Yıkıntılardan çağırıyorum seni
- Şansım yaver gitmemişti. Yüzündeki keskin çizgiler bir anda çoğalmaya başlamıştı. Tebessümü bir kez daha kayboluyordu. Bir süre bu yorumlamakta zorlandığım ifadeyle bana bakıp durdu. Sonra hata yapmış bir insanı kınamak isteyen biri gibi başını önüne eğdi ve sustu. Ben de sustum. Suskunluğumuz ikimizin yerine de uzun uzadıya konuşup durdu.
YAKUP GÜNEŞ*
Kuryenin verdiği komutun üzerinden dört saat geçmişti. Hala durmaksızın yürüyorduk. İlerlerken, artık güçleri kalmayan bacaklarım itaatsizleşmişti. Kuryemiz Cemal’in kayıtsızlığından yakınıyordu bacaklarım. Düşündükçe “Erkekler hep böyle midir?” diyorum kendi kendime, “Böyle kayıtsız, kendileri dışındaki dünyalardan habersiz…” Her nedense düşünmek bacaklarımın yükünü hafifletiyor.
Hava kararıyordu. Dünya da yürüyüşünü tamamlamaya çalışıyor olmalıydı bizim gibi. Göğün bu yeni kıyafeti duygularımı yumuşatmıştı. Doğa ananın bu küçük kadını, bu sadık kızını bağrına basmasını arzuluyordum bir nehir, bir ağaç, hiç değilse bir taş gibi…
Seyrek, sıralı ağaçlar ve hemen aşağılarda birçok yolcuya tanıklık eden patikalar gölge gibi görünmeye başlamıştı… Birazdan o patikalardan birine gireceğiz ama bacaklarım hala itaatsiz. Bu karanlıkta hemen önümde yürüyen Ekin’i kaybetmemek için çabalıyordum. Hayatta olduğu gibi yürüyüşlerde de geride kalmanın yenilgimizi çoğalttığını artık biliyorum. İşte dünya yürüyüşüne devam ediyor. Ekin de…
Islık sesiyle durduk. Bir aksilik olmuş olmalıydı. Cemal böyle açıkta, patika ortasında mola verecek biri değildi. Ne olduğunu anlayabilmek için sıradan çıktım. Ancak gece bir pusa dönüşmüş, görmeleri yasaklıyordu. Gözlerim yalnızca önümde silik bir görüntü gibi duran varlıkları onaylayabiliyordu. Bir katedralde yaşayan aziz ve azize heykelleri gibi öylece hareketsiz duruyorlardı. Ama bir hareket tüm donmuş görüntüyü bozdu. Biri yaklaşıyordu. Cemal olmalıydı. Belki de yorulup yorulmadığımızı soracaktı.
-“Heval Cemal, sen misin?”
Sesim de içim gibi titremişti. Galiba gerçekten bir heykel canlanıp aramıza katılmıştı ve şimdi ürpertici bir şekilde arka tarafa geçiyordu. Bir şaka olmalıydı. Bir şeyler söylemeye niyetlendim ama o benden önce davrandı.
-“Adın ne?”
Şaşırmıştım. Duyduğum ses bir kadının sesiydi ve gruptaki hiçbir kadın arkadaşa ait değildi Cemal’le beraber on kişiydik, altısı erkek. Guruba yeni biri katılmış olmalıydı. Öğrenmenin tek yolu havada asılı duran soruyu cevaplamaktı.
-‘’Adım Adar, ya senin?”
Bu kötü bir şaka olmalıydı ya da bir heykel kadar sağır birine çarpmıştı sesim. Her nasılsa konuşabilen bir heykel.
-“Duydun mu? Benim adım Adar, ya senin?”
Arkama geçti, yürümeye devam ettik. Yanıtsızlıktan rahatsız olsam da bir şey söyleyemedim. Bir yürüyüşteydik ve moral en çok ihtiyacımız duyduğumuz şeydi.
Dünya nihayet derisini değiştirdi. Gök kehribar renkli kıyafetini giyiyordu yavaş yavaş. Beşer dakikalık molaları saymazsak saatlerdir yürüyorduk. Cemal sadece bir kez bulunduğumuz tarafa geldi. Sağ kaşı yine yukarı doğru kalkmıştı. Kaşının duruşundan durmaya niyeti olmadığını anlıyorduk. Arkamdaki kadın arkadaştan yürüyüş boyunca tek bir ses bile çıkmamıştı. Yüzünü, ancak göğün ilk parıltısıyla görebilmiştim. Gözleri ve hüzünlü dudaklarıyla bana birilerini hatırlatır gibi olmuştu. Buna rağmen bir daha yarım kalan tanışmamızı tamamlayacak bir şey söylemedim. Karanlıkta yaşadığım o gülünç duruma tekrar düşme niyetinde değildim.
Sonunda uzun bir mola verdik. Koca bir nehir uzanıp gidiyordu önümüzde. Korkutucu bir görüntüsü vardı. Gerçekliğe aykırı olmayacağını bilsem, “Sonbaharın tüm yağmurlarını yatağında toplamış nehrin köpüklü koca ağızını açmış, bizleri yutmak için sabırsızlanan bir canavar” olduğunu söyleyebilirdim. Ekin böyle söylemişti nehri ilk gördüğümüzde. Neyse ki etrafa nehre set çekilmiş gibi duran kayalar dikilmişti ve böylece küçük, durgun gölcükler oluşmuştu. İşte bir karga su içiyordu oradan. Bunu görmek yetmişti bana. Herkesi ardımda bırakıp susuzluktan kavrulan bir ceylan gibi seke seke suya koştum. Hemen ardımdan Ekin ve diğerleri…
Biz kadınların yaptığı ilk şey saçlarımızdaki ter ve tozdan kurtulmak oldu. Ekin saçlarını iyice ıslatmıştı. Kınalı saçları artık tozdan kurtulmuş kızıl bir bayrak gibi rüzgarda dalgalanıyordu. Erkek arkadaşlar, ötede ayaklarına yapışmış çoraplarıyla mücadele ediyordu. Karga bizi görünce kaçmıştı. Bir tek o, bir kayanın üzerine oturmuş öylece bekliyordu. O an kimsenin ona dönüp bakmadığını, yokluğunu umursamadığını fark ettim. Belki de herkesin bildiği ama benim bilmediğim bir şeyler yaşanmıştı; istenmeyen bir durum…
Bir ara içimden gidip Cemal’e sormak geldi, sonra vazgeçtim. Gideceğimiz noktaya ulaşana kadar bekleyecektim.
Mevsimlerin de duyguları olmalı diye düşündüm. Bu paklandığımız suda, ağaçta, hatta konuşmayı unutmuş şu kayalarda bile sonbaharın hüznü vardı. O ise hala orada tek başına oturuyor ve bu haliyle hüzün tablosuna işlenmiş bir desene dönüşüyordu gözümde. Kararsızdım. Bir yanım ‘’Kalk git, konuş’’ derken, bir yanım geceyi hatırlatıp ‘’Dur!’’diyordu. “Gurur bu” dedim kendi kendime. Ne demişti o şair? Hatırlayamadım. Saçlarımı kuruladım, sonra kalkıp ona doğru yürüdüm. Güneş biraz parladı...
Bir kayanın üstüne oturmuş, alnına düşen saçlarıyla oynuyordu. İnsanın içine işleyen bir görüntüsü vardı. Kimdi bu bendeki hüznü çoğaltan kadın? Geçmiş zamanları çağırdım yanıma; olmadı. Güneş sadece biraz daha parladı. Zaman biraz gerilere aktı. Sonra onun sesi gelip fırlattı beni bu zamana.
-‘’Saçlarımı tarar mısın?’’
İnanılacak gibi değil! Daha adını bile söylememişken saçlarını taramamı istiyordu benden. Geceyi unutmuş muydu yoksa? Bir süre bekledim. “Evet” diyemedim, ama hayır demeye de izin vermiyordu yüzü. Hiçbir şey diyemedim, öylece suskunluğu kuşanmış bir halde arkasına geçtim.
Dalgalı ve siyah saçları vardı. Günlerdir su yüzü görmemesine rağmen parlak ve yumuşaktı saçları. Sanki saatlerdir bu rüzgarın, bu tozun içinde bizlerle yürüyen o değilmiş gibi. Saçlarını açtım, gömleğimin cebinden sarı tarağımı çıkardım ve usulca taramaya başladım. Tarağın dişleri saç telleri arasında gidip gelirken ben de zamanda gidip geliyordum. Annemi anımsadım. O da avlumuzdaki sedire oturup saçlarımı böylece tarardı. Sonra büyüdüm. Aynı sedirde bu sefer benim yerimde kardeşim oturuyordu, annemin yerine de ben. İçimde kozalanmış ablalık duygusuna dokunmuştu bu küçük arkadaş ve tüm kelebekler bir anda uçmuştu. Artık yarım kalmış o konuşmayı tamamlamak istiyordum.
-"Bana adını söylemedin hâlâ."
-"Bir adım yok ki" dedi, soğuk bir ifadeyle. Sesimdeki sitemi hissetmiş olmalıydı.
-"Yok mu?"
-"Evet, yok."
-“Yeni adımı ablam koyacak, onu bekliyorum."
Bir ablasının mücadelede olması şaşırtmıştı beni. Kimdi acaba? Susmasını istemiyordum.
-"Ablan nerede peki?"
Güneş bir bulutun ardından kaybolur gibi oldu. Sorum onu üzmüş olmalıydı. Başını geriye attı. Karşıya, uzaklara, bir tülün ardındaymış gibi görünen dağlara baktı. Bir süre öyle durdu. Sonra yaşadığımız, durduğumuz ana döndü.
-"Yürüyor o şimdi, yürüyor" dedi. "Yakında yetişir bize. Söz verdi."
Dili bilmece gibiydi. Bir cevabı, bir sözcüğü bile tüm anlamlarıyla teslim etmeye niyeti yoktu anlaşılan. İyi ama ne diyeceğim şimdi ben ona? Bir ismi olmalı insanın sonuçta. En iyisi daha fazla üstelememek belki de. Saçlarının örgüsünü bitirip karşısına geçtim.
Gözleri hala gerilerden bakıyordu. Cebinden bir ayna çıkardı. Bir süre baktı, saçlarını okşadı… Beğenmişti galiba. Yüzündeki yarım tebessüm ilk kez tamamlanıyor, bir canlılığa kavuşuyordu. Bu, aklıma bir fikir getirdi. Şansımı deneyecektim.
-“Heval, adın şimdilik Dorşin olsun mu?” dedim. Biraz da çekinerek “Ne dersin? Kardeşimin adı. Hem ona benziyorsun da.”
Şansım yaver gitmemişti. Yüzündeki keskin çizgiler bir anda çoğalmaya başlamıştı. Tebessümü bir kez daha kayboluyordu. Bir süre bu yorumlamakta zorlandığım ifadeyle bana bakıp durdu. Sonra hata yapmış bir insanı kınamak isteyen biri gibi başını önüne eğdi ve sustu. Ben de sustum. Suskunluğumuz ikimizin yerine de uzun uzadıya konuşup durdu. O kargayı aradı gözlerim, dönmeyecekti, biliyorum. Suya taş atan arkadaşların kahkahaları duyuluyordu.
Yeniden yola koyulduk. Suyun çağıldamaları arkamızda kalmıştı. Sadece ayaklarımızın altında ezilen yaprakların hışırtısı duyuluyordu, bir de rüzgarın ürpertici ıslığı. Koşarcasına yürümemize rağmen yine de üşüyordum. Parmaklarımı hırkamın uzayan kollarına saklamaya çalışmak pek işe yaramıyordu artık. Etrafa baktım ve bu soğuğa doğanın da katlanamadığını düşündüm. Ağaçların çıplaklığı, yaprakların hışırtısı, yamaçların çoraklığı…
Bir şey daha fark ettim. Derince bir çukur. Sanki daha önce de görmüştüm burayı. İşte yanında duran o kemik parçaları…
Cemal, bir arkadaşla beraber yolu netleştirmek için ayrıldı bizden. Bekleyiş uzayacağa benziyordu. Olduğum yere bıraktım kendimi, ayaklarımı uzattım. Bir an ayaklarımda müthiş bir rahatlama hissettim, aynı anda zihnimde de. El ve kafa arasında derinden bir ilişki olduğunu söylemişti Marks. Ayaklar için de geçerli olmalıydı bu.
Ne kadar süredir böyleydim, bilmiyorum. Böylesi bir rahatlama her şeyi unutturmuştu bana, neredeyse onu da. Dönüp baktım. Ellerini koltuk altlarına kenetlemiş, başı göğsünde oturuyordu. Üşüyen bir kuş gibi kendi sıcaklığını arıyordu sanki. Utandım. Yanına gittim. Geldiğimi fark etmedi ama ben yine de oturdum. Birbirine çarpan dişlerinin sesini duyabiliyordum.
-"İyi misin heval Dorşin?"
Cevap vermedi. Belki de ona Dorşin demem hoşuna gitmemişti.
-“Sana Dorşin dememe kızmıyorsun değil mi?” Sesimin tonu niyetimi fazlasıyla belli etmişti.
- "Çok üşüyorum heval Adar. Ablam gelene kadar sarılır mısın bana?"
Bir acı belirdi içimde, sonra büyüdü. Bir parçanın eksildiğini hissettim bir an. Gözlerim dolmuştu. Nasıl olduğunu anlamadım, bir anda onu kucaklarken buldum kendimi. Çok tuhaftı, ikimiz de bu anı beklemiştik sanki. Bir şeyler yapmak istiyordum herhangi bir şey. Ama cevaplara ihtiyacım vardı.
- “Ablan çok mu uzakta?"
- “Yürüyor” dedi, üşümüş bir sesle. “Az kaldı, hızlanır ablam, yetişir bize.” Sesi yitip gittiğinde kollarını belime daha sıkı sardı. Başını göğsüme bıraktı. Güneş bir an büyür gibi oldu, çözemiyordum. Bir ablası var mıydı gerçekten? İlk molada Cemal’e soracaktım artık. Uzaklardan uçak sesleri geliyordu.
Cemal’in davudi sesi sıcaklığımızı bozmuştu. Gök, gün batımına hazırlanıyordu ve az da olsa içim ısınmıştı. Bir süredir yürüyorduk. O çukur ve kemikler uzakta kalmıştı. Tırmandığımız yamacın ardından hayvan sesleri geliyordu. Sanki doğa üzerindeki hüznü atmıştı ama uzaktan gelen başka sesler de düşüyordu kucaklarımıza, tüm ahengi bozuyordu.
Islık gibi bir ses ve patlama… Sonra bir patlama daha… Son patlamada dönüp baktım. Ellerini başının üzerine koymuş, bedenini sakınır gibi eğilmiş, yürümeye çalışıyordu. Ne yaptığını anlayamadım. Onu izlediğimi fark edince durdu, işaret parmağıyla gökyüzünü gösterdi.
-"Uçaklar heval Adar, uçaklar geliyor."
Paniğe kapılmış bir hali vardı. Aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu. Oysa gökte bir şey yoktu. Yanına gidip sakinleştirmek istedim.
-"Uçaklar çok uzak heval Dorşin. Telaşlanacak bir şey yok."
Beni duymamıştı bile. Yine aynı şeyleri tekrarladı. Bir patlama daha oldu. Durdum sesin geldiği tarafa doğru baktım. Dumanlar uzaktaki bir tepeden halka halka yükseliyordu. Elim silahıma gitti. Bir yerde bir şey ölmüş olmalıydı; bir ağaç, bir kuş, belki de bir insan.
-"Uçaklar… Uçaklar…"
Yeni bir yamaca tırmanıyorduk. Yamaç boyu yükselen iri gövdeli ağaçlar sararmıştı. "Sonbahar yakışmış bu ağaçlara" dedim içimden. Çıplak hallerinin toprağa düşürdüğü gölgeler yamacı ablukaya almış. Birer heyulaya dönüştürmüştü dik yamacı. Biraz ileride içi toprakla doldurulmuş, eprimiş beyaz çuvallar görünüyordu. Bu çuvallardan örülü duvarları yıkılmış, arkadaşların "evlerimiz" dediği mağaralar… Patlamalar hala aynı. Dorşin de yol boyunca "Uçaklar" deyip durdu. Yamacın başında elimi tutmuştu ve şimdi ne zaman bir patlama olsa ilk yaptığı şey canımı acıtırcasına elimi sıkmak oluyordu.
Yıkılmış mağaraların önüne vardık. Yıkıntıları görünce elimin acısıyla içimin acısı karıştı birbirine. Ekin önümde, aynı sessizlikle yürümeye devam ediyordu. Ona, neler olduğunu sormak istiyordum. Buralarda daha önce kaldığını söylemişti. Elimi omuzuna koyacaktım ki, bir anda zelzeleye tutulmuş gibi sarsıldı her yer. Bu sefer ben de korkmuştum. Ekin yürümeye devam etti, bense dumanların yükseldiği yeri aradım. Sağımızda bir insan siluetini andıran koca bir sis bulutu yükseliyordu yavaştan. "Dağlar bu kadarını taşıyamaz" dedim kendime. O kargayı görür gibi oldum. Bir eksiklik hissettim. Elim artık acımıyordu. İlk kez acının yokluğundan korktum. Döndüm. Dorşin yoktu.
Neredeyse karanlık çökecekti ama hiçbir yede yoktu. Ekin hala önümde yürüyordu. Telaşlanmaya başladım. Bir patlama daha oldu. "Ekin, Ekin!" diye bağırdım. Ekin yürümeye devam etti. Hemen Cemal’in yanına gitmeliyim. Ön sıralara doğru ilerlerken bir çığlık duydum. O ağaçlar gerçekten canavara dönüştü sandım. Dorşin’in sesiydi bu. Bağırışmalar arasından aşağı doğru koşuyorduk.
-"Uçaklar Adar, uçaklar…"
Kötü bir şey olmadan ona ulaşmalıydım. "Koş Adar, koş!" Bütün gücümle koşuyordum ama o benden daha hızlıydı. Ne kadar koşsam da yetişemiyordum.
-"Bir şey olacak kötü bir şey…"
Kendini kaybetmişti.
-"Hadi Adar, hadi!"
Bunu daha fazla sürdüremezdim. Durdum ve bağırmaya başladım;
-"Dur Dorşin!"
Sesim büyüdü ve koca bir bombaya dönüşmüş gibi büyük bir gürültü yarattı. Ne olduğunu anlamadım. Bir anda yerde buldum kendimi. Canım yanmıştı. Dorşin‘in bağırışları yankılanıyordu kulaklarımda. Başımı acı içerisinde yerden kaldırdım ve onun bir hayalet gibi kendini eski bir manganın içine attığını gördüm. Güçlükle ayağa kalktım. Ona doğru bir adım dahi atamadım. Doğa dileğimi kabul etmiş de, bir ağaca, bir taşa dönüşmüştüm sanki. Bu iyi bir şey miydi? Hiçbir şey yapamamanın çaresizliğiyle bağırdım.
-"Dorşin! Dorşin! Dorşin!..”
Bir elin omuzuma dokunmasıyla irkildim. Dönüp baktım, Cemal’di. Öylece durmuş bana bakıyordu.
-"Heval Adar nereye koşuyorsun öyle? Deminden beri ardından koşup bağırıyorum. Bak geldik işte."
Donup kalmıştım bir heykel gibi. Cemal yadırgayan bakışlarla bana bakıyordu hâlâ. Bense anlamaya çalışıyordum. Sonra her nasılsa, "Anlamadım" dedim."
-"Nereye geldik? Onu görmedin mi? Şu yıkık manganın içine attı kendini.”
Cemal mangaya baktı. Sonra bana döndü ve bakışlarını yeniden yüzüme işledi.
-"Kimden bahsediyorsun?"
-“O manga heval. Dorşin’lerin kaldığı mangaydı. Uçaklar harabeye çevirmiş görmüyor musun?"
Ama bu… Biraz önce… Ya o sesler… İçimde bir boşluk büyüdü. Başka bir zamandan kopup gelmişim gibi hissetim.
-"İyi misin heval Adar? Adar?"
Artık Cemal’i dinlemiyordum. “İşte buradaydı. Siz dönüp bakmadınız. sen gelip bir şey yapmadın" demek istiyordum. Deneyimlerinden emin olamayan kayıp bir ruh gibiydim. O manga sanki beni kendine çekiyordu ve ben durmaksızın titriyordum. Kendimde yürüyecek gücü bulduğumda Cemal’in yanından ayrıldım. Gelip manganın önünde durdum. Cemal haklıydı, bir harabeye dönmüştü burası. Karganın cesedi duruyordu. Hala kendimde değildim. Yerden bir avuç toprak aldım. Uzun uzadıya kokladım. Boğazımda bir yumru vardı. Yanaklarımdaki damlalar düşüp avucumdaki toprağı ıslatıyordu. Biraz daha eğildim, başımı yıkıntıların içine doğru uzattım:
-"Geldim Dorşin, ablan geldi."
* İzmir 2 Nolu T tipi Kapalı Cezaevi-Aliağa/İzmir