Bir neo-liberal sistem hastalığı: Yalnızlık
Doğan Barış ABBASOĞLU Haberleri —
- Modern insan, hayatın zorluklarına karşı toplumsallık zırhından arındırıldığı için güçsüzdür. Yalnızlık ve izolasyon hissinin beraberinde getirdiği kaygı, korku ve güvensizlik onu ifade etmektedir. İşin en trajik tarafı ise yaşadığı yalnızlığın nedenlerinin az çok bilincinde olmasına rağmen bunu çözmenin tüm yol ve yöntemlerine de şüpheci yaklaşır.
Modern zamanlar öncesinde çok az sayıda insan yalnız yaşardı. Günümüzde ise özellikle neo-liberal ideolojinin etkisinin yüksek olduğu ülkelerde her dört insandan biri yalnız yaşıyor. Bu oran sanayileşmiş ülkelerdeki büyük şehirlerde çok daha yüksek.
Osnabrück Üniversitesinde Sosyal Psikoloji alanında çalışmalar yürüten Profesör Julia Becker’in başında bulunduğu bir grup araştırmacı neo-liberalizmin psikolojik etkileri konusunda 2021 yılında bir çalışma yayınladı. Çalışmanın sonuçlarına göre neo-liberal ideolojinin rekabeti arttıran ve toplumsal bağları zayıflatan niteliği, insanların artan oranda yalnızlaşıp mutsuz olmasının nedenlerinden biri.
Siyasal sistemler konusunda eleştiri sahibi kesimlerin insan psikolojisine olan ilgisizliği son derece dikkat çekicidir. Özellikle akademik çevrelerde neo-liberal toplumlardaki bireylerin yaşadığı sorunlar üzerine yapılan çalışmalar neredeyse parmakla sayılabilecek nicelikte ve bunların da önemli bir kısmı sorunun özüne inmeyen niteliktedir. Bu sorunlardan en önemlilerinden biri de modern yaşamın artık tanımlayıcı özelliklerden biri olan yalnızlık.
Fiziksel ağrı ile yalnızlık aynı duygusal etkiyi yapıyor
Yalnızlık konusunda tüm akademik araştırmalar neredeyse tek bir ismi işaret ediyor: ABDli bilim insanı John Cacioppo. 2018 yılında hayata veda eden Cacioppo neredeyse tüm akademik hayatını yalnızlık konusuna ayırdığı için Doktor Yalnızlık olarak anılır.
Cacioppo, “Yalnızlık – İnsan Doğası ve Sosyal Bağ Kurma İhtiyacı” adlı çalışmasında yalnızlık hissini, ağrı ya da susuzluk hissi gibi bir tehlikeye işaret eden belirtilerle aynı kefede değerlendirir. Cacioppo’ya göre nasıl ki ağrı insan beynini bedeninin karşı karşıya olduğu tehlikeler konusunda uyarıyorsa, yalnızlık hissi de benzer bir şekilde uyarıcıdır.
Bu kimilerine çok iddialı bir değerlendirme olarak gelebilir. Ancak yalnızlık konusunda yapılan bu değerlendirme bir metafor olmaktan oldukça uzaktır. Beynin fMRI tekniği kullanılarak görüntülenmesi yöntemini kullanan bilimsel araştırmalar, insanların fiziki ağrıyla, sosyal olarak reddedilmeye verdiği duygusal tepkilerin beynin aynı bölgesini -ön singulat korteksi” harekete geçirdiğini tespit etmiştir.
Yalnızlığı vücudumuz neden tehlikeli bir durum olarak algılıyor?
Bireyi toplum dışı bırakmak primatların hemen hemen tümünde görülen bir mekanizmadır. İnsanlık tarihinde de sosyal izolasyon, yani bir kişiyi yalnızlığa mahkum etmek, sosyal tecrit son derece ağır bir ceza olarak kullanılagelmiştir. Günümüzde de ağırlaştırılmış tecridin bir işkence yöntemi olarak kullanılması tesadüfi değildir. Bu insan beyni için durmadan yapılan fiziki işkenceyle aşağı yukarı aynı etkide bulunmaktadır.
Peki yalnızlık, tecrit durumunu vücudumuz neden bir tehlike sinyali olarak ele almakta?
Primatların Dünya üzerindeki tarihleri yaklaşık 52 milyon yıldır. İlk primatlardan günümüzdeki insanlara kadar türümüzün ortak bir noktası var; bir sosyal gruba bağlanma ihtiyacı. Modern insan ve ona yakın bazı primatlar için soysal gruba bağlanma ihtiyacının hayati önem taşımasının fiziki nedenleri bulunmakta. Tuhaf bir şekilde insanlar, birçok primat türünün aksine, kendisini tanımayan türdaşları tarafından öldürülme tehlikesini yaşar. Bu nedenle insan vücudu yalnızlık ya da yabancı bir çevrede bulunma halini tehlikeli bir durum olarak algılar. Bu da insanları daha savunmacı, benmerkezci, korkuların hükmettiği bir davranış biçimine girmeye iter.
Modern dünyada bu durumdaki insan için yalnızlık giderek daha da kronik hale gelmektedir. Çünkü modern dünyada insanlar yalnız kaldıkları için ölmezler, gerçek bir tehlike altında değillerdir. Ancak bedenimizin çektiği acı aynıdır. Bu acının sosyal etkileri de daha fazla sosyal bağlardan kopma durumunu oluşturur ki, neo-liberalizmin yarattığı “toplumsal” yapı içerisindeki insanların yaşadığı sorunlar bu nedenle kronik noktalara taşınır. Sorun o kadar derin ve özeldir ki hem toplumsal hem de bireysel anlamda çözümden uzaktır.
“Yalnızlığın Biyografisi” adlı kitabın yazarı İngiliz tarihçi Fay Bound Alberti’ye göre modern yalnızlık kapitalizm ve laikliğin ortak ürünüdür. 1800lü yıllar öncesinde İngilizce eserlerde “loneliness – yalnızlık” kelimesinin çok az geçtiğini anlatan Alberti; 19’uncu yüzyıllar birlikte benlik ve dünya, birey ve toplum, kamusal ve özel arasındaki bölünme ve hiyerarşilerin bireycilik politikası ve felsefesi ile doğallaştırıldığını yazar. Alberti’ye göre sanat dünyasında “yalnızlığın”, “yalnızlığı güzelleyen ya da anlatan dilin” ortaya çıkışının, pazar kapitalizminin ortaya çıkışıyla aynı döneme denk gelmesi bir tesadüf değil.
Neo-liberalizm ve izole insan
Neo-liberalizm bugün modern Dünyanın önemli bir kesiminde başat ideoloji konumunda. Ekonomik hayat ve toplumların serbest piyasa koşullarına göre uyarlanması gerektiğini savunan neo-liberalizmin rekabeti temel bir öğe olarak ortaya koyan karakteri toplumu oluşturan bireylerin artan bir oranda izole olmasına neden olmuştur. Her biri sadece kendi ya da son derece dar bir grubun çıkarlarına göre yaşamlarını ayarlayan bireyler, toplumu organik bir yapı olmaktan çıkarır. Bu toplumda bireyler adeta birbiriyle rekabet halinde olan küçük şirketler gibidir.
Bize bugün normal gelen şeyler insanlığın yakın tarihinin icatlarıdır. Tarihe baktığımızda ücretli işçi olmak için para harcayıp, kendini eğiten kimseye rastlayamazsınız. Sanayi Devrimine kadar tarihteki hiçbir eğitim sistemi ücretli köleler yetiştirmeye çalışmadı. Günümüzün üniversiteleri, akademileri bunlarla doludur.
Konumuza dönecek olursak başarı ölçütünün mülk ve para olduğu bir sistemde birbiriyle rekabet halinde olan insanların birbirlerinden uzaklaşması son derece öngörülebilir bir sonuçtur. Bu anlamda modern insanın yalnızlığı bireysel bir tercih değil, ideolojik bir yapının hakimiyetinin neden olduğu bir sonuçtur. Neo-liberalizm altında insanlar, insanlarla değil “şeyler”le ilgilidir.
Sosyal eşitsizlik, neo-liberalizm ve yalnızlık
Neo-liberalizm doğası gereği sosyal eşitsizliği yaratmak zorundadır. Çünkü rekabet ancak bu şekilde arttırılabilinir. Sosyal eşitsizlikte yaşanan artış ise düşük sosyal uyum ve güveni ve asosyaliteyi beraberinde getirir. Bugün modern insanın yaşadığı yalnızlık, artan depresyon ve intiharların temelinde neo-liberalizmin bu politikaları yatar.
Bu insan, türümüze o kadar yabancıdır ki araştırmacılar onu tanımlamak için yeni bir terime ihtiyaç duymuştur: Homo neoliberalus. Yüzbinlerce yıl dayanışma halinde yaşayan, birbirine ihtiyaç duyan insandan farklı olarak yaşamdaki başarının sorumluluğu Homo neoliberalus’un omuzlarına yüklenmiştir. Başarısızlık durumundaki geniş toplumsal dayanışma da zayıftır. Bu nedenle güvensizlik, kaygı, stress, depresyon, yalnızlık belirgin özellikleri arasında yer alır. Hatta bazı bilimsel araştırmalar yüksek tansiyon, diyabet gibi çok yaygın hastalıkların bu durumlarla çok yakından ilişkili olduğunu ortaya koymaktadır.
Yalnızlık ve anti-depresanlar
Özellikle neo-liberal ideolojinin sonradan girdiği ve halen geleneksel tarafları diri olan toplumlarda bireylerin yaşadığı kriz çok daha derindir. Dünyada hangi ülkelerde insanların kendini en yalnız hissettiğini sorsak birçok insan Batılı ülkeleri, özellikle İskandinav ülkelerini, Almanya’yı, Hollanda’yı örnekleyecektir. Oysa araştırmalar çok ilginç sonuçlar ortaya koyuyor. Yapılan araştırmalarda Dünyada kendini yalnız hissettiğini söyleyen insanların en yüksek olduğu ülke Brezilya. Brezilya’yı Türkiye ve Hindistan takip ediyor. En üst sıradaki ilk 10 ülke arasındaki tek Batılı ülke İtalya. Bu ülkelerde neo-liberalizmin yarattığı etkiler henüz akut durumda.
Anti-depresan kullanımında ise bambaşka bir tablo karşımıza çıkıyor. Dünyada anti-depresan kullanımının en yaygın olduğu ülke İzlanda. Onu takip eden 19 ülkenin tümü Batılı ve “gelişmiş” ülkeler. Burada da neo-liberalizmin etkilerinin artık kronik olduğunu ve bireylerin bu durumla mücadele etme donanımından tamamen arındırıldığını söylemek çok da yanlış ya da aşırı iddialı bir değerlendirme olmaz.
Sonuç olarak
Yazımızı Profesör Julia Becker’ın araştırmasının sonuç bölümünden tespitleri özetleyerek bitirelim. Neo-liberalizmin iddiası insanların kendilerini gerçekleştirerek, büyüyüp yeteneklere kavuşarak “mutlu” olabileceği yönündedir. Ancak insanların büyük bir bölümü tekelci kapitalizmin, pazar ekonomisinin çarkları altında ezilirler ve bu anlamda “mutlu” olmayı başaramazlar. Hatta bu yönde gösterdikleri çaba da toplumsal değerleri yadsıdığından son derece stresli ve yıkıcı olabilir.
Yine başarısızlık durumunda toplumsallığın iyileştirici etkisinin ortadan kalkması modern birey için daha fazla izolasyon ve depresyonu beraberinde getirir.