Tecrit mutlaka son bulmalıdır

Sezai TEMELLİ yazdı —

  • Ortadoğu’da savaş her geçen gün büyürken, halklara karşı riskler giderek yükselirken İmralı’nın kapıları derhal açılmalıdır. Tüm demokrasi güçleri, savaş karşıtları, sömürülen, hakları gasp edilen emekçiler, kadınlar, bu düzenin mağdurları tecride karşı çıkmak, kendi tecridini kırmak için Amed’de buluşmalıdır…

İmralı Ada Hapishanesi’ndeki durumu tarif etmek için bugüne kadar dile getirilen kelimeler ve kavramlar artık yetersiz kalıyor. Eşi benzeri görülmemiş bir hukuksuzlukla, yasa tanımazlıkla, düşmanlıkla karşı karşıyayız. Sayın Öcalan’ın, en temel insani ve hukuki haklardan dahi yararlanması engelleniyor. Kendisinden 43 aydır en ufak bir bilgi alınamıyor. Mutlak bir iletişimsizlik (incommunicado) hali söz konusu.

Kesintisiz bir biçimde uygulanan tecridin hukuk meselesinin yanı sıra pek çok boyutu söz konusu. Bu durum salt bir fiziksel tecridin çok ötesine geçmiş durumda. Bu hukuksuzlukla Öcalan’ın fikirleri ve önerileri de tecrit edilip toplumdan ve dünyadan soyutlanmak isteniyor. Bu durum mevcut siyasi krizin süreğen hale gelmesinde önemli bir belirleyici unsurdur. Sadece Türkiye siyaseti açısından da değil, bölgesel ve küresel etkileri açısından değerlendirildiğinde, barış siyasetinin bugün için yegâne referansını oluşturan, Kürt siyasetinde demokratik çözümden başlayıp tüm Ortadoğu ve hatta ötesinde mevcut statükocu sisteme alternatif oluşturması anlamıyla da önemli bir düşün merkezi oluşturan bir fikriyattan bahsediyoruz. 

Dünyaca tanınan pek çok aydın, akademisyen ve yazarın da ifade ettiği gibi Öcalan’ın tezleri sadece Kürt sorununa değil, Filistin sorununa ve Ortadoğu’daki diğer sorunlara yönelik güçlü ve yapısal çözümler içermektedir. Dahası kapitalist moderniteye karşı “demokratik modernite” teorisiyle bir bütün olarak küresel sisteme yapısal çözüm önerileri sunmaktadır.

İçerisinden geçtiğimiz süreç Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünün, Ortadoğu’da halkların eşitçe bir arada yaşamasının ne kadar hayati olduğunu net bir şekilde gözler önüne seriyor. Ulus-devlet ve ırkçılık-milliyetçilik zehrinin nelere mal olduğuna hep birlikte maalesef acı bir şekilde tanık oluyoruz. Bu zehrin kaynağı kuşkusuz kapitalist sistem. Bugün yeni bir paylaşım savaşının öncü çatışmalarını izlediğimiz Ortadoğu yangını bir yanıyla kapitalist sistemin büyük krizinin yoğunlaşmasının da bir sonucudur. Tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçişin sancıları henüz miadını doldurmamışken yeniden küresel finans merkezlerinin sermaye açısından yeni bir düzenleme hamlesi 3. Dünya Savaşı olasılığını hızla büyütmektedir.

Son bir yıldır Ortadoğu’da İsrail saldırganlığı sınır tanımıyor. Çoluk, çocuk, genç, yaşlı demeden büyük bir kıyım gerçekleşiyor. Savaş sahası Lübnan’ı da içine alacak bir şekilde daha kapsamlı hale geliyor. İran ile İsrail doğrudan füzeler ve suikastlarla savaşıyor. Ortadoğu’da kaos daha da büyüyor. Bu saldırganlık Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmeye devam ediyor. Yaşanan çatışmaların bu sınırlarda kalmayacağı, giderek genişleyeceği görülmekte. Yayılmacı heveslerin, emperyal senaryoların ve stratejilerin karşı karşıya geldiği bu dönemde savaşan tüm yapıların aslında sistemin birer parçası olduğunu unutmayalım. Sistem dışı hareketler olarak görülen ama sistemle doğrudan bir hesaplaşma yerine mezhebi ve ırkçı temelde paylaşım savaşının uydusu olan yapılar da bu sürecin aparatı olmaya devam ediyorlar.

Oysa sistem karşıtı olmak, savaşa ve bu paylaşım aklına karşı çıkmak kapitalist ulus- devlet anlayışına karşı olmakla mümkün. Bu bizi 3. Yol’a davet ediyor. Bu yol halkların, emekçilerin özgür ve demokratik bir yaşamının inşası için tek seçenektir. Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite tam da burada anlamını bulmaktadır. Sistemi farklı biçimlerde yeniden üreten değil, sistem karşıtı olmayı belirleyen mücadelenin ayırt edici özelliği burada açıklığa kavuşmaktadır. Halkların kendi kaderini tayin edebilmesi, sömürüsüz bir dünyanın var edilebilmesi sistemin döngülerinin dışına çıkmakla mümkün.

Tam da bu nedenle tecridi sürdürenler, bir seçeneğin olmadığına halkları ikna etmeye çalışıyorlar. Seçenek varsa o da sisteme dahildir anlayışıyla ‘dışarısı yok’, ‘başka alternatif yok’ demeye devam ediyorlar. Türkiye Kürt sorununda çözümsüzlükte ve savaş politikalarında ısrar ediyor, çünkü sistemin olası yeni paylaşımından payına düşeni alma peşinde. AKP iktidarı alternatif yok demek adına tecridi mutlak iletişimsizlikle bu nedenle sürdürme gayretinde. Bir yanıyla da hem Rojava’ya hem de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin egemenliği altındaki bölgelere askeri operasyonlar düzenlemeyi sürdürüyor, hinterlandını coğrafi düzlemde tanımlamaya çabalıyor. “Büyümezsek küçülürüz” şeklindeki mantığın savunucusu yeni ittihatçılar Misak-ı Milli söylemleriyle tarihin çöplüğünü eşeliyor. Kürtler irredantist politikaların bahanesi haline getirilmek isteniyor.

Tam da böylesi bir süreçte Ortadoğu’da savaş her geçen gün büyürken, halklara karşı riskler giderek yükselirken İmralı’nın kapıları derhal açılmalıdır. Bunun için tecride karşı mücadeleyi büyütmek, tüm mücadele alanlarında var olmak ve bütünlüklü bir muhalefeti örgütlemek, büyütmek önceliğimiz olmalıdır. 13 Ekim Amed Mitingi bu süreçte tecride karşı verilen mücadeleyi çok daha etkin ve anlamlı bir yere taşıyacaktır. Tüm demokrasi güçleri, savaş karşıtları, sömürülen, hakları gasp edilen emekçiler, kadınlar, bu düzenin mağdurları tecride karşı çıkmak, kendi tecridini kırmak için Amed’de buluşmalıdır…

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.