Bizi insan yapan şey ne?

Doğan Barış ABBASOĞLU Haberleri —

  • Modern insanı biyolojik olarak diğer insansılardan ayıran özellikleri konusunda elimizde çok sayıda tartışmasız bilimsel gerçek var. Peki bu gerçekler insanları neyin insan yaptığını, insan olmamızı neyin sağladığını açıklama konusunda yeterli mi?

Modern bilim insanları yüzyıllar boyunca insanı anatomik olarak diğer insansılardan net olarak ayırt edebileceğimiz kanıtlar peşinde koştu. Haklarını yememek lazım, bu alanda da oldukça ikna edici verilere ulaşıldı. Ancak biyolojik göstergeler ve arkeolojik kanıtlar dışında düşünmek insanın nasıl olduğu hikayesini çok daha karmaşık hale getiriyor. İnsansıların yaşam tarzları ve becerileri konusunda elimizdeki verilerin her geçen gün artmasıyla birlikte artık açıklamalarımız çok daha kapsamlı bir bakış açısını gerektiriyor.

İnsanlığın çıkış noktası Asya ve Avrupa olarak görülüyordu

Bundan 100 yıl kadar önce Dünyadaki bilim insanları insanlığın kökenini Ön Asya ve Avrupa olarak görüyordu. İlk Neanderthal fosili 1820lerde Avrupa’da bulunmuştu. İlk Homo erectus fosili de Asya’da 60 sene kadar sonra keşfedilmişti.

28 Kasım 1924 tarihinde Güney Afrikalı antropolog Raymond Dart, insan ve maymun arası bir canlıya ait olduğunu tespit ettiği bir kafatası keşfetti. Australopithecus olarak adlandırılan bir türe ait olan bu fosil popüler olarak Taung Çocuğu olarak adlandırıldı.

2,8 milyon yıllık bu fosil o dönemin bilim dünyasında büyük bir şok etkisi yarattı. Öncelikle bu fosil insansıların kökeninin Asya-Avrupa değil Afrika olduğuna işaret ediyordu. Yine ilk kez insanların atalarının neye benzediği konusunda bir veri elde edilmişti.

 

Lucy

 

Lucy’nin keşfi ve etkisi

Taung Çocuğu fosilini Dünyanın en ünlü Australopithecus kalıntısı takip etti: Lucy. Taung Çocuğundan çok daha kuzeyde Etiyopya’da 50 sene sonra bulunan Lucy’nin kemiklerinin yüzde 40’ı eşleştirildi. Bu keşfi daha da önemli hale getiren şey Lucy’nin yalnız olmamasıydı. 3,2 milyon yıl öncesine tarihlenen Lucy’nin yanında birçok insansıya ait kalıntılar da ortaya çıkarıldı. Homo geni taşıyan ilk insansıların atası olduğu düşünülen bu tür Australopithecus afarensis olarak adlandırıldı.

Bilim insanları uzun yıllar boyunca Lucy ile insansılar arasına kalın ve net bir çizgi çekti. Ancak bu çizgi son 20 yılda silikleşmeye başladı. 2019 yılında Yale Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada A. aferensis’in beyninin, insanlara oranla küçük olsa da, benzeri büyüklükteki şempanzelere göre yüzde 30 oranında daha büyük olduğu tespit edildi. Bu durum Lucy’nin diğer maymunlardan farklı bir diyete sahip olduğunu gösteriyordu. Yine A. aferensisin elleri de insansıların elleriyle büyük benzerlik gösteriyordu. Bu durum A. aferensislerin yanında bulunan kemik kalıntılardaki kesik izlerini açıklamaya aday. Araştırmanın sonuçlarıyla bilim insanları 3.4 milyon yıl önce sivri taşların kemikleri kırmak ve eti kemikten ayırmak gibi işlerde kullanıldığı olasılığını gündeme aldı. 

 

Taung Çocuğu

 

İnsanı neyin ayırdığını yeniden düşünmek

Her ne kadar bu araştırmalar halen tartışma konusuysa da giderek artan oranda insanın ortaya çıkışı konusunda daha geniş bir bakış açısıyla yeni bir yaklaşım geliştiği söylenebilir. Daha önce insansı terimi 7 milyon yıl öncesine kadar şempanze ve bonoboları kapsayacak şekilde genişlemesi gerektiği savunuluyordu.  Yapılan araştırmalar insansılar ve modern insanları barındıran canlı türünün bundan 7 ila 11 milyon yıl arasındaki bir dönemde ayrıldığını gösteriyor. Fakat bunun karşısında popüler olan görüş ise insanların Neanderthallerden ayrıldıktan sonraki türlerle tanımlanabileceği duruyor. Neanderthallerin “akılsız ve vahşi” olduğu savına dayanan bu görüş de giderek taraftar kaybediyor. Çünkü günümüzde yapılan araştırmalar insansılarla insanlar arasında çok az davranışsal fark olduğunu gösteren bazı veriler ortaya koymakta.

Peki insanın sahneye çıkışını belirleme yönündeki çabalarımız ne durumda? İnsanı insan yapan şey ne?

Önemli bir çoğunluğu oluşturan bir kesim “homo” geninin 2.9 milyon yıl önce ortaya çıkmasını sıfır noktası olarak kabul ediyor. En büyük atılım ise ağaçtan inen ve iki ayağı üzerinde uzun mesafeler kat etmeye uygun bir vücuda sahip olan Homo erectus’un evrimleşmesi olarak gösteriliyor.

Bu yaklaşımlar temelini sınırlı fosil kaynaklara sahip olduğumuz yakın geçmişimize dayanıyor. Taung Çocuğu ve Lucy gibi fosillerin keşfinin ardından kestirmeden giden ve genelleyici tespitlere ulaşmak daha kolaydı. Ama bugün fosil bulgular o döneme göre çok daha fazla, bu da insan evrimi konusunda daha kapsamlı yaklaşımları geliştirmemiz gerektiğini ortaya koyuyor.

Üstelik insan bir anda olmuş ve ortaya çıkmış bir varlık değil. Yaşamın gezegenimize nasıl yayıldığı konusundaki en güçlü teorilerimizden biri olan evrim teorisi de keskin yol ayrımlarıyla ifade edilmeyecek kadar karmaşık. Üstüne sosyolojik olarak da karmaşık varlıklar olan insanların ortaya çıkışının sadece biyolojik veriler ve arkeolojik kanıtlarla açıklanması da çok mümkün değil. İnsanın ortaya çıkışı aynı zamanda felsefik bir bilmece.

 

* * *

Denisovan DNA’sının kattıkları

Denisovan insanlarının günümüz insanlarına bıraktığı genetik miras Neanderthallerden daha sınırlı olsa da modern insanlara Dünyadaki farklı koşullara adaptasyon konusunda önemli yetenekler kazandırmış olabileceği düşünülüyor.

Günümüzde Papua Yeni Gine’nin yayla ve ovalarında yaşayan nüfusunun DNAlarının ortalama yüzde 3-4’ü Denisovanlardan gelmektedir. Bilim insanlarına göre bu genetik miras, ada halkına oksijenin daha az olduğu yüksek irtifalardaki yerleşim alanlarına daha iyi adapte olma yeteneği kazandırdı.

Denisovalılar, Avrasya'nın doğusunda yüz binlerce yıl yaşamış insansılardır.  Afrika'dan ayrıldıktan sonra Homo sapiens, Denisovalılar da dahil olmak üzere diğer insan türleriyle çiftleşerek Avrasya iklimlerine adaptasyon konusunda faydalı genetik mutasyonlar elde etmişlerdir. Günümüzde deniz seviyesinden 4000 metre yükseklikte yaşayan çoğu modern Tibet insanında bulunan EPAS1 geni Denisovanlardan gelmektedir.

Bugüne kadar yüzde 100 Denisovan genine sahip çok az sayıda kalıntı bulundu. O nedenle bu türün neye benzediği konusunda çok az bilgiye sahibiniz. Bu nedenle bilim insanları modern insanlardaki Denisovan DNAlarının peşine düştü. Bu konuda bir araştırma yapmak için en uygun bölge de hiç şüphesiz ki Papua Yeni Gine’ydi.

Dağlık bölgede Denisovan izleri

Estonya'daki Tartu Üniversitesi'nden Danat Yermakovich ve meslektaşları, iki Papua Yeni Gine popülasyonundan deniz seviyesinden 100 metre yükseklikteki ovalardan gelenler ve deniz seviyesinden yaklaşık 2500 metre yükseklikteki dağlık bölgelerden gelenlerden aldıkları DNAları karşılaştırdı. Araştırmacılar, her bir popülasyonun Denisovalılardan miras aldığı genetik materyalin haritalarına bakarak, kendi ortamlarına uyum sağlamalarına yardımcı olabilecek belirli mutasyonlara sahip olup olmadıklarını değerlendirdi.

Ekip NEUROD2 ve PAX5 adlı genlerin varyantlarının sadece dağlık bölgede yaşayan nüfusta bulunduğunu tespit ederek bunların insanların yüksek irtifada daha düşük oksijen mevcudiyetine uyum sağlamalarına yardımcı olabileceği düşüncesini ortaya attı. Tibet’te bulunan EPAS1 geninin Papua Yeni Gine’de bulunmaması da araştırmanın ilginç sonuçlarından biri olarak ortaya çıktı.

Araştırmacılar ayrıca ovada yaşayanların, bağışıklık sistemi için önemli proteinleri kodlayan GBP1, GBP2, GBP4 ve GBP7 genleri için çok daha yüksek Denisovan varyant frekanslarına sahip olduğunu buldu. Bu genlerin de sıtmaya karşı bağışıklık sistemini harekete geçirdiği düşünülüyor.

 

* * *

Menga dolmeni

Neolitik mühendisler!

Bilim insanları Güney İspanya'da MÖ 3600 ila 3800 yıllarına tarihlenen bir anıtın, jeoloji ve fizik bilgisiyle inşa edildiğini düşünüyor.

Menga dolmeni MÖ 3600 ila 3800 yılları arasına 32 büyük taştan inşa edilmiş bir yapı. Bu yapıyı oluşturan sütunların en ağırının ağırlığı 130 tonu aşıyor. Bu İngiltere'deki Stonehenge'de taşların ağırlığından üç kat daha fazla.

İspanya'daki Sevilla Üniversitesi'nden Leonardo García Sanjuán ve meslektaşları, Menga'yı inşa edenlerin hangi bilgilere ihtiyaç duymuş olabileceklerini ortaya çıkarmak için taşların detaylı jeolojik ve arkeolojik analizlerini gerçekleştirdiler.

İlk kemer tekniği

Ekip araştırmasında anıtı oluşturan kayaların nispeten kırılgan bir kumtaşı türünden olduğunu gördü. Ancak bu anıtı inşa edenler, sütunları şekillendirerek onu kırılmalara karşı çok daha sağlam hale getirdi.

Araştırmacılar ayrıca, çatının bir parçasını oluşturmak üzere yatay olarak yerleştirilen 130 tonluk taşın, yüzeyi merkezde yükselecek ve kenarlara doğru alçalacak şekilde şekillendirildiğini tespit etti. Bu durum tarihteki en eski kemer inşa etme tekniğinin keşfi anlamına geliyor.

García Sanjuán, “Jeolojiyi ve kullandıkları kayaların özelliklerini biliyorlardı. Tüm bunları bir araya getirdiğinizde - mühendislik, fizik, jeoloji, geometri, astronomi - bilim diyebileceğimiz bir şey ortaya çıkıyor” diyor.

İngiltere'deki Exeter Üniversitesi'nden Susan Greaney ise Menga’daki gelişmişlik düzeyinin şaşırtıcı olduğunu ifade ederek söz konusu yapının mimaride ağırlık dağılımının hesaplandığı ilk örnek olduğunu kaydediyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.