'Halkımızın boynundaki idam ipini çekip atacağız'

Dosya Haberleri —

Mahmut Şakar

Mahmut Şakar

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ilk andan itibaren avukatlığını üstlenen Mahmut Şakar gazetemizin sorularını yanıtladı. 

  • 15 Şubat’ta partide, İstanbul İl Örgütü’ndeydik, korkunç bir atmosferdi. Bazı şeyler var ki yaşamak lazım o atmosferi çok anlatmam da mümkün değil. Bir insanın yaşayabileceği her duyguyu o gün Kürtler yaşadı. HADEP İl başkanıydım bir süre sonra partideki işlerimi bırakarak avukatlığa başladım ve Asrın Hukuk Bürosu’nun kuruluş sürecinin içinde ilk günden itibaren yer aldım.
  • Sayın Öcalan da aslında mahkemenin çok zamana yayılmasını istemiyordu. Bize de buradan bir şey çıkmaz, hukuk belirleyici değil burada, özel olarak çok uzatmanıza gerek yok diyordu. Onun açısında da zordu, en heyecanlı olduğu günlerdi. Topluma hitap ediyor, konuşmalarının dışarıya nasıl yansıtıldığını tahmin etmeye çalışıyordu. Mahkemenin ortamı var, cam bir kafes içerisinde tutuluyor.
  • 29 Haziran’da idam cezasının verildiği gün karar sonrası hemen 4 arkadaş, müvekkilimizle görüşmek istiyoruz, dedik. Gittiğimizde Sayın Öcalan bizi bekliyordu. Bizi görünce gülerek, ''Hukuk bitti siyaset başladı'' dedi. Sonra ''Biz, siyasette çok iyiyiz'' dedi. Derin bir özgüvenle ''Biz de siyaseti iyi biliyoruz ve halkımızın boynundaki idam ipini çekip atacağız'' dedi. Orada moralimiz biraz düzeldi.

REWŞAN DENİZ

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik 15 Şubat 1999 tarihinde yapılan Uluslararası Komplo’nun ardından İmralı’da yapılan mahkeme süreci 31 Mayıs'ta başladı ve 9 duruşmanın ardından 29 Haziran 1999 tarihinde son buldu. Her iki tarafın da Asrın Davası olarak nitelendirdiği bu dava, uluslararası bir komplonun sonucunda gerçekleşen hukuki bir görüntü verilen ve aslında hukuk dışı siyasi bir davaydı. Bu dava 15 Şubat’a giden süreçte devlet eliyle yaratılan ırkçı ve şoven ortamda başlamıştı. Bu kadar önemli ve tarihi bir dava toplamda sadece bir ay sürdü. Ankara 2 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin baktığı ve İmralı Adası’nda kurulan özel salonda gerçekleşen mahkemeyi Öcalan, 1993’ten beri sürdürdüğü barış çabalarını dile getirmek için bir fırsat olarak gördü. Zira 12 Haziran 1999’da avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada “Maç yapmıyoruz, tarih yazıyoruz. Geleceği kurtarmaya çalışıyorum” demişti. İlk andan itibaren Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın avukatlığını üstlenen ve bir duruşma hariç bütün duruşmalarda avukat olarak hazır bulunan Mahmut Şakar gazetemizin sorularını yanıtladı. 

Sayın Öcalan’ın avukatı olmaya nasıl karar verdiniz?

Ben daha önce de avukatlık yapıyordum fakat bu davada normal bir müvekkille karşı karşıya olmadığımı, tarihi bir sürecin içinde olduğumu biliyordum. Birey olarak dosyayı alıp almama ikileminde değildim çünkü bu tarihi bir olaydı. Ben de bu tarihi olayda Sayın Öcalan’ın avukatlığını üstelenerek bir rol oynamak istedim. Öyle uzun uzun düşünüp karar verdiğim bir noktada değildim. Sayın Öcalan 1998’de Suriye’de çıkarıldığında ben o dönem HADEP’in İstanbul İl Başkanı’ydım. Bu süreçten başlayarak siyasal ortam gerilmeye başlandı ve Kürtlerin temel gündemi ise Öcalan’ın durumuydu. Biz de legal sahada çalışma yürütenler olarak sürekli tartışıyorduk. O sıralarda bir toplumsal etkinlik sırasında gözaltına alındım ve cezaevine girdim. İşin ilginç tarafı 12 Şubat 1999’da ilk duruşmada bırakıldım. Bu da tarihsel bir tesadüf oldu. Zaten cezaevinde olduğumuz süreçte de çok yakıcı bir şekilde bu süreci yaşadık. Ben Ümraniye’de cezaevindeydim orada da kendisini yakan arkadaşlar oldu. O dönem içeride MED TV’yi izleme şansımız vardı o yüzden gelişmeleri Türk basını dışında anı anına izleyebiliyorduk. Komplonun esaretle sonuçlanacağına dair genel bir kanı da ortaya çıkmıştı. Zaten çıkar çıkmaz da o ortamın içine düştüm.

15 Şubat’ta partide, İstanbul İl Örgütü’ndeydik, korkunç bir atmosferdi. Bazı şeyler var ki yaşamak lazım o atmosferi çok anlatmam da mümkün değil. Bir insanın yaşayabileceği her duyguyu o gün Kürtler yaşadı. Ben aslında pratik avukatlık yapmıyordum İstanbul’da. Ara vermiştim avukatlık işlerine. Sayın Öcalan getirildikten sonra onun koşullarını öğrenmek, ondan haber almak hem insani açıdan hem de yurtseverlik açısından çok önemli bir mesele oldu. Bir grup arkadaşla birlikte ailesiyle de Sayın Öcalan’ın hukuki sürecinde nasıl yer alabiliriz üzerine tartıştık. Bunla beraber pratik olarak da avukatlığa dönmüş oldum. Zaten bir süre sonra partideki işlerimi bırakarak avukatlığa başladım ve Asrın Hukuk Bürosu’nun kuruluş sürecinin içinde ilk günden itibaren yer aldım. O dönemde binlerce avukat vardı ve çok az avukat girdi bu işe. Bazen bana sorduklarında ben diyorum orada yer almamayı anlamakta ben zorlanıyorum. Öylesi tarihsel bir sürece sırtını dönmek benim anlayabileceğim bir şey değildi.

 

 

İlk kez ne zaman görüşebildiniz Sayın Öcalan’la?

Sayın Öcalan 15 Şubat’ta getirildi. İlk görüşme 25 Şubat’ta oldu, çok kısa bir görüşme. İkinci görüşme ise 11 Mart’ta oldu. Ben birkaç kez başvurdum, davalarım nedeniyle engellendi görüşmem. 26 Mart’ta gittim. Bu beşinci görüşme oluyordu, 4 avukat gittik. Cezaevi dediğimiz yer aslında bir binanın içerisinde bulunan 3 odaydı, diğer güvenlikle ilgili kişilerin kaldığı yeri saymıyorum. Bir oda Sayın Öcalan’ın kaldığı odaydı. İkinci oda avukatlarla görüşme odasıydı. Üçüncü oda da ailenin görüşmede kullandığı odaydı. Sayın Öcalan’ın kaldığı oda ile avukat odasının arasında da bir kapı vardı. Diğer bir kapı da salona açılıyordu. 26 Mart’ta görüşmeye giderken odaya önce bizi aldılar, Sayın Öcalan o aradaki kapıdan çıktı, içeri geldi. Oturduk, selamlaştık. İlk kendisi “Hoşgeldiniz” dedi. Sayın Öcalan’ın şöyle bir özelliği vardı. Karşısındakini bir görmüşlüğü, duymuşluğu varsa ilk olarak kendisi tanımak isterdi, özellikle yeni arkadaşlar geldiğinde ilk olarak onları tanımak isterdi. Ben direkt karşısında oturuyordum, bana baktı, “Mahmut sensin değil mi?” dedi. “Evet” dedim. Diğer arkadaşları da tanıdı. Bir tanesine “ben seni tanıyamadım” dedi. O da kendini tanıttı. Bu sonraki görüşmelerde de bir ritüel haline geldi. Üçümüzü de basından tanıyordu. 

İlk görüşmelerinizde mahkemeye dair neler söylüyordu?

26 Mart’ta görüştüğümüzde fotoğraf çok belli değildi. Açıkçası mahkeme onun için çok belirleyici, öncelikli bir mesele değildi. Mahkeme önemliydi fakat Sayın Öcalan’ın bu meseleyi algılaması içerisinde çok merkezi rol oynamıyordu. 26 Mart’tan sonra nerdeyse arka arkaya tüm görüşmelere gittim. Özellikle Mart ve Nisan ayındaki bütün görüşmelerde temel mesele komplo ve komplonun nasıl önlenmesi gerektiğiydi. Mahkemeyi ele alırken de bu kontekst içerisinde ele almamız gerektiğini söylüyordu. Hukuki boyutuyla da ilgileniyorduk tabii. Ama onun başından itibaren gündemi, bir komploydu iki bu komployu nasıl aşmalıyızdı. Bunlar da siyasi ve stratejik gündemlerdi. Mahkeme daha sonra bizim gündemimize girdi.

 

 

İmralı yargılamaları hatırladığım kadarıyla canlı olarak televizyonlarda yayınlanıyordu. Bu şekilde bir yargılama hukuka uygun muydu, daha önce örneği var mıydı? Bunun neden tercih edildiğini düşünüyordunuz ya da geçmişe dönüp baktığında neden böyle yapıldığı kanısına varıyorsunuz?

Baştan beri her şey aslında hukuk dışı olarak gelişti. Uygulamada her şeyin ilklerini orada yaşadık. Eklerle beraber 17 bin sayfalık iddianame ve biz fotokopisini bile çekemedik. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde bir fotokopi makinesi vardı, arkadaşlar birkaç günde ancak çektiler. Mahkemenin başlamasından 10-15 gün önce elimize geçti. Zaten o kadar sayfayı inceleme, savunma hazırlama, bunların imkanı da yoktu. Hiçbir arkadaş tümünü okuyamadı, kendi aramızda iş bölümü yaptık, herkes parça parça okudu. İddianamenin fotokopisini de ancak mahkemeye baskı yaparak aldık, nerdeyse hiç okumadan mahkeme başlayacaktı. Yanımıza dosyayı alıp iddianameyi Sayın Öcalan’la tartışma imkanımız hiç olmadı. Dosyayı yanımıza almamıza izin vermiyorlardı, aklımızda tuttuğumuz kadar aktarıyorduk.

Daha önce Mudanya üzeri gidiyorduk mahkeme sürecinden itibaren Gemlik’ten gidilmeye başlandı. Biz avukatlar kalacak otel bulamadık. Duruşmalar başlamadan önce aile ve avukatlar için pek çok yer bulduk, ancak polislerin baskısı sonucu otelden arayıp “iptal etmek zorundayız” diyorlardı. Bursa merkezde de hiçbir yerde otel tutmamıza izin vermediler. Duruşmalar başlamadan bir gün öncesinde kalacak yerimiz yoktu. O güne kadar mahkemeden canlı yayın yapmak gibi bir şey olmamıştı. Biz mahkeme salonuna gittiğimizde TRT’yi gördük. TRT hep ordaydı fakat kamerası her zaman açık değildi. Birden hareketlilik oldu, Sayın Öcalan konuşmaya başlayınca kamerayı açtılar. Sürekli ve düzenli bir şey yoktu. Fakat kendilerine bir inisiyatif verilmişti. Onun dışında izleyiciler de vardı, izleyiciler arasında Türkiye’nin bilinen gazetecileri de vardı.

Mahkeme sürecinde ve öncesinde şovenist bir ortam yaratılmıştı. Hem HADEP binalarına saldırılar hem de medya eliyle pompalanan bir ırkçılık vardı. Türk basını mahkemeleri de ilk duruşmadan itibaren psikolojik savaş diliyle servis etti. Biraz o atmosferi anlatabilir misiniz?

Irkçılığın, şovenizmin ayyuka çıktığı bir zamandı. Biz her görüşmeye gittiğimizde sağımızda, solumuzda faşist bir güruh toplanıyordu. Duruşma öncesinde de “Avukat burda” deyince bakıyorsun toplanıyorlardı. Polis bize küfrediyordu. Her arama işkenceydi. Benim o dönemin atmosferini, psikolojisini anlatmam gerçekten zor. Duruşma öncesi zar zor bir otel bulmuştuk. Otel dökülüyordu nerdeyse. Biraz para verince reddetmedi. Duruşmanın üçüncü günü bittiğinde akşam otel önünde faşist bir güruh toplandı. Polis kontrolünde slogan atıyor, küfrediyorlardı ve sayıları da giderek artıyordu. Avukat arkadaşlarla aramızda konuştuk, çoğunluğun kararıyla o akşam İstanbul’a geri döndük. Yeni bir Sivas Katliamı olmasından çekiniyorduk. Sonraki gün de, sanırım 3 Haziran’dı, duruşmaya gitmedik, protesto ettik. Sonraki gün Gemlik’te bir lokalde kalacak yer verdiler. Orada hukuku bir tarafı bırakın avukatlık yapmak inanç isteyen, sağlam bir psikoloji isteyen bir işti.

Sayın Öcalan da bizi “Provokasyonlar olabilir sakin olmanız lazım. Bizim bu süreci kontrollü ve sağduyulu götürmemiz lazım” diyerek uyarıyordu. Mahkeme sürecini biraz bu ırkçı ve şovenist ortamı aşağı çekmek için fırsat olarak görüyordu. Devlet de bu şovenizmi kontrollü yürütüyordu. Mesela bize direkt saldırılar olmuyordu fakat müthiş bir basınç vardı üzerimizde. Örneğin karşı tarafın avukatları en seviyesiz insanlardı. Bakıyorsun duruşma sırasında kurşun kalemi kırıp kafamıza atıyordu. Sürekli yan tarafa baktığımızda parmak sallıyor, küfrediyorlardı. Öyle bir hal aldı ki mahkeme başkanı onlardan birkaç tanesini duruşmadan atmak zorunda kaldı. Biz bu tür insanlara cevap vermiyorduk, tam tersi gülümsüyorduk. Gülümsediğimiz zaman deli oluyorlardı. İçimiz kan ağlasa da yüzümüzde bir gülümseme vardı o zaman. Orada gülmek gerçekten devrimcilikti. Kararın verildiği son duruşmadan sonra Sayın Öcalan bize dönüp “Teşekkür ediyorum avukatlarıma. Çok sağduyulu davrandınız” dedi. O süreç gerçekten psikolojisi çok ağır bir süreçti. Öyle anlar oluyordu ki ürkütücü bir sessizlik, dersin bir iğne düşse yere bomba etkisi yapacak. İnsanın kanı çekiliyordu. Bazen mahkeme başkanına bakıyorsun yüzü bembeyazdı, diğer taraf için de öyle. Herkes için zor bir süreçti ama en fazla bizim açımızdan zor bir süreçti.

 

 

15 Şubat ile 31 Mayıs arasında iddianame hazırlandı. Hakeza 31 Mayıs’ta başlayan mahkeme 29 Haziran’da son duruşmayla bitti. Sizce bugün baktığınızda bu kadar sürede her şeyin oldubittiye getirilmesinin altında ne yatıyordu? Bu kadar büyük bir davanın bu kadar kısa bir sürede bitmesinin herhalde başka bir örneği yoktur…

2009 yılında Milliyet’ten Belma Akçura’nın ortaya çıkarttığı bazı devlet içi görüşmelerin tutanağında (Milliyet’, Devlet, Öcalan’la ne yapacağını bilememiş!’, 29.09.2009) devletin de bunu kendi içinde tartıştığı görülüyor. Bu tutanaklara göre devlet içinde bazı kesimler diyor niye bu kadar hızlı gidiyoruz. Kısa zamanda bitirilmesi gerektiğine dair bir karar var ama bir kesim de diyor bunu yapmasaydık biz PKK’nin işlediği tırnak içinde suçları verseydik, uzatsaydık, zamana yaysaydık diyor. Yine kendi içlerinde Sayın Öcalan’ın mahkemeyi siyasi taleplerini dile getirdiğini bir platforma dönüştürdüğü yönünde konuşmuşlar. Bu tutanaklardan yansıdığı kadarıyla görülüyor ki devlet de yekpare değil. Bir de her iki taraf için de zor bir süreçti. Yıllara yayılması devlet açısından çok daha meşakkatli olurdu. Her mahkemede kitleyi götürüyorlar, şov yapıyorlar bu organizasyonu mesela iki sene sürdürmek devlet açısında da pahalıya patlayacak bir şeydi. Ne kadar kontrol edeceği de şaibeliydi. Biz mesela onlarca dilekçe verdik, bunlardan biri savaşta yaşamını yitiren binlerce Kürt'ün yakınlarının da tanık olarak dinlenmesi en azından bir kısmının. Biz olayı Kurdistan’daki şiddetin de dile getirileceği bir ortama çevirmek için çok çalıştık. Sayın Öcalan da söyledi, bu kadar siyasal bir toplumsal meseleyi donuk donuk fotoğraflar biçiminde sunuyorlar. Biz Kurdistan’ın tarihini anlattık savunmalarımızda, tanık listelerini sunduk. Sayın Öcalan’ın da desteğiyle orayı bir platforma dönüştürmek istedik. Bizim hiçbir şahidimizi dinlemediler, soruşturmayı derinleştirme talebimizi kabul etmediler. Mesela bu süreci uzatsaydılar mecburen bizim bazı taleplerimizi dikkate alırlardı. Düşün bir sürü yaşamını yitiren, köyü yakılan, yakınları kaybedilen aileleri çağırmak istedik. Sayın Öcalan da aslında mahkemenin çok zamana yayılmasını istemiyordu. Bize de buradan bir şey çıkmaz, hukuk belirleyici değil burada, özel olarak çok uzatmanıza gerek yok diyordu. Onun açısında da zordu, en heyecanlı olduğu günlerdi. Topluma hitap ediyor, konuşmalarının dışarıya nasıl yansıtıldığını tahmin etmeye çalışıyordu. Mahkemenin ortamı var, cam bir kafes içerisinde tutuluyor. Biz duruşma aralarında görüştüğümüzde görüşlerinin kamuoyuna bu tarihsel sürecin nasıl yansıdığını bizden öğrenmek istiyordu, fikrimizi alıyordu.    

İdam kararının verildiği günü biraz anlatabilir misiniz?

29 Haziran’da idam cezasının verildiği gün hayatımın en zor günlerinden biriydi. İdam cezasının verileceğini bekliyorduk. Avukatlar olarak ne yaparsak yapalım idam çıkacağını, bunun siyasi bir dava olduğunu biliyorduk. Tam karar okunduğunda hepimiz ayağa kalktık, mahkeme başkanı idam kararını okuduğunda birçok arkadaşın gözünden yaş aktı. Çok bildiğimiz, çok beklediğimiz bir şeydi. Ama ayakta onları dinlerken sanki kendi idam kararımızı dinliyormuş gibi ağır bir duyguydu yaşadığımız. O süreçte ilk kez o kadar kötü olduk. Ayaktayız, idam lafını duyduğumuza hepimizin başı önünde. Tam o anda da marş okumaya başladılar, biz dinlemedik öyle askerlerin engellemesine rağmen hatta cebelleşerek çıktık. Hemen 4 arkadaş, müvekkilimizle görüşmek istiyoruz, dedik. Gittik görüşmeye o psikolojiyle. Unutmuyorum orda bir saat 45 dakika yani görece uzun bir zaman verdiler. Çünkü ceza da verilmişti. Gittiğimizde Sayın Öcalan odada bizi bekliyordu. O dikdörtgen masanın kapıya bakan tarafında oturmuştu. Biz içeri girdiğimizde sandalyeyi ileri geri götürür şekilde oturuyordu. Bizi görünce iki elini kaldırdı böyle el sallar gibi. Gülerek, ''Hukuk bitti siyaset başladı'' dedi. Biz kötüyüz, başımızı kaldıramıyoruz, kendisi moralli. ''Ben ve sizler de zaten başka bir şey beklemiyorduk ama bakın siz benden çok daha ağır etkilendiniz bu idam kararından. Benim açımdan önemli olan bu sürecin bir an önce bitmesiydi''. Sonra ''Biz, siyasette çok iyiyiz'' dedi. Derin bir özgüvenle ''Biz de siyaseti iyi biliyoruz ve halkımızın boynundaki idam ipini çekip atacağız'' dedi. Orda moralimiz biraz düzeldi. Zaten sonrasında oldukça yoğun, hareketli bir politik süreç başladı.

 

 

* * *

'Ben savunma yapmadım barış çağrılarımı yineledim'

Sayın Öcalan ilk duruşmalardan sonra 12 Haziran 1999’da avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada ''Doğru, savunmamın yumuşak olduğu açık. Bir kısım medya, basın, savunmamı ve açıklamalarımı çarpıttı. Ama biz maç yapmıyoruz, tarih yazıyoruz. Herkes bu sorumlulukla yaklaşmalıdır. Geleceği kurtarmaya çalışıyorum'' demişti. Onlara göre ise artık PKK bitecekti. Devlet, Sayın Öcalan’ın bu bahsettiği 'geleceği kurtarmak' çabasını göremiyor muydu yoksa bir zafer sarhoşluğu mu yaşıyordu?

Devlet bu kadar küresel gücün içinde olduğu bir komploya ciddi bir yatırım yapmıştı. Mesela bir beklentisi yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin en çok zorlandığı son isyanı bitirme umudu yoksa niye yapsın. Ben o süreci yaşayan biri olarak diyebilirim ki o zaman Türk devleti 'Bu işi bitirdik' diyordu. Böyle düşünmesinin de bir gerçekliği vardı aslında. Çünkü PKK aslında baştan beri kendi terminolojisiyle söylersek 'Önderlik merkezli' bir hareketti. Yani Öcalan merkezli bir hareket. PKK Önderliği esir düşüyor dolayısıyla bu hareket de kendisini sürdüremez, hesap buydu. Öcalan’ın tutumu, halkın ve hareketin tutumu buna izin vermedi ama. Burada ortaya konan muazzam karşı koyuşun da görülmesi lazım. 99’dan itibaren orda olan biri olarak söylüyorum, Kürtlerin inancı, direnişi, cesareti, fedakarlığı, bağlılığı ve Sayın Öcalan’ın orda aldığı tutum devletin istediği şeyi engelledi. Daha ilk görüşmelerin birinde Öcalan bize, ''Ben halkımı karşı kıyıya sağ salim ulaştırmak istiyorum'' diyordu. Ben bunu daha sonra 'Modern bir Musa hikayesi' metaforuyla ifade etmiştim.  Sayın Öcalan daha ilk günden itibaren soykırımın önünü almayı, şovenizmin gücünü kırmayı, onu yumuşatmayı daha fazla saldırganlaşmasını önlemeyi stratejik bir mesele olarak gördü. İmralı savunmalarını bugün isteyen de okuyabilir, aslında 2003’teki bir görüşmesinde de söyledi bize: "Ben orada savunma yapmadım barış çağrılarımı yineledim". Bize de diyordu "Siz avukatlar olarak istediğiniz savunmayı yapabilirsiniz ama bu şoven ortamı da görün ve elden geldiği kadar bunu sağduyulu yapın''. Tüm çabası oradaki duruşmaları bir barış çağrısının mekanı haline getirmeye çalışmaktı. Bunu 93’ten beri süren barış çabalarının bir gereği olarak da yaptı. Ama bir o kadar da aslında uluslararası komplonun sonuçlarını biraz engellemeye çabaladı. Onu yapabilecek tek kişi de Öcalan’dı. Kendi halkının bir tehdit altında olduğunu gördü, temel gayesi şovenizmi engellemekti. Bu yüzden talepleri olabildiğince aşağı indirip ılımlı bir ortam yaratmak ve şovenizmin o zafer havasını durdurmak için çabaladı. Onun temel önceliği Kürt halkının temel birikimini korumak, şovenizmi durdurmak ve bunları yaptıktan sonra da yeni bir mücadele alanı açmak. Sayın Öcalan, ilk savunmalarını bitirdikten sonra duruşmalar artık bir tür panele dönüştü. Avukatlar kalkıp soru soruyordu, işte sanığa şu soruyu sormak istiyorum. Böyle Sayın Öcalan da soruya göre bazen yarım saat bazen 40 dakika duruma göre cevap veriyordu. Her verdiği cevapla da aslında kendi savunmasını pekiştiriyordu. Hatırlıyorum bir duruşmada akşama doğru müdahil avukatlardan faşist biriydi, el kaldırdı mahkeme başkanına hitaben dedi ki "Sayın Başkan sanık Bekaa’da ne söylüyorsa burada da aynı şeyi söylüyor" dedi. Ancak akşam uyanmıştı demek. Sayın Öcalan ilk günden beri idam cezasının çıkacağını biliyordu ve söylüyordu. Hukuki bir kıymet vermiyordu yargılamalara. Devleti tanıyordu, devlet bir kurgu oluşturmuş idam çıkaracak, diyordu. O da mahkemeyi bir platform olarak düşündü. Uluslararası komplodan sonra ilk kez kamuoyuna sesleniyor olmanın platformuydu. Gerçekten de öyle oldu, biz soru soruyorduk, karşı taraf soru soruyordu. Günlerce kendi tarihsel yaklaşımlarını, 93’ten beri barış ve demokrasi adına yaptıklarını, gelecekte bu meselenin nasıl çözülmesi gerektiğini günler boyunca tüm fırsatı bulduğu anda dile getirdi. O yüzden televizyon orda olmasına rağmen yayın yapmadı. Her konuştuğunda açıyordu kamerayı sonra kapatıyordu. Onların beklediği bir şey çıkmadığı için kapatıyordu.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.