Birey ve toplum arasındaki gerilim üzerine deneme
- Birey, toplumun kendisine bakan yüzünü kendi görüntüsü ve ruhsal derinliğinde yansıtır. Toplum ise hem bireyden aldığı görüntüyü hem de bireyin görüş açısı dışında gerek başka toplumlardan gerekse de tek tek yüzeyini oluşturan düzlemlerden topladığı görüntüleri bireye yansıtır.
MIHEME PORGEBOL
2021 yılında Mayıs ayında yaşamını yitiren “Nusaybin Delisi” Aslan Alp, Mêrdîn’in Nisêbîn ilçesinde herkesin sevdiği bir insandı. Ölümünden sonra kentte görev yapan gazetecilerin onun anısına hazırladığı kısa videoda Alp, “Bütün toplumsal çelişkiler, senin ruhsal alanındaki iç çelişkilerin oluyor. Bir varlık olarak toplumu kendinde yaşıyorsun ama toplumun senden haberi yok” diyordu. Videonun devamındaki kesitte ise Alp, kendi varoluşuna dair farkındalığı yitirmiş modern çağ insanına eleştiri niteliğindeki şu ifadeleri kullanıyordu: “Biçimde insan, ruhta değişik hayvan biçimlerinde yaşıyor insanlar. Böylesi bir ruhsal yaşantılı bir toplumu ben reddediyorum ve ben deli olduğuma seviniyorum. İyi ki onlar gibi değilim ve ‘yaşasın delilik’ diyorum. Bütün dünya delileri adına konuşmak isterdim ama Nusaybin’in delisiyim şimdi. Kürt halkının Deli Aslan’ıyım.” Aslan Alp’in ifadelerinin birey ve toplum arasındaki ilişkiye dair güçlü bir çözümleme barındırdığı su götürmez bir gerçek.
Birbirine bakan iki ayna: toplum ve birey
Aslan Alp’in parçası olduğu topluma dair öne çıkardığı çelişkiler üzerinden düşünüldüğünde, birey ve toplum arasındaki ilişkiyi birbirine bakan iki aynaya benzetmek mümkündür. Ancak bu aynalardan biri küre, diğeri ise iki boyutlu, düzdür. Küre ayna toplumu, iki boyutlu yani düz ayna ise bireye benzetilebilir. Birey, toplumun kendisine bakan yüzünü kendi görüntüsü ve ruhsal derinliğinde yansıtır. Toplum ise hem bireyden aldığı görüntüyü hem de bireyin görüş açısı dışında gerek başka toplumlardan gerekse de tek tek yüzeyini oluşturan düzlemlerden topladığı görüntüleri bireye yansıtır. Bireye hem kendisini hem de dünyayı gösterir. Dolayısıyla birey ve toplum birbirinden bağımsız değerlendirilemezler. Bireyin tecrübeleri, duyguları, algısı ve davranışları toplumun karakterini etkilerken toplum da bireyin yaşamla ilişkisini belirler.
Geçtiğimiz aylarda üyesi oldukları DER-MEZ’in (Însiyatîfa Derûnnasên Mezopotamyayê/ Mezopotamya Psikologları İnisiyatifi) çalışmaları üzerine görüştüğüm psikologlar Mehmet Akbaş ve Berîtan Güneş de bunu destekleyecek ifadeler kullandılar. Berîtan Güneş, Kürt toplumunun savaşla ilişkisini açıklarken Jan Îlhan Kızılhan’ın bu alandaki çalışmalarından referansla; “İnsanın acılarıyla başa çıkamadığı noktada travma başlar. Savaş da bu büyük acılardan biridir. Fakat savaş Kürt toplumu için yalnızca travma yaratmadı, acıları travmadan sonra da sürekli olarak büyüttü” diyordu. Güneş, Kürt toplumunun tarihin eski zamanlarından bu yana savaştan kaynaklanan acılar çektiğini ancak bununla birlikte bir de direniş geleneği geliştirdiğini söylüyordu. Mehmet Akbaş ise Berîtan Güneş’in bıraktığı yerden devam ederek; “Kürt için tarih boyunca direnmekten başka yaşama şansı kalmamıştı. Kürt toplumuna dönük her zaman bir saldırı vardı ve toplum bu saldırıları bir şekilde yanıtlamak zorundaydı. Genel olarak söyleyebiliriz ki Kürt birey yaşamını sürdürebilmek için direnmeye mecburdu.”
Kurdistan’da yaşayıp Kürtlerle çalışan bu iki psikolog toplumun yapısının ve bireyin karakterinin birbirlerinden ayrı değerlendirilemeyeceği, toplum savaştan etkileniyorsa bireyin de etkileneceği, aynı şekilde toplum varlığını sürdürmek için direnişe ihtiyaç duyuyorsa bireyin de direngen bir karaktere bürüneceği konusunda hemfikirdi. Bu yorumlar da birey ve toplum arasındaki ilişkiye dair yukarıda ayna üzerinden yapılan değerlendirmeyle örtüşüyor.
Akışın başlangıç noktası: Şaşırmak
İnsanın ömrü boyunca en çok yaşadığı duyguların başında şaşırmak gelir. Dünyaya gözümüzü açtığımız andan öldüğümüz ana kadar bize eşlik eden bir duygudur bu. Gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz, algıladığımız her şey kavrayıştan önce şaşırmaya sebep olur. Şaşırmak, herhangi bir durum ya da nesne ile maddi veya manevi temasın ilk aşamasıdır. Her ne kadar şaşırmak denince akla ilkin karikatürize bir imaj olarak ‘hayret’ gelse de, şaşırmak hayretten farklı olarak bir yargı belirtmez. Hayret, temasın anlamlandırılamamasıyla ilgiliyken şaşırmak ilk temasın kendisidir, anlamlandırma sürecinin de başlangıcıdır. Daha önce görmediğimiz bir nesneyi elimize aldığımızda o nesneyi inceleme sürecidir. İyi, kötü, güzel, çirkin, tehlikeli, güvenli vb. tüm yargılardan azade bir süreç ile ilgilidir. Yaşantı parçalarının birer temsili olan gösteri odaklı sanat alanlarında da şaşırma duygusu bu şekilde değerlendirilir. Oyuncunun hangi devinim veya ruh haline gireceğini belirleyen sorgu da şaşırmakla başlar, müzisyenin duyduğu ezgiye nasıl bir ritim giydireceğinin arayışı da. Yine sanatta icracı ve muhatap arasındaki ilişki de bu şekilde işler. Act ve re-act arasındaki bağıntı akışı belirlerken, re-act şaşırmanın ürünüdür denebilir. Dolayısıyla şaşırmak sanatta eserin olay akışını belirleyen temel duygu veya süreç, yaşamda ise insan davranışlarının, haliyle de kültürün başlangıç noktasıdır.
Şaşırmak ve direniş arasında güçlü bir ilişki olduğunu söylemek de bu yüzden mümkündür. Act ve re-act arasındaki bağıntı gibi etki ve tepki arasındaki, saldırı ve direniş arasındaki bağıntıların da kaynağını şaşırma duygusunda aramak gerek. Örneğin yüzümüze doğru hızla gelen herhangi bir cisme veya harekete karşı bedenimiz kavrayış ve anlamlandırmaya ihtiyaç duymadan, refleks olarak savunmaya geçer. Bu savunmayı çoğu zaman ellerimizle yüzümüze siper yaparak gerçekleştiririz. Saldırıya karşı geliştirdiğimiz bu direniş biçimi, yeterli kavrayış ve anlamlandırma sürecine tâbi davranışlar için de kalıba dönüşmüş olur.
Söz gelimi; bir pantomim sanatçısı yüzüne doğru hızla bir cisim geldiğini göstermek için elleriyle avuç içleri dışarıya bakacak şekilde siper yapar. Çünkü bu davranış kalıbı artık insan için oturmuş ve kaçınılmazdır. Başka canlıların aynı etkiye karşı verecekleri tepki insanınkinden farklı olacaktır, ancak fizyolojileri ve yaşam koşullarının gerektirdiği gibi kendi türünün diğer bireyleriyle büyük oranda benzerlik gösterir. Şaşırmanın bireyin ve toplumun hem davranışlarındaki hem de maddi ve manevi dünyasındaki önemi böylece açığa çıkar. Dolayısıyla “Kürt halkının Deli Aslan’ı”nın değindiği üzere bir varlık olarak toplumu kendinde yaşayan bireyin tüm davranışlarının, duygularının ve beğenilerinin asıl belirleyici faktörünün toplumun gerçekliği, yaşam içerisindeki tecrübeleri olduğunu söylemek yerinde olacaktır.
Direniş kültürü ve esaretin reddi
Birbirinden çeşitli yüzlerce tanımına değinmeden kısaca kültür, insanın kendi tecrübesiyle veya yetileriyle doğaya kattığı ve kendisini doğadan ayıran üretimler bütünüdür. (Elbette ki bu tanım geniş bir kapsama ve sayısız bağlama sahip kültür için eksiktir ancak bu yazı çerçevesinde ele alınan hususlar için tanımı daraltmakta fayda var.) Zindanda kültür politikaları alanında çalışmalar geliştirip diğer tutsaklarla bu alanda eğitim çalışmaları yapan Mehmet Ümit’in ifadesiyle “doğduğunda insanı annesinden önce kültür kucaklar.” Özetle, bireyin karakterini toplum şekillendirirken toplumun karakterini de kültür şekillendirir. Bu temel ve basit denklem uç politikalar benimsemiş olanlar dışında tüm toplum ve topluluklar için geçerlidir. Kast ettiğim uç politikaları benimsemiş topluluklarda ise birey ile toplum arasında giderilmesi güç tutarsızlıklar görmek mümkündür. Bir anda maddi zenginlik elde edip yaşam biçimini bu zenginliğe göre hızlıca dönüştürmeye çalışan toplulukların ve onlara mensup kişilerin çelişkilerle dolu karakterleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bunun tersi bir örnek de Türkiye hapishanelerindeki siyasi tutsaklarda görülür.
Psikolog Beritan Güneş ve Mehmet Akbaş’ın Kürt toplumuna ilişkin yaptıkları direniş merkezli çözümlemeler, siyasi tutsaklar söz konusu olunca sıkça dile getirilen “fiziki özgürlük” ifadesinde de haklılığa bürünüyor. “Fiziki özgürlük” ifadesi esaretin reddi ve direnişçi geleneğin kabulüne tekabül eder. Bu ifadeye göre bir direnişçi hapishaneye düşerse bile özgürdür, çünkü onun özgürlüğü egemenin tasarladığı mekanla değil ancak ve ancak direnişçinin kendi amacı doğrultusunda ortaya koyduğu mücadeleyle ölçülebilir. Söz konusu durum aynı zamanda coğrafyası binlerce yıldır işgal edilip sömürülmesine rağmen Kürt toplumunun direnişten başka yaşam olanağı bulamamasıyla da örtüşmektedir. Çünkü tutsak, içinde büyüdüğü toplumunun binlerce yıldır tecrübe ettiği üzere direnmezse yok olacağını/edileceğini bilir. Buna cevap olarak da varlığını korumak için toplumunun binlerce yıldır yaptığı gibi direniş alanını kültürleştirir. Yaşamın her alanında buna göre hareket eder. Nasıl ki toplumunun yemekleri, dansları, sanatı buna göre şekillenmişse tutsağın da tüm üretimleri buna göre şekillenir. Tıpkı karlı yolları açmak için topluluğun organize hareketleri üzerinden şekillenen Delîlo halayı gibi, tutsak yazarların kağıt temin edemedikleri için eserlerini sigara kağıtlarına nokta büyüklüğünde harflerle yazması da aynı direniş kültürünün sonucudur.
Tutsak yazarların (yazı ilerledikçe esir tutulan yazarlara “tutsak yazar” demek de giderek anlamsızlaşıyor) ürettikleri eserlerin “zindan edebiyatı” veya “hapishane edebiyatı” gibi isimlendirmelere tâbi tutulmasına yaptıkları itirazlar da bu bağlamda değerlendirilebilir. Esir tutulan yazarlardan biri olan erd Agron, yayımlanan son eseri “dîwana şermê”nin önsözünü bu konuya ayırır. Esareti Platon’un mağara alegorisi üzerinden tanımlayan erd Agron, önsözünde “Ağır bedeller ve yılların emeğiyle ortaya çıkan direniş çizgisi, türlü varyantlarda yeni özgürleşme/yücelme olanakları yarattı. Hiçbir tutsak artık yalnız değildir. Yaratılan destek ve dayanışmada kişisel ve toplumsal yaşamın hakikati ışıldar. Böylece politik tutsak yaşamın, toplumun, insanın ve evrenin hakikatinin gördüklerinden [mağara duvarına yansıyan gölgelerden] ibaret olmadığını görür ve hisseder. Bu gerçekliği sürekli olarak yeniden üretmesi ve üretim sürecinde de yaşamsallaştırması gerekir. Edebiyat, zindanda bu gerçekleşme/yaşamsallaşma çabasına tekabül eder” ifadelerine yer verir. Önsözün ilerleyen satırlarında da “zindan edebiyatı”, “hapishane edebiyatı” vb. isimlendirmelere itirazını da şu şekilde ifade eder: “Muhtemelen bu isimlendirmeler bir ihtiyaç sonucu doğmuştur. Elbette ki isimlendirme yanlış bir şey değil fakat neden ‘direniş edebiyatı’ değil? Zindandan çıkan eserler bu kategorinin ölçü ve kaidelerinden çok mu uzak görülüyor? Neden ‘devrim edebiyatı’ değil? Zindan, ‘Mazlum Doğan Akademisi’ olarak adlandırılır. Neden ‘Mazlum Doğan Akademisi Kuşağı’ değil? Bu gibi isimlendirmelerde yazarın duruşu ve tavrının esas alınması gerek.”
Gerilimler ve kopuş
Konu buradan hareketle değerlendirildiğinde, şaşırma duygusunun önemi bir kez daha kendini gösterir. Avuç içleri dışarı bakacak şekilde ellerini siper yapan pantomim sanatçısı baskı altındaki bireyin/toplumun temsilidir. Bu temsilin ortaya çıkışı kavrayış veya bir anlamlandırma gerektirmez, çünkü temsile konu olan davranış yaşamsal bir gereklilik sonucu ortaya çıkar. Temsilin sanata, yani bir kültür formuna dönüşmesi ise kavrayışın yani bilincin gereği olarak belirir. Zindandaki yazarın üretmekteki ısrarının da aynı bilincin sonucu olduğu söylenebilir. Bu da bize birey ile toplum arasındaki esas gerilimi gösterir: Birey, toplumu görmezden geldiğinde “biçimde insan, ruhta değişik hayvan [yaratık, varlık] biçimlerinde” yaşamaya başlar, insanlığından uzaklaşır. Şaşırma sürecindeki yaşamsal devinimden kopar. Tam tersi durumda, yani toplum bireyi görmezden geldiğinde ise birey toplumu reddeder ve deliliğe sığınır, kendini yaşamsal devinimden soyutlar.