişiliksel gelişimi bunların çok üzerindedir. Halkımıza layık gördüğümüz edebiyat bu olmamalıdır.
Yaşanmışların, deneyimlerin, fedakârlık ve zorlukların halklara ve dünyaya aktarılmak istenmesi, bilinir hale getirilmek istenmesi bunun bir görev olarak tanımlanması doğru ve yerinde ancak sürekli bir anı anlatıcılığını koşullayan bir duruma da işaret ediyor. Anı anlatıcılığı için binlerce cilt bile hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Dile kolay on yıllardır her gün ve her an amansız bir şekilde yaşananlar var. Yüzlerce tanık, anı, verilmiş binlerce söz var. Bunlar yaşayanlar için ağır sorumluluklar demektir. Ancak bu sorumlulukların üstesinden anı anlatı dili, yazını tek başına gelemez, dünyanın hiçbir yerinde de gelememiştir. Yalnızca edebiyat sanatı bize derman olabilir ve bu birikimi doğru yatağına kavuşturursak dermanımıza kavuşabiliriz. Bunun taktiğini, tekniğini, dilini, yayıncılığını, dağıtım ve paylaşımcılığını tartışmak, sorular sorup yanıtlara ulaşmak, edebi sanatlarla hemhal olma iddiasındaki her devrimci yazarın işidir. Yazar ister içeride ister dışarıda ister sürgünde ya da başka bir yerde olsun, olanaklar el verdikçe kendi dilini buna uygun geliştirmek ve uygulamak zorundadır. Yazmak, denemek, tartışmak romanı, şiiri, öyküyü bu düzlemde geliştirmek, yazarken devrimci olmaktan kaçınmamak gerekmektedir.
Fikri üstünlük, yenilik, sanatsal hammadde çeşitliliği, tarihi birikim ve deneyimler bunları yapabilmek, gerçekleştirebilmek ve gürül gürül akan kendini gerçekleştirip aşarak giderek evrensel formlara ulaşabilecek bir edebiyat yaratabilmek için yeterince elverişli. Belki eksik olan tutkudur, yazma tutkusu. Edebiyat tutkusu. Bunu koşullayan, sağlayan etmenlerden yalnızca biri tanınmak, bilinmek, okunur olmak. Pazar malzemesi haline gelmek yani. Bu bize öğretilmiş olan. Oysa bizim mevcut pazar ilişkilerinin dışında daha kolektif bir gerçekleşmeyi esas almamız gerekiyor. Kendisine ulaşan, dokunan, kendisiyle olan, yürüyen hiç kimseyi unutmayan, yalnız bırakmayan bir halkımız var. Pazarın ve piyasanın alternatifi de halktadır. Bağlarımızı doğru temellerde kurabilirsek şayet, yazmak için gereksindiğimiz çalışma tutkusu halktan sınırsız beslenecektir. Bu uzaktan romantik bir önerme gibi görünebilir. Ancak devrimci romantizm olmadan sanat yapamayız, edebiyat yapamayız, hele bu mevcut koşullarda asla yapamayız. Bizi besleyen kaynaklardan biri o sınırsız devrimci romantizmimizdir. Tipik olanı bulup derinleştirmek, kendi estetiğine kavuşturarak çelişkileri ve çatışmaları onun sayesinde metne yedirerek ilerletmek, dilimizi kuşatan bütün sınırları, dayatılan ya da öğretilmiş bütün sınırları parçalayarak yeniden olmak bizim için kaçınılmaz. Yaratıcı yazını tarihsel diyalektiğin diliyle buluşturup bilinen kalıpların dışına çıkmaya cüret ederek edebiyatımızı yaratmak durumundayız. Kaba gerçekçilik ya da belirsizlik tuzaklarına düşmeden imgeyi gerçeğin ve devrimin hizmetine, devrimi de imgenin bütün renklerine kavuşturabilmeliyiz. Bu yazı da yeni tartışmalara vesile olsun dileriz.