The Substance: Yavuz hırsız ev sahibini…
Kültür/Sanat Haberleri —
- Kitleleri ikiye bölen filmlerde bu yılki durağımız The Substance oldu. 60 yaşını deviren Demi Moore ve son dönemin yeni yıldızlarından Margaret Qualley’nin teknik olarak aynı kişiyi farklı isimlerde oynadığı film, tam da beklediğim üzere, beni de ortadan ikiye böldü.
BİLGE AKSU
Kitleleri ikiye bölen filmlerde bu yılki durağımız The Substance oldu. Mayıs ayında Cannes’daki gösteriminin ardından 13 dakika boyunca ayakta alkışlandığı söylenen filme dair ilk analizler biraz çekimserdi. Yarattığı etkiyi ve aldığı tepkiyi hak edip etmemesi bir yana, analizlerini derinleştirenlerin söylediklerinde, filmin heba edildiği yorumu öne çıkıyordu. Çarpıcı ve evrensel bir konunun, ileri düzey sinema tekniklerine rağmen zayıf bir anlatı olarak kalması, onlara göre hayal kırıklığıydı. Diğer kitleyse, filmi yere göğe sığdıramamakla meşguldü zaten.
Coralie Fargeat’in ses getiren bu son filmi, Ekim ayının son gecesi MUBI’de ve çeşitli sinemalarda gösterime girdi. 60 yaşını deviren Demi Moore ve son dönemin yeni yıldızlarından Margaret Qualley’nin teknik olarak aynı kişiyi farklı isimlerde oynadığı film, tam da beklediğim üzere, beni de ortadan ikiye böldü. Anlatının modern üslubuna ve çoğunlukla akıcı oluşuna, özellikle Demi Moore’un performansına, yönetmenin seyirciyi soktuğu sabır sınavlarına bayılsam da, filmin alt yapısındaki aksaklıklar yahut finalin karmaşası benim için olumsuzdu. Fakat tüm bunların bir araya geldiği bir deneyim, uzun süre akılda kalıcı olmayı ve üzerine bir şeyler söylenmesini de gerektiriyor şüphesiz.
The Substance, Coralie Fargeat’ın bir meydan okuması. Body Horror türünün sevenleri çoğunlukla memnun kalsa da, yönetmenin ilk katmanda ele aldığı kadın bedenine dayalı endüstri eleştirisi sınıfta kalmış gibi. Buna dair çıkan feminist analizlerde, filmin kendi tuzağına düştüğü ve özellikle Sue’nun sahnelerinde ‘male gaze’ olarak tabir ettiğimiz, erkekleri mutlu edecek türden bir yaklaşımın olduğu belirtiliyor. Kimi görüşler, yönetmenin seyirciyi Sue’yla birlikte özdeşliğe yahut cinsel dürtülerini serbest bırakmaya çağırdıktan sonra son kısımda sert biçimde uzaklaştırarak bir şok etkisi yarattığını ve bunun olumlu olduğunu da belirtiyor bir yandan. Fakat buna dair yazmak beni aşacağından, filmin başka yönlerine bakmayı tercih edeceğim.
Son şarkı
Filmin meselesini kısaca ortaya koyarsak, ihtişamlı günlerini geride bırakmak zorunda kalmış bir Hollywood yıldızının, son bir şarkı söyleme çabası diyebiliriz. Demi Moore’un canlandırdığı Elisabeth Sparkle, Los Angeles’taki ünlüler geçidinde kendi adına yıldızı bulunan çok başarılı bir oyuncuyken, yaşı kemale erdikten sonra sabah programlarında Aerobik şovu sunmaya başlar. Kendi kitlesiyle yola devam etmekten bir ölçüde memnun görünse de, kanalın yapımcısı Harvey (Dennis Quaid) pek memnun değildir. Onun yaşlandığını ve emekliye ayrılması gerektiğini düşünmektedir. Yönetmenin bu filmde seyirciye yaşatacağı tuhaflıkları ufak bir fragman olarak gösterdiği rahatsız edici bir yemek sahnesiyle Harvey, bu fikrini Elisabeth’e de açıklar. Bir anda gözden düşen ve işsiz kalan Elisabeth olayın şokuyla yaptığı trafik kazasından sonra hastanedeyken eline tutuşturulan bir flash disk sayesinde, kendisi için yeni bir kariyer inşa etmeye karar verir.
Flash diskteki tanıtıma göre gizemli bir madde sayesinde kendisinin daha iyi, daha başarılı, daha güzel, daha genç bir versiyonu ortaya çıkacaktır. Her şeyi kaybettiğini düşünen Elisabeth için bu fikir başta tuhaf gelse de karşı konması zordur. Macerayı kabul eder ve maddeyi satın alır. Bu kısımlarda filmin ilk başlığı olan ‘Elisabeth’ aksının sonuna gelir ve onun bedeninden doğan genç Sue’ya geçiş yaparız. Tanıtım videosunda da söylendiği üzere, her ikisi de aynı kişidir ve birbirlerini beslemeleri, diğerinden ayrışmaya çalışmamaları gerekecektir.
Filme adını veren ‘substance’ sözcüğü, yaygın kullanımda ‘madde’ anlamını taşısa da, çeviriye esas alınan ‘cevher’, yani ‘öz’ ifadesini de içeriyor. Ki Türkçede cevher sözcüğünün değerli ve eski taşlar için de kullanıldığını not etmekte fayda var. Burada da cevher, yani öz durumunda olan Elisabeth, aynı zamanda daha eski olan, bu sebeple asıl değeri taşıyan kişiyi ifade ediyor. Sue ise her ne kadar genç, güzel ve gelecek vaat eder pozisyonda olsa da, diğerine muhtaç konumda. Bu bağlamda filmin görünen katmanlarının altına inmemiz gerektiğini açık etmiş yönetmen.
Sue’nun ortaya çıkışı epey zorlu oluyor. İhtişamlı yaşantısına rağmen dümdüz bir banyoyu tercih eden Elisabeth’in yerde uzandığı anlarda yarılan sırtından yeni bir insan doğuyor ve ayna karşısına geçtiğinde verdiği ilk pozla ezelden beri bunu beklediğini anlıyoruz. Öncesinde yakın planlarla gösterilen Elisabeth’in vücuduyla Sue’nunki arasında belirgin farklar var. Bu yeni vücut, tam da yapımcısının arzulayacağı ölçüde genç, gösterişli ve enerji dolu. İlk sınav geçiliyor böylece. Artık her yedi günde bir, sırayla yaşamı devralmaları ve diğerini beslemeleri gerek.
Sue, halihazırda öfkeli olduğumuz yapımcı Harvey’nin seçmelerine katılıp yeni işi devraldığında, her şeyin plana uygun ilerlediğini düşünüyoruz. Fakat yedi gün dolup da Elisabeth’e geri döndüğümüzde onun hala kırgın, hala depresif olduğunu fark ediyoruz. Çalıştığı yere gittiğinde Harvey’nin eline tıkıştırdığı iki kutuda bütün geçmişi var. Üstüne bir de evde boş dururken sıkılmasın diye yemek kitabı hediye ediliyor. Hayal kırıklığıyla eve dönen Elisabeth, yedi günlük süresini tamamlayıp nöbeti Sue’ya devrettiğinde ilk kırılma gerçekleşiyor. Uyanıp salona geçen Sue, koltuğun üzerinde uzun süre oturmanın sonucu oluşan çukura ve açık kalan TV’ye bakıp Elisabeth’i küçümseyici bir mimik sergiliyor. Bu ilk ayrışma belirtisi sonraki nöbetlerde artan şiddetle devam ediyor ve bir süre sonra birbirine düşman kesilen iki benlikle karşı karşıya kalıyoruz.
Bergman’a gönderilen selam
Elisabeth ve Sue’nun ayrışması, ben ve öteki izleğini hatırlatıyor elbette. Sonlara doğru gördüğümüz ayna karşısındaki sahneyle Bergman’ın Persona’sına gönderilen selam boşuna değil. Tıpkı oradaki gibi hayat dolu ve konuşkan bir bakıcıyla, her şeyden eteğini çekip susmaya karar veren yorgun bir oyuncu karşımızda. Yahut başka bir yerden gelirsek, başarısız ve içerilerde saklanan bir benlikle, onun tam tersini ifade eden alter egonun bir kapışmasını izliyoruz. Yönetmenin bu iki farklı benlik için seçtiği renk tonları da bunu çağrıştırıyor; Sue’nun aksında rengarenk ve hızlı bir akış görürken Elisabeth’te durgun ve daha karanlık tonlarla karşılaşıyoruz.
Ayrışmanın derinleştiği sahnelerde ölüm ve yaşam dürtüsünün çarpışması da öne çıkıyor. Sue’da gördüğümüz gençlik ve cinsellik, Elisabeth’in sahnelerinde yok edici bir ölüm dürtüsüne dönüşüyor. Nöbeti devraldığında Elisabeth, eski bir lise arkadaşıyla randevuya çıkmayı tasarlasa da, aynada gördüğü yüzü beğenmediğinden ama en çok da salondaki pencerenin önünde, bilboard’da gördüğü Sue’ya haset duyduğundan, dışarı çıkmaktan vazgeçiyor ve kendini duygusal bir yeme takıntısının içinde buluyor. Yeme içme isteği, özünde yaşam dürtüsüne yakın bir libidinal faaliyet olarak düşünülse de, onunki bedenine zarar verecek ölçüde yıkıcı bir eylem. Nitekim bunun Sue’ya da olumsuz etkisi söz konusu. Programın çekimlerinde kalçasından fırlayan but görüntüsü, bu iki vücudun tek benlikte uzlaşmacı şekilde yaşayıp gitmeleri gerektiğine dair bir veri.
Elisabeth’in ötekine duyduğu kıskançlık haksız temellere oturmuyor bir yandan. Sue, gençlik enerjisi ve libidosuyla yaşamı daha fazla arzulayıp, Elisabeth’ten çalma yoluna gidiyor. Önce bir iki saatlik gecikmeyle başlayan bu ihlaller, bir süre sonra birkaç güne kadar uzuyor. Uyandığında bazı uzuvlarını kaybettiğini fark eden Elisabeth’in yok edici dürtüleri tamamen güçleniyor ve bunun zirvesini, Sue’nun katıldığı TV programını izlerken yapımcısının hediye ettiği yemek kitabındaki tarifleri uyguladığı o uzun sahnede görüyoruz. Yönetmenin yakın planlarla Sue’nun bedenini ve çoğunluğu tavuktan oluşan yemek tariflerini eş zamanlı olarak vermesi, elbette eskiye dayanan bir feminist eleştiri. Fakat yukarıda sözünü ettiğim Eros(yaşam) ve Thanatos(ölüm) kavramlarını da içermesiyle bu sahnenin katmanlı yapısı takdire değer.
Çarpışmanın iki ayrı bedende zirveye ulaştığı bu sekans, Elisabeth’in bütün evi yemek artıklarıyla doldurması ve bilboard’daki Sue’yu görmemek için camları gazetelerle kaplamasıyla sona eriyor. Bu anlarda Elisabeth aynaya bakarak diğer benliğine tehditler savururken, Sue’nun uyandığı ana geçiş yapıyor ve onun mahvolmuş eve bakarak, diğerine kendini kontrol etmesi için haykırdığını duyuyoruz. Maddeyi aldıkları şirketi arayıp diğerini şikayet etmeye çalışan Sue, her iki bedenin de özünde tek kişi olduğunu ve kendi aralarında anlaşmalarını tebliğ eden soğuk bir ses karşısında çaresiz kalıyor. Ardından, uzun süreli bir ihlal yolunu seçip, diğerini hiç uyandırmayacağı ve sonun başlangıcını ifade eden evreye giriyor.
Benlik, varlık, başkası
Filmin niteliğinden ziyade bu noktalarda benim üzerinde durduğum husus, hangisinin haklı olduğuydu. Ardından benlik, varlık ve başkası gibi kavramlarda çalışmaları bulunan Levinas’ı pek seven Derrida’nın sözlerine rastladım. Ben ve öteki hususunda Derrida özetle, ev sahibi ve konuk alegorisi yapıyor ve konukluğu hak etmek için, ev sahibinin efendi konumunun kabullenilmesi gerektiğini söylüyordu. Elisabeth’in bedeninden doğan Sue ise bu durumu ihlal ediyor, Elisabeth’in hayatından ve bedeninden çalıyordu. Tam da Levinas’ın felsefedeki en önemli kavram olarak gördüğü etik meselesine dairdi bu. Ben’in, başkasıyla yüzleştikten sonra varlığını kavraması ve ötekine karşı etik bir sorumluluk taşıması, ilk olarak Sue’nun küçümseyici bakışında ve yaşamı diğerine hak görmeyişinde yerle bir ediliyordu.
Sue zaman zaman bunun farkına varıp Elisabeth’in bakımını daha titizlikle yapmaya çalışsa da önüne serilen dünyanın ışıltısı çok cezbediciydi. Vogue’a kapak olmayı hak ettiğinde, karanlıkta bıraktığı Elisabeth’e fısıldarken “biz” diye seslenmesi, ufak bir utanç kırıntısı olarak görülebilir örneğin. Fakat bu ışıltılı dünyadan bir türlü kopamayıp, ev sahibinin bedeninden çalmaya devam etmesi, tükenen kaynakla eş zamanlı olarak, onun özdeğerinin de tükenmesi anlamına geliyordu. Bu da onu gün geçtikçe Elisabeth gibi yıkıcı dürtülere yaklaştırıyor, nihayetinde baskın çıkmaya çalıştığı ve diğerini kovmayı arzuladığı son viraja sürüklüyordu. Zaten filmin çok eleştirilen son yarım saati de buna dairdi. Ev sahibinin kontrolü ele alma isteğiyle misafirin bedeninde popülerliği tatma arzusu çakışınca ortaya yeni bir sentez çıkıyor ve başlangıçtaki sekansa geri dönüyorduk. Dışlanan, korkulan ve uzak durulan canlı, uzandığı yerde Elisabeth’in de Sue’nun da orada, karşılarında durduğunu haykırıyordu seyirciye.
Filmin başka alt okumalara da alan açtığını söylemek gerek. Örneğin bu filmden, anne-kız çatışması ve elektra kompleksi çıkaranlar da mevcut. Özellikle yapımcı Harvey’nin beğenisini kazanma çabasıyla kızın annesini yok etmeye çalışması fikri bunu destekliyor gibi. Fakat buna dair yazmak için yerim ya da hevesim yok açıkçası. Onu da başkalarına bırakalım.