Veba Geceleri üzerine
- Söyleşilerinden birinde habercinin yönelttiği “Covid-19 pandemisi sürecinde ne değişti?” sorusuna Orhan Pamuk, “ölme korkusu ve bu korkuyla baş etme” şeklinde cevap veriyor. Romanında da bu korkuyu çeşitli şekillerde ifade etmeye çalışıyor. Hikâyede hastalık gelişirken ölüm korkusu da büyüyor ve önce paniğe, ardından da çaresiz bir yaşam mücadelesine dönüşüyor.
ÇİÇEK YAZGI
Orhan Pamuk’un geçtiğimiz Mart ayında yayınlanan “Veba Geceleri” isimli tarihi romanı,“Minger” isimli kurgusal bir hikâyeyle Osmanlı eyaletinde 1901 yılında ortaya çıkan veba salgını sırasında yaşananları konu alıyor. Devrik padişah V. Murat’ın kızı Pakize Sultan, onun idealist karantina hekimi eşi Doktor Nuri ve sultanı korumakla görevli olan Kolağası Kamil’in, Padişah II. Abdülhamid’in emriyle bir cinayeti çözmek ve salgını kontrol altına almak için Minger Adası’na gitmeleriyle gelişiyor hikâye. Karantinanın toplumsal yanlarını, bu süreçte devlet baskısındaki artışı ve kültürün insanların ölüm algısını ne ölçüde belirlediğini politik temelleriyle irdeliyor. Bunu; tarih, kurgu ve gerçeklik arasındaki sınırları belirsiz hâle getiren bir üst kurmaca ile sağlıyor.
Romanın girişinde kendisini tarihçi olarak tanıtan kurmaca yazar Mina Mingerli, kitabın, Pakize Sultan’ın adada kaldığı süre boyunca kardeşi Hatice Sultan’a gönderdiği mektuplar üzerine yapılan kataloğun önsözü olarak başladığını, ardından Minger’de yaşanan salgının tarihi üzerine bir çalışmaya dönüştüğünü ifade eder. Bu araştırma sırasında, kahramanların öznel kararlarını anlamaya tarih biliminin yetmeyeceğini fark ederek, roman sanatından yardım almaya karar verir. Bu durum, kitabın sonraki kısımlarında farklı yollarla hatırlatılır: Bazen istatistiklerle, bazen pek çok rakam ya da tarihler arası geçişlerle, bazen de aynı bir tarihçi gibi karakterlerin hikâyedeki geleceklerinden/sonlarından hemen o sırada bahsederek…
Kurmaca yazar, belki kendi de hikâyenin akışının uyuşukluğundan bir an sıyrılarak, bir tarihçi olduğunu pek çok yerde ve aniden hatırlatıyor. Polisiyevari zaman sıçramaları, gizemli notlar, kaybolmalar, şüpheliler ve cinayetler; titizce oluşturulmuş bir olay örgüsünün arzulanan sona doğru ilerlediğini hissettirmesi gerekirken, kurmaca yazar tarafından aralıklarla dayatılan tarihsel gerçeklik bunun gerçekleşmesini engelliyor. Hikâye, o sırada yaşanan ya da tekrarlanan şey olmaktan çıkıyor ve bizi, yaşanmış olanın öznel-tarihsel bilgisiyle karşı karşıya bırakıyor. Bunun, kurmaca yazarın baştan ve bilinçli olarak göze aldığı risklerden biri olduğu ise şüpheden uzak.
Karantinanın devletle ilişkisi
Romanda en fazla üstünde durulan olgulardan biri, karantinanın devlet ve bürokrasi ile olan ilişkisi. Devletin başlarda salgını kabul etmemesi, komplo teorileri, hastalığın sorumlusu olarak çeşitli grup ve azınlıkların sorumlu tutulması gibi geçiştirmelerle hastalığın kontrolden çıkması, daha sonra bu kontrolün sağlanması için aynı otoriteler tarafından karantinanın dayatılması ve kapatma sırasında kullanılan olağanüstü yetkiler, Minger Valisi Sami Paşa ve vilayet bürokrasisi çevresinde anlatılıyor. Yazar, bu süreci bir taraftan da modern ulus-devlet ve Doğu–Batı karşıtlığı üzerinden işliyor.
İmparatorluğun idealist memurları bir yandan milliyetçi huzursuzluğa karşı mücadele ederken, diğer yandan da karantinayı bir Batılılık göstergesi olarak topluma dayatmaya çalışıyor. Bu noktada Pamuk, adadaki nüfusun yarısını oluşturan Müslümanlar ile onlardan daha fazla Batılılaşmış Hıristiyan nüfusun salgına ve karantinaya karşı olan tavrını ön plana koyarak da bu karşıtlığı derinleştiriyor. Bunu yaparken ise toplumsal ve ekonomik nedenler göz ardı edilerek, ekolü gereğince, coğrafya ve onun yarattığı “kronik doğulu” figürü ön planda yer alıyor.
II. Abdülhamid’in tarihsel gerçekliği
Milliyetçilik ve Siyasal İslâm, romanda çeşitli şekillerde ve önemli bir yer kaplıyor. İmparatorluğun genelinde olduğu gibi Minger Adası’nda da Türk ve Rum milliyetçiler, devletin baskısı altında yaşamaktadır. Kitabın sonunda kurmaca yazar; hikâyenin geçtiği dönemdeki milliyetçiliğin emperyalizm ve sömürgecilik karşıtı vatansever bir tutum olduğunu, tarihçilerin de pek sevdiği şekilde “sonuca hizmet etmeyen aksi örnekleri elinin tersiyle iterek” söylüyor.
Siyasal İslâm ise özellikle Padişah II. Abdülhamid’in kişiliğinde, sömürgeci ülkeler ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkilerin anlatımında ortaya çıkıyor. Kurmaca içinde çok dolaylı ve soyut bir karakter olmasına karşın, II. Abdülhamid’in tarihsel gerçekliği, onu hikâyede önemli ve hatta ‘birleştirici’ diyebileceğimiz bir noktaya ulaştırıyor. Sömürgeci imparatorluklar ile artık son demlerini yaşayan Osmanlı İmparatorluğu arasındaki gerilimli ve hiyerarşik ilişkinin sıkça görünür kılınması, pandeminin uluslararası politikadaki konumunu gösterirken, aynı zamanda II. Abdülhamid’in çelişkili politikalarına da vurgu yapıyor.
Ayrıca padişahın iskân politikasıyla, daha önce yaşadıkları yerde sorun çıkardıkları için Minger Adası’na sürülen tarikat liderleri ve müritler, romandaki bir başka politik grubu oluşturuyor. Devletin, milliyetçilere gösterdiği tavrın aynısını bu tarikatlara karşı sergilemesi, II. Abdülhamid’in çelişkilerini bir kez daha vurguluyor. Böylece padişah, romanın hem tarihsel dokusunda hem de kurmaca içinde, taraf gözetmeksizin kendi iktidarını korumaya çalışan bir figür olarak karşımıza çıkıyor.
Pandemi sürecinde ne değişti?
Orhan Pamuk’un romanı üzerine gerçekleştirdiği söyleşilerinde de fazlaca üstünde durduğu “ölüm ve ölüm korkusu”, onun “son bir yılda yeniden ele aldım” dediği kısım olmalı. Çünkü söyleşilerinden birinde, habercinin yönelttiği “Covid-19 pandemisi sürecinde ne değişti?” sorusuna “ölme korkusu ve bu korkuyla baş etme” şeklinde cevap veriyor. Romanında da bu korkuyu çeşitli şekillerde ifade etmeye çalışıyor. Hikâyede hastalık gelişirken ölüm korkusu da büyüyor ve önce paniğe, ardından da çaresiz bir yaşam mücadelesine dönüşüyor.
Romanın başlarında salgın henüz kendini gösterirken, belki de şu anda mevcut dünya düzenindeki gerçekliğimizin kurguya yer bırakmamasından dolayı, pandemiye dair bazı detaylar ve davranışlar, malum olanın bir kopyası gibi hissettiriyor. Bu his, sayfalar ilerledikçe büyüyen salgınla birlikte yavaş yavaş yok oluyor. Hastanelerin ve mezarlıkların dolup taşması, yollarda can çekişenler, kıtlık ve adada çıkan politik kriz, artık bize uzak fakat tanıdık ya da olası bir manzarayı sunuyor. Pandeminin toplumsal hayatımıza olan etkisi hâlâ ağır bir şekilde hissedilebilirken, yazarın bu çabası oldukça riskli bir meydan okuma gibi görünüyor.