Yine böyle bir Haziran günü…

Kadın Haberleri —

.

.

  • Bütün kötü haberleri, ya sabahın çok erken ya gecenin geç vakti aldığımızdan günün en güzel vaktidir akşamüzerleri. Ama bu, öyle bir zaman değildi. 

EYLEM KAHRAMAN

Derler ki, siyah bir renk değildir. Siyahın varlığı, yokluktan gelir. Karanlığın, ışığın yokluğundan ileri gelmesi gibi.

Siyahlar içinde çok insan gördüm ben. Bunların çoğu kadındı, her yaştan. Siyahı kendisine bayrak yapanların zulmünü görmüş, yaşadıklarının etkisiyle kocaman bir boşluğa düşüp siyahlara bürünmüş kadınların hikâyelerini de okudum. Özgürleştikleri halde üstündeki kara çarşafı çıkaramayan kadınlar ne çoktu!..

Siyahlar giyinmiş kadınlar tanıdım da. Bunlardan birinin gözyaşları, saçımın tellerine düşmüştü. Yağmurlu bir akşamüzeri tanımıştım onu. İsmi, Emine’ydi. Bütün kötü haberleri ya sabahın çok erken ya gecenin geç vakti aldığımızdan günün en güzel vaktidir akşamüzerleri. Ama bu, öyle bir zaman değildi.

Emine, bir savaşta yitirmişti yirmisine yeni girmiş oğlunu. Birinci yıl dönümünde onu anıyordu. Siyahlar içinde fakat dimdikti. Eşi, duygularını konuşarak gösteriyordu, bazen de akıtarak gözlerinden. Emine öyle yapmıyordu.

İnsan istiyor ki, bütün Emineler saraylarda, konaklarda yaşasın. Hiçbirinin çocuğu/çocukları ölmesin istiyor gönül. Kapı kapı dolaşıp adalet aramasın hiçbiri, bir erkek tarafından vahşice öldürülmesin çocuğunun gözleri önünde... Öyle olmuyor ama. Dünya hiç adil bir yer değil çünkü.

Adil ismi, adaletten geliyor. Bizim kuşağımızdaki insanlara bakın, Özgür, Barış, Devrim gibi adlar taşıyor çoğunlukla. Neyin özlemini duymuşsa onun ismini vermiş çocuğuna halkımız ve o çocukların çoğu, yirmisini/otuzunu görmemiş.

İnsanın sevdiği birisini, hele de canından bir parçaysa o kişi, kendi elleriyle toprağa vermesi ne kadar zorsa gömememek de onu, güçtür o kadar. O günden beri çok zor, hayli ağır, kapkara bir hayat yaşıyor Emine, kimsenin bilmediği.

Dersim’de, bir düğüne gitmiştik iki yıl evvel. Bir gün öncesi kına gecesi yapılmıştı. Eşimin halası da oradaydı. Saniye halam, oğlunu yirmi iki yıl önce, yine böyle bir Haziran günü bir çatışmada yitirmiş. Mezarının nerede olduğunu dahi bilmiyor. Ne zaman kapı ya da telefon çalsa güm güm çarpıyor kalbi. “Munzur’dur” diyor, “ben onun öldüğüne hiç inanmadım ki...”

O kına gecesinde, küçük bir kız çocuğu kağıt bir mendile sardığı bir miktar kınayı uzatmıştı halama. Halamın gözleri dolmuş, sessizce ağlamıştı. Demişti ki o gece bana, “yirmi yıldır kına yakmıyorum ben elime...”

Onun, oğlunu düşünmediği tek bir saniye yok. Yüzünde her mevsim hep bir hüzün. İnsan halasına kardeşi kadar sevdiği birisinin mezarını vermek ister mi?
İstiyor...

Herkes acısını başka yaşıyor, yasını farklı bir şekilde tutuyor. Kimi siyahlar giyinerek, kimi içine kapanarak, kimi yazarak, ağlayarak, ağıt yakarak, susarak kimi...
Ayten de onlardan biri. Oğlunun şehadetini öğrendiği anı, “bana siyah bir elbise giydirmek istediler” diye anlatmıştı. O an oğlunun, “anne, ben ölmedim. Arkamdan yas bağlama” dediğini duydu sanki. Anma töreninde, Dersim’de diktirdiği kırmızı elbisesini giyindiğini ve bir daha da onu hiç giyinmediğini…

Nerede siyahlar içinde bir insan görsem kederlenirim ben, elimde olmadan. Bilirim ki kalbinde bir mezar uzanır onun, taştan, mermerden değil, saf, katıksız bir acıdan…

Bilirim ki yine de, siyahlar giyinmek geride durmak, geriye yürümek demek değildir hiçbir zaman. Onlara iyi bakın, siyahlar giyinseler de hepsinin de saçları bembeyazdır.
Çekdar Botan (Ruhat Tabak), Lecwan Munzur (Adil Sünger) ve Munzur Fırat’ın (Sedat Elveren) şahsında bir Haziran günü sonsuzluğa yürüyenlere saygıyla...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.