Depresyondan çıkışın yolları

Dosya Haberleri —

Engin Sustam

Engin Sustam

Cetobac-EHESS ve Citeres-Tours Üniversitesi’nden Akademisyen Engin Sustam, seçimin yarattığı atmosfer, çıkartılması gereken dersleri gazetemize değerlendirdi:

  • Sol veya HDP veya hatta hala CHP ‘umut’ aşılasa bile, direnişin her mikro alanda yayılarak devam edeceğini görsek bile, bu depresyonu yaratan otoriter, muhafazakâr ve neoliberal sistemdeki ‘Erdoğan yorgunluğu’ yerinde duruyor ve sistemdeki baskılamayla toplumsal depresyon daha da artarak sola da şu an sirayet ediyor.
  • HDP 2015'den beri ısrarla üzerinde durduğu halde HDP’den vazgeçen bir seçmen kitlesini daha iyi bir demokratik siyaset alanıyla geri almalı. Ankara’da kurulan dille açıkçası Diyarbakır’ın dili aynı değil. Ondan belki de kaybedilen alanlara Kürt siyaseti yeniden sızmanın yollarına bakmak zorunda.
  • Gelecek yerel seçimleri düşünmek önemli olmakla birlikte, kayyum siyaseti karşısında her alanda her mahallede yerelde yeniden başlamak, insanlarla diyaloğu umudu yeniden kurmak, dayanışmayı güçlü kılmak, önümüzü açabilir, herkesin birazda olsun neo-faşist dönemde nefes almasını sağlayabilir.

MAHİR FIRAT FİDAN

Türkiye siyasi tarihinin en kritik seçimlerinden biri olan 14 ve 28 Mayıs seçimi ardından tartışmalar devam ediyor. Türkiye’de yükselen aşırı sağ ile Batı’da ya da dünyada yükselen aşırı sağ ve neoliberal otoriter sistemler arasında müthiş bir yakınlık, beraberlik ve ilişkisellik olduğunu belirten Cetobac-EHESS ve Citeres-Tours Üniversitesi’nden Akademisyen Engin Sustam, son 10 yıldır sadece Kürtlerin değil tüm dünyada solun bir depresyon içinde olduğunu vurguluyor. “Bu depresyonu yaratan otoriter, muhafazakâr ve neoliberal sistemdeki ‘Erdoğan yorgunluğu’ yerinde duruyor ve sistemdeki baskılamayla toplumsal depresyon daha da artarak sola da şu an sirayet ediyor” diyen Sustam, “Daha öncesinde Deniz Poyraz katliamında veya en güncelinde seçim sonrası ‘Selo’ya idam’ diyen bir güruhun sloganlarında olduğu gibi bu toplumsal nefret kırılmadan, veya yeniden belirli politik direniş fay hatları oluşturulmadan sanırım bu depresyon halinden çıkış yok gibi” diye ekliyor.

“Oyunu bozacak, alt sınıflarla temas kurabilecek, altyapısı örgütlü olan Kürtlerden başka hala bir sol güç yok” ifadesini kullanan Sustam, önümüzdeki dönemin sert geçeceği uyarısında bulanarak sokağı adres gösteriyor. Seçimin yarattığı atmosfer, çıkartılması gereken dersler, Kürtleri neler bekliyor ve çıkış yolları nedir sorularına akademisyen Engin Sustam ile birlikte yanıt aradık.

Yakında zamanda katıldığınız bir programda 14 Mayıs ve 28 Mayıs’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kürt siyasetinin yaşadığı “depresyon”dan bahsettiniz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz? Kürt siyasetinin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında bahsettiğim bu depresyon sadece Kürt siyasetine veya HDP’ye yönelik değildi. Bu dünyada solun son on yıldır dünyasalmış kapitalizme alternatif sunamamasıyla ya da yeni ayaklanma biçimlerine cevap olamamasıyla da pek alakalı olup, Türkiye’de Gezi sonrası oluşan, Kurdistan’da ise özerklik direnişleri sonrası başlayan otoriter sistemden ve demokratik sokak muhalefetinin 2013 itibariyle düzenli denetim ve baskılanmasından kaynaklı da oluşan genel politik durumu işaret ediyor. Fakat belki de en önemli sosyolojik olarak toplumsal hareketlerin polis ve militarist şiddetle tamamen gerilediği Türkiye gibi alanlarda, depresyon soldaki aktörlerin, militanların, aktivistlerin ızdırabıyla da pek alakalı duruyor ve bu ızdırap tam da bizleri aşırı şekilde umutsuz, mutsuz, kendi gündelik uğraşlarımızdan zevk alamama gibi en insani mesellerde bile işgal edebiliyor. Keza hatırlayın, Kılıçdaroğlu’nun bütün aşırı sağ çıkışlarına, CHP’nin aşırı ‘umut’ aşılayan pohpohlamasından kaynaklı seçimler nasıl bir umut aşılamıştı herkese. Sanki Erdoğan’ın gidisi bir ‘devrim’ niteliğinde okunmaktaydı önemli bir kesim tarafından, yani mesele demokratik ülke değil, sadece Erdoğan’ın yarattığı ‘yorgunluktan’ metal yorgunluğu gibi yarattığı, şiddet, nefret, ayrımcı siyaset dilinin yorgunluğundan kurtulmak içinde. Ve secim kaybedilince, ya da beklenilen oyların örneğin HDP açısından Kürt alanında hangi sebeple olursa olsun (ki birçok kişi buna dair iyi analizler sundu tekrarlamaya gerek yok sanırım) elde edilememesinden kaynaklı, umut bağlayan kuşaklarda, dinamiklerde, ama özellikle şiddete birebir maruz kalan kadınlarda, LGBTQI+’larda sürekli yurtdışına çıkmaya çalışan gençlerde ve Kürtlerde, Alevilerde, diğer gayrimüslim toplumlarda bir kırılma, hayal kırıklığı yaratmadı mı sizce? Depresyon da tam burada başlıyor olabilir, sol veya HDP veya hatta hala CHP ‘umut’ aşılasa bile, direnisin her mikro alanda yayılarak devam edeceğini görsek bile, bu depresyonu yaratan otoriter, muhafazakâr ve neoliberal sistemdeki ‘Erdoğan yorgunluğu’ yerinde duruyor ve sistemdeki baskılamayla toplumsal depresyon daha da artarak sola da şu an sirayet ediyor. Bu şey sanırım, bütün direniş katmanlarına rağmen, Avrupa’da yükselen neo-faşist hareketi ya da daha ılımlı dille ‘aşırı sağın’ yarattığı havayla da aynı anda okumakta fayda var. Türkiye’de yükselen aşırı sağla ile Batı’da ya da dünyada yükselen aşırı sağ ve neoliberal otoriter sistemler arasında müthiş bir yakınlik, beraberlik ve ilişkisellik var. Artan işsizlik, prekarite, şiddet sarmalı, ekolojik tahribat, nefret, göçmen karşıtlığı veya ırkçılık öyle bir pesimist hava yarattı ki seçimlere de yansıyan yasal zemindeki sol dinamiklerde kuşaklar arası bir depresyonun oluşmasına katkı sunuyor.

Peki bu “Depresyon” siyasetinin Kurdistan’daki yansımalarına değinebilir misiniz? Ayrıca bu “depresyon” siyaseti nasıl aşılacak?

Aslında daha öncesinde Eric Fassin vb. sosyologlar ve sol üzerine çalışan siyaset bilimciler, küresel kapitalizm çağında solun içine girdiği bu depresif havadan bahsetmekteydi. Benim bahsettiğim şeyde aşağı yukarı buna yakın ama kendi yerel dinamikleri kodlarını da barındıran bir durum. Birincisi Kürt siyasetinde son 7 yıldır nerdeyse katmanlı şekilde oluşan depresyonun kendi kendine olmadığı pek aşikâr. Ama onu bürokratik siyasete bağımlı hale getiren tam da bu depresyon hali, sokaktan kopuk siyasetle veya devletin bu sürekli baskı ve şiddetiyle alakalı olarak gelişen savunma hali de belki buna katkı sunuyor olabilir. Irkçılığın ve nefret söyleminin ve yeni faşist kodlamaların bugün Türkiye’de en toplumsal alanlarla ve kamusal alanda cevap bulduğu, toplumun daha da keskin şekilde sert bir rejim etrafında muhafazakârlaştığı, muhafazakârlığın bir referans haline geldiği, yeni kuşakların kendilerine ne HDP içinde ne de genel anlamda sol içinde cevap bulamadıklarını görebildiğimiz bu zamanda, mesele pesimizm aşılamak değil, tam da bu zamanda bu depresyonun bizde yarattığı tahribata bakmakta fayda var. Keza bu şey savaş, kırım, çatışma, ölümlerle 1990’lardan beri zaten Kürt alanında bir siyasal post-travma hali olarak görülebilir.

Aşağı yukarı devletin uyguladığı şiddet sarmalıyla, ya da sürekli çatışma ve baskı aygıtlarının etkisiyle oluşan ve Kürt siyasetini kendi alanlarında sadece ‘savunmada’ bırakan, muhalefeti depresif ruh haline yerleştiren bir iktidar aparatlarının psiko-sosyal etkileri gibi. Cezaevlerinde hasta tutsakların ama genel anlamıyla tutsakların durumu, Covid sonrası oluşan toplumda paranoya ve hastalıklı hal, psikolojik ‘kopuşların’, kırılganlıkların bir gündelik yaşama biçimi olması, güçlüklerin üzerinden gelememe hali, çıkmaz sokaklardaymış gibi siyaset dilinin kurulması, hep daha derine inen depresif tavır sadece Erdogan üzerinden kurduğu muhalefet diliyle, kendi etrafında sanki dönüyormuş gibi bir çıkmazlık durumu sağlıyor. Slogansı politik dil, sürekli umut aşılayan ama aslında muhalefeti sadece seçime endeksli hale getiren belki de aşağıdan siyaseti kuramayan bir dönemi yaşıyoruz.

Oysa toplumun büyük kesimi açısından zaruri şeyler var, gündelik hayatin ihtiyaçları (her gün daha da artan işsizliğe ve açlığa karşı duruş, zam, adaletsizlik, emek sömürüsü, diğer toplum dinamiklere yönelik tehditler, vs.) gençlerin geleceğe dair umutsuzlukları, vs. iste bu sorunların etrafında kurulamayan dilde biz hiyerarşik bir yaklaşım iyi gözlemliyoruz. 2015 sonrası Kürt coğrafyasında daha ciddi boyutlarda tırmanan bir adaletsizlik, çocuklara yönelik şiddet tırmandı, cinsel istismar, tecavüz vakaları her gün daha da artıyor. Kayyum sadece belediyelere el koymadı, Kürt coğrafyasının gündelik hayatına da müdahale etti ve orada aşırı güvensiz ortamda yetişen çocukları, kadınları, vs. özellikle hedef aldı. Her gün Batı’daki otoriter baskıdan daha yoğun şekilde bir şiddet mekanizmasına, bir travmatik toplumsal olaya şahit oluyoruz. İşte seçimde kaybedilen ama HDP’nin tabanı olan dinamikler bir şekilde sadece seçime endeksli olmayan bu toplumsal olaylar etrafında kendini kuruyor. Ondan bir halkı ‘kurtarmayı’ işaret etmek yerine, oysa asil meselenin bir halkı ‘kurtarmak’, veya ona öncüler yaratmak olmadığı, ya da Ankara’ya temsilciler de göndermek olmadığını, yeniden sokağa bakılması ve gelmekte olan bir rejimin aparatlarına göre yeniden konumlanmak gerekiyor. Bakın su soruyu hepimizin sorması gerekiyor, oyların çalınması vs. her şey bir yana, nasıl oluyor da bir ‘kitle’, çoğunluk faşizmi arzuluyor ve Erdoğan otoriter rejiminin devam etmesini her şeye rağmen ısrarla, rızayla onun otoriter rejimini onaylıyor. Bu toplum birden ortaya çıkıp muhafazakar olmadı elbette. İşte bana göre 1990’lardan farklı olarak, Kurdistan’da HÜDA-PAR’ın kendini birazda temize çekme ve aklama siyaseti olacak, seçilmesinden sonraki eylemlerini iyi izlemekte fayda var.

Bir çatışma siyasetinden daha çok, alanı örgütlemekten siyasal bilinci alt meclislere kadar yaymaktan bahsediyorum. Depresyon döneminde açıkçası meclis siyaseti ya da secim siyaseti değil ama sokağı yeniden ele geçirecek bir siyaset kurulmalı, ya da siyasetten bu kadar nefret edilen bir zamanda ısrarla, siyaseti ele geçirmek gerek. Meclis’e girmesinden sonra bile daha önce Hamit Bozarslan söylemişti yeniden silahlanma ve radikalleşme eğilimi, böyle bir risk var HÜDA-PAR açısından. Ama bana göre bundan daha çok HÜDA-PAR, HDP’nin yerine aday demeliyim.

Yani Soylu’nun söylediği, 1990’larda silahla denenen ama bugün muhafazakârlaşan bir Kürtlüğün yaratılmasına yönelik devletin eliyle HÜDA-PAR’a yeşil bir kart verilmesi söz konusu. HDP’nin bunları çok iyi okuması gerek, alana dönmesi, diğer Kürt dinamikleriyle alanı yeniden organize etmesi lazım. Alanı zaten iyi bilen güçlü tecrübe, manevra, taktik yeteneği olan Kürt siyasetinden bahsediyoruz ve bu alanda farklı kesimlerden herkesin dinlenmesi önemli duruyor. Bence artık Türkiyelileşmek, vs. gibi sığ tartışmaları bir kenara koyup, reel siyaset, ihtiyaçların üzerine yerleşen siyaset yapmak gerek. (Hasankeyf barajı için mesela ne yapıldı?) HDP sivil siyaset olarak belki de Kurdistan’da yeni kuşakları da kucaklayacak başka bir dil kurmalı, Türkiye’de demokratik siyasetin önünü açması için elbette ortaklıklar kurmalı ama bu durum tam da TİP meselesinde olduğu gibi olmamalı, yani eğer gerçekten bir kısım şovenist Türk solu grupları veya aktörleri, Kürtlerden rahatsız oluyorsa kopmasını bilmekte de fayda var, keza radikal bir siyasetin yaratılması için ittifak olma zorunluluğu yok. Ama müşterek yan yana durma gibi bir sol ortaklık elbette Kürt ve Türk solu arasında kurulmalı, bu Kürtlere statü, Demokratik Türkiye üzerinden neden olmasın, bu zaten söylenen bir durum değil mi? Ya da başka bir soru, eğer sistemin yolsuzluk, çürüme, rüşvetçilik, şiddet, mafya vs. sarmalını bildiğimiz halde, neden sokağın önü kesiliyor, daha doğrusu CHP örneğinde olduğu gibi Gezi direnişinden beri CHP’nin sokağı inişi engelleyen bir bürokratik siyaset izlediğini biliyoruz, halkın öfkesini sağaltmak dediğimiz bu şey, aslında insanları sisteme bağımlı hale sokuyor gibi. Bu da bir nevi AKP’nin borçlandırma ekonomisini tersten uygulamak diyebiliriz, AKP kendine bağımlı kitleler yaratarak rıza üzerinden şiddet ve baskı uyguluyor, muhalefette sokağa inen kitlelerin öfkesini serinleştirmeye çalışıyor. Sivil, demokratik siyaset mecliste değil sokakta dürülür.

Ondan HDP’nin yeni bir AKP ve iktidar okuması yapması, sokağa inmek isteyen muhalefeti güçlü kılacak bir eylemselliğe yönelmesi gerek. Elbette bunda iktidarın son on yılda yarattığı baskı, korku aparatlarını unutmadan konuşuyorum. Yani bu seçimde en çok umut edenlerin hapishanede rehin olanlar olduğunu unutmayalım ya da adalet bekleyen binlerce insan. Kudistan’da HDP/YSP üzerinden Kürtler yine de iyi cevap verdi demeliyiz, durum pekte umutsuz değil. Benim tahminim mesele daha çok seçim döneminde izlenen siyasetle alakalı gibime geliyor. Ben elbette militan değilim, örgütleyici hiç değilim burada reçete de sunmuyorum, bir sosyo-politik tespit yapmaya çalışıyorum. Brezilya’da Bolsonaro faşizmi ‘darbe’ hazırlığında olmasına, iktidarda kalmak için felaket senaryoları hazırlamasına rağmen, Lula’nın sokağı elde etmesiyle ve ‘ittifak’ değil ama belirli farklı dinamiklerle ortaklaşmasıyla seçim ‘kazanıldı’ sonuçta. İşte bundan diyorum bütün umut aşılayan söylemlere rağmen karanlık ruh hali militanlığın ve aktivizmin içine yerlermiş durumda, bundan kurtulmakta fayda var.

Bu şey siyaseti zincirli şekilde bloke ederken, su çok açık ki yine de umut, her şeyin daha iyiye gidebileceği ya da en azından daha kötüye gitmeyeceği fikriyle pratikte buluştuğunda, aynı zamanda depresyonu ezen şey olabiliyor. Kabul ederseniz ki muhalefet dinamikleri tam da depresyonda hipo-aktivasyon haline girerler. Gerçekten politik olarak istediğimiz geleceği düşünsek bile, tüm muhafazakarların, şiddetin, baskı rejimlerinin, kapitalistlerin en acımasız ve dolaşımsal koşulları yaratması altındaki insanların-hepimizin yaşadığı depresif ruh hali, elbette sol muhalefete veya birebir Kürt siyasetine de yansıyor. Ya da muhalefetin ürettiği dil ya da pratikteki cevapsızlıklar, mikro konuşmak ama sürekli makro alanlarda siyaset yapmak mesela, depresyona girdiğimizi ve hareketsiz kaldığımızı tespit etmemizi sağlıyor. Sonuç olarak, bu depresyon sorununa yönelik herhangi bir ‘tedavi’ yok, bu şey karşılıklı konuşama hali (halk ve seçilenler), diyalogun kesilmesiyle alakalı olarak kolektif dayanışma, samimi politik dil, sloganvari durumdan çıkışla birlikte tersine siyasetin yeniden ele geçirilmesiyle pek mümkün olabilir. Politik bir biçim almalıdır bu çıkış hali, yani sorunları bireyselleştirmek yerine, depresyonun yarattığı havayı dağıtmak, en mikro alanlarda cevaplar aramak, meselelerimizi kolektif şekilde sorunsallaştırmaya başlamak zorundayız. Birbirimize her alanda destek olmak, kimseyi yalnız bırakmamak zorundayız.

HDP ve YSP seçimlerde beklentilerin altında kaldı ve bu konuda eleştirilere maruz kaldı. Sizce nerelerde eksikler yapıldı?

Yukarıda da açımlamaya çalıştım, karşınızda bütün mekanizmasıyla size saldıran, sizi alandan silmeye yeminli bir nefret cephesi var. Siz buna rağmen siyaset yürütebiliyorsanız diyebilirim ki seçimde her şeye rağmen HDP/YSP ortaklığı ve özelde ‘radikal demokrasi’ mücadelesi yapanların iyi direndiklerini söylemekte fayda var. İnanılmaz bir şiddet rejimi, nefret yaratan toplumsallık ve politik saldırı altında olağanüstü bir seçime gidildi, göçmenler 6’lı Masa kampında düpedüz hedefe konuldu, hatta bu konuda ne yazık ki Cumhur İttifakı daha sağduyulu siyaset yaparken diğer taraf bildiğimiz zenofobik bir dille ilerledi, aşırı sağa yatırım yaptı. Simdi HDP açısından hiçte kolay olmadı açıkçası böyle bir kampın desteklenmesi. Birazda bunun kitlelerde yarattığı kırgınlıklar var, sürekli bağrımıza taş basmak üzerine kurlu seçim siyaseti Kürtleri biraz yordu da. Diğer yandan açıkçası bu secim bir istisnai olarak OHAL gibiydi, Kürt coğrafyasında seçim sandıklarını polis ve asker ‘silahıyla korudu’, yani OHAL seçimde uygulandı sanki. Ve bu OHAL sadece bir rejim aygıtı olarak değil, bir sivil örgütlenme aracı olarak kuruldu ve ne yazık ki toplum inanılmaz kamplara bölünerek, farklı tehlikeli paramiliter ilişkiler yan yana gelerek, tuhaf ittifakların oluştuğu seçim OHAL haliydi bu. Kuruluşu itibariyle bütün hayatını seküler demokratik Kürt siyasetini Kürt alanında yok etmek üzerine kuran HÜDA-PAR’ın Meclis'e girmesini ise AKP’nin oynadığı manevralardan biridir.

Tam da 1990'ların OHAL’inin yaşandığı dönemde Hizbullah neydiyse, bugün aşırı sağ hareketlerin, muhafazakar şiddet gruplarının meclise girmesiyle bu durumun taçlandığını söyleyebiliriz gibime geliyor. Burada Alevi fobiklik, Kürt nefreti, ama LGBTQI nefreti, göçmen nefreti ve diğer birçok sebeple bir savaşa gider gibi, ölüm kalım savaşına gider gibi, kutsal aileyi, vatanı kurtarır gibi nevrotik bir seçim dönemi geçirildi ve açıkçası bu yeni OHAL hali devam ediyor. Bana göre göre iste tam bu havada HDP/YSP’nin oy kaybetme stratejilerinin eksikliklerini de göz önüne alarak, bunu sadece Kürt siyasetine bağlamadan yukardaki durumları unutmadan analiz yapmakta fayda var. Ama diğer yandan HDP için son 7 senedir süren dönemlerde belirli kırılganlıkları, isle işleyişsizlikleri göz önüne alırsak, bu dönemde belirli küskünlükler, umutsuzlukların, kırılganlıkların oluştuğu açık ve yerel alandaki seçime yönelik siyasette de bir sorun olduğu aşikâr. Ki yukarıda değinmiştim: birçok kişi buna dair önemli anketler yaptı ya da analizler sundu, bir çoğu doğru bir çoğu acımasız olmakla birlikte, bunun çok siyaset sosyolojisinin alanı olarak önemli olan bir şey vardı, HDP’nin izlediği ‘yanlış’ seçim stratejisi (Cumhurbaşkanı adayı çıkarmamak mesela), ittifak siyaseti (TİP ve diğer meseleler gibi) ve Kürtlere iyi seslenilememesinden kaynaklı belki başka sorunlarda var (HDP, YSP geçişleri vs.) ve hatta değişmeyen belirli siyaset dilinden kaynaklı bir çıkmaz durumu da şu an karşımızda duruyor. Yine mesela Zafer Partisi gibi neo-faşist bir partinin protokol kurmasına rağmen HDP’nin gücüne rağmen bunu yapamaması (ki İstanbul belediye seçimlerinde nasıl etkili olmuştu, Kürt diasporasını harekete geçirebilmişti), ya da TİP meselesinde Erkan Baş’ın ‘Kürtlere ne kadar uzak durursak o kadar oy alırız’ diyen popülist diline, yaklaşımına (veya Ahmet Şık’ın ‘Kürt faşistleri’ gibi sığ kavramına cevap verilmemesi) zamanında cevap verilememesi seçmenlerinde belirli politik kırılmalar yaratmış olabilir.

Sizce Kürt siyaseti nasıl yapılanmalı ve önümüzdeki dönemde nasıl bir yol izlemeli?

Açıkçası bir reçete verebilecek durumda değilim, bir sosyal bilimci olarak ancak analizler sunabilirim. Yukarda belirttiğim gibi ilkin sanırım depresyon halinden çıkmanın yollarına bakmakta, yeni bir siyaset taktiği kurmakta fayda var. HDP’nin kurulma amacı olan radikal demokrasi fikrini öldüğünü söylemek zor, sadece başkalaşması yeni bir yüze kavuşması gerek. Bu, bu konunun farklı bir şekilde formüle edilmesi ve politize edilmesi gerektiği anlamına gelir. Demokrasi, kadın özgürleşmesi, ekoloji gerçekten de Kurdistan solunda ama HDP’de özellikle önemli bir paradigma haline geldi, Yeşil Sol ile yapılan diyalogda bu anlamıyla doğru bir tespitti, lakin siyasetin teorik dilinden öteye bazen varmayan mesela barajlar karşısında ya da çarpık kentleşme ve rant karşısında ekolojik anlatıyı bir türlü Kürt alanında kendine mal edemedi. Bu özellikle şiddetin hedefi haline getirilen neredeyse kutsal ailenin düşmanı gibi ilan edilen, cadılar avı dönemi gibi LGBTQI+’lerle daha istikrarlı, ısrarlı, hassas bir dayanışmanın kurulamamasında da görülüyor. Ancak bu söylemin toplumda kabul görme sorununu asmakta artık fayda var. Ancak bunlar temel ayrımlar değildir. HDP’nin 2015'den beri ısrarla durduğu halde HDP’den vazgeçen bir seçmen kitlesini daha iyi bir demokratik siyaset alanıyla geri almalı gibime geliyor. Ankara’da kurulan dille açıkçası Diyarbakır’ın dili aynı değil, ama Diyarbakır’da kurulan dille Dersim’in dili de aynı değil her zaman. Ondan belki de kaybedilen alanlara Kürt siyaseti yeniden sızmanın yollarına bakmak zorunda. Bu şey demokratik alanı yeniden zapt etmekle alakalı ve bu konuda ısrarlı olunmalı. Unutmayalım ki korkunç dönemlerde yeniden siyaset yaratabilen bir kapasiteye, tecrübeye sahip bir gelenek var karşımızda. 

Diğer yandan Kurdistan’da ki yeni kuşakların diliyle sanırım şu anki siyaset dili pek yan yana gelemiyor. Ayrıca belirlemekte fayda var, ‘yanlış’ aday seçimleri de bu kuşaklara, özellikle sandığa gitmeyen seçmenlerde kırılganlıklar yaratmış olabilir, buna da anketlerde gördük ki dikkat etmekte, Kürtlerin ruhuna seslenmekte fayda var. Yeni kuşak seçmenler, ne AKP ne de CHP’yi onaylamayan ‘umutsuz’ çıkmazda olan, inanılmaz preker, baskı altında ve hatta 1990’lardan farklı olarak daha umutsuz şekilde kendilerine cevaplar arıyorlar. Bu cevapları aralayacak bir yer oluşmalı, yani gençliğe devredilecek bir siyaset oluşmak zorunda artık. Keza legal siyasetin en büyük açmazlarından biri, ülkedeki haleti ruhiyeden kaynaklı her zaman ‘anında’ siyaset üretememe halidir. Ama elbette daha da önemli bir şey var, HDP muhalefet yapmıyor diyemeyiz, HDP sürekli savunma halinde bir siyaset yapıyor sadece ve bundan bir türlü çıkamıyor. Aslında bu durum CHP’ninde kendisinde uzun süredir var olan bir durumdu ki etrafını aşırı sağ sarmış olsa bile bu secimde savunma halinden son bir ayda çıkabilen bir Kılıçdaroğlu görmüştük. Bu şey sosyolojik bir durum, yani bürokratik / hiyerarşik bir mekanizmanın yarattığı ruh hali olabiliyor. Ama yine klişe olacak ama artarak devam eden devletin, ama özellikle Erdoğan merkezli otoriter siyasetin HDP’ye aman açtırmadığını, Kürt siyasetinin önemli aktörlerini, aktivistlerini ya sürgüne yolladığını ya da rehin tuttuğunu unutmadan konuşmakta fayda var. Keza otoriter iktidar ve toplumsallık sizi öyle ya da böyle sokakta sürekli popülist nefret söylemleriyle hedef haline getiriyor, siyaset yaptırmıyor, savunma da bırakabiliyor.

Daha öncesinde Deniz Poyraz katliamında veya en güncelinde seçim sonrası ‘Selo’ya idam’ diyen bir güruhun sloganlarında olduğu gibi bu toplumsal nefret kırılmadan veya yeniden belirli politik direniş fay hatları oluşturulmadan sanırım bu depresyon halinden çıkış yok gibi. Şu an siyaset öyle hale gelmiş ki, Twitter yani sosyal medya üzerinden siyasal kamusal alan oluşmuş durumda ve herkes orada muhalefet ediyor, tehdit ediyor veya siyaseten ‘ayar’ veriyor. Oysa bunun da yarattığı depresif halleri unutmadan (ama diğer yandan sosyal medyayı küçümsemeden) elbette etkilerini de unutmadan, ‘fiziki’ olarak söyleyelim ki muhalefetin asıl alanı sahih dayanışmadır, sokağın kendisidir. Ama elbette sunu yine de 2015’den beri unutmamakta fayda var, seçimler Kürt politikalarını etkiliyor ama tek alternatif değil. Nefes almanın yollarına baktığımızda sonunda kişisel bir deneyimden çok ve sosyal ve politik kolektif deneyimlerin, siyasetin yeniden ele geçirilmesinin tam da Kürt siyasetinin içinde olduğu depresyon karşısında bir meditasyon gibi olabileceğini bilmeliyiz. Depresyon tam da otoriter rejim gerçekliği içinde, kriz halinde olan bir muhalefet içinde yeniden doğacak tutarlı bir alternatifinde oluşmaya başladığını gösteriyor, en depresif dönemler cevaplarla dolu yeni direniş hatlarını kurabiliyor.

Erdoğan’ın yeni kabinesini nasıl değerlendiriyorsunuz, bu siyaseti nasıl etkileyecek? Önümüzdeki 5 yıllık iktidarında Kürtleri neler bekliyor?

Açık konuşmak gerekirse bu kabine sanki yeni bir Erdoğan siyaseti için kurulmuş gibi, bu şey ise açıkçası savaş kabinesine benzer bir denklikte dersek yanılmış olmayız. 2015’den beri izlenen Kürtlere yönelik baskı ve düşük randımanlı savaş, işgal siyaseti devam edecekmiş gibi görünüyor. Devletin sahası içine giren egemenliklerin farklı eğilimleri olsa bile olsa da şu an Güney Kurdistan’da yürütülen savaş biçimi küresel alanda seyreden siyasal krizle çok alakalı olmakla birlikte, bu kabinenin ilerleyen zamanlarda daha sert siyaset izleme kabiliyetini göz önüne alırsak yerel alanların ve toplumun kontrolü üzerine kurulu bir hakimiyet ağının genişletileceği pek bariz. Burada Erdoğan belki, içeride belirli açmazları rahatlatacak, yani mesela cezaevinde olan bazı isimlerin salıverilmesi, daha keskin konuşmak yerine ‘kucaklayıcı eski liberal dilin’ kullanılması gibi, ama bunu yapmak istemesinin tek nedeni ise içerdeki siyaseti sakinleştirme, denetimi arttırma ve dışarıda olacak müdahalelere hazırlıklı olmak için. Mesela Rojava’ya müdahale sürpriz şekilde eğer Ortadoğu karışırsa açıkçası AKP ve MHP koalisyonu açısından ilk işgal ajandası olabilir.

Kürt sorunu uzun bir süre Cumhuriyetin tam da yüzüncü yılında yeniden Cumhuriyetin ilk döneminde bastırılan ayaklanma dönemi sonrası haline dönecek gibi. Ama elbette koşullar çok farklı artık, ulus-aşırı olan bir Kürt sorunu, ulus-aşırı alanda devletler üstü mobilitesi, kapasitesi olan bir Kürt siyaseti, ya da Kürt siyasetleri var artık. Burada son diplomatik krizler, AB ile sorunlar, içeride artan baskıyı da eklersek AKP’nin de işi pek kolay değil. Ondan tahmini olarak HÜDA-PAR, Kürt kökenli bakanlar, aktörlerin öne çıkarılmak istenmesinin sebebi birazda bununla alakalı, sadece kendi Kürt’ünü yaratma meselesi değil bu zaten 2002 AKP’sinden beri var olan bir siyaset, şu an denetim mekanizması kurulmaya çalışılıyor. Muhafazakârlık burada en etkin toplumsal silah olarak devreye sokulacak, demokratik-seküler Kürt siyaseti karşısında ‘vatanperver’, muhafazakar Kürtlerle yol alınacak gibi. Açıkçası daha katmanlı bir şiddetten daha çok ki zaten bu yapıldı, daha katmanlı denetim ve baskı uygulanacak gibime geliyor. Her alanda örgütlü bir Cumhur İttifakı veya savaş ittifakıyla veya aşırı sağ ittifakla karşı karşıya kalacağız. Bunu gündelik hayatta daha güçlü şekilde hissedeceğiz gibime geliyor ve bu durum Türkiye’nin uzun zamanını kapsayacak gibi görünüyor.

Bu ikili durum: muhafazakârlık üzerinden denetim ve otoriter baskı, Türkiye, Ortadoğu alanı ve Kurdistan’da, şiddet hafızası etrafında örülü despotik hiddet makinasının kendini devlet içinde ve toplumda ırkçı bir aygıtlanma ile tanımlamasını sağlayabilir. Ama diğer yandan devletin bütün organları içinde hegemonyanın şiddet ve savaş üzerinden örgütlenmiş kurumsal tasarımı (ki bu bir yandan totaliter yapısı itibariyle faşizmi bedenleştiriyor) toplumun rızasıyla ilerliyor. Son seçim toplumdan alınan rızaya göndermeydi. Balkon konuşması tam da bu rızaya göre oluştu. Diğer yandan açıkçası devletin diplomasi, baskılama, tehdit üzerine kurulu belirli ağlarının apaçıklaşmasıyla toplumsal tabanda dipten artık ilerlemeyen apaçık bir faşizmle karşı karşıya kalabiliriz. Psikanaliz Wilhelm Reich Faşizmin Kitle Psikolojisi kitabında faşizm üzerine tahlillerinde, gücü elinde barındıran siyasal yapıyı gösteren faşizmin dipten gelen bir arzunun örgütlenmesi, apaçık iktidarlaşmasında görür ve Nazi Almanyası dönemi örneklerinde olduğu gibi karakter olarak faşizmin o an toplumun sadece içine düştüğü durumu değil ama toplumun arzularının, rızalarının bütününün örgütlendiği yapının kendisi olarak analiz etmekteydi, toplum faşizmi arzular.

Türkiye’de toplum şu an muhafazakârlığı, aşırı milliyetçiliği ve otoriter bir aygıtı arzuluyor. Daha öne bir yazımda demiştim tekrar etmek isterim, hala geçerli olduğunu düşünüyorum: “İmha”, “teşhir” ve “linç” kültürü soykırımı ve katliamı düşünen yeni bir tür Leviathan’ın iktidarlaşmasıyla karşı karşıyayız. Ama bu durum şu an dünyanın içine düştüğü politik aşırı sağ aurayla, ya da ırkçı yükselişle veya otoriter neoliberal rejimlerin tercih edilmesiyle ayni paralelde ilerliyor. Burada hükümet tarafından verilecek olan herhangi bir savaş kararının toplumsallaştırılması için rıza en önemli aşamaydı bana göre, ayrıca korkunun toplumsal tabanda yeniden inşası ise bu dönemde daha çok isleyecek gibi. Ve özelikle yeniden Kürt muhalefetinin bastırılması için şiddetin organlarının yeniden yapılandırılması ama bunu baskı için kullanma veya belki derin devletin yeniden devreye sokulmasıyla bunu kamusal daha çıplak şekilde isleyebilirler. Yani devletin baskı aygıtlarının çıplak hakimiyeti dediğimiz şey denetimin en sert aracı olacak gibi. Zaten daha öncesinde ırkçı ve soykırımcı bir mekanik ağ oluşturulurken toplumun buna ideolojik anlamda, yani rejimin “dava ve amaç”ları üzerinden örgütlediği kitleyi devletin süreklilik mekanizması içinde totaliter olarak yeniden türetmesi söz konusu olabilir, yeni bir toplumsallık, yeni bir biyopolitik mühendislik demek bu.

Aslında kurumsal devlet kodları etrafında ilerlersek, devletin despotik şiddetinin aygıtları daha çok sivil paramiliter dinamiklerle görünür kılınabilir ama diğer yandan bunu elbette sadece Kürtlere yönelik yapmayacaklar belki de, ama özelikle Rojava alanında Kürtlerin konfederal yapılanması ve devrim sonrası bütün dünyada sempati toplayan siyasetinin dilinin önün diplomatik barajlar konulabilir, hatta belki bu dönem ekonomik krizden çıkmanın adresi buraya müdahale olabilir. Dipten evrilen bu baskı dalgasının karakteri daha önce dediğimiz gibi, bir yandan Kürtlere, kadınlara, LGBTQI’lere yönelik çıplak şiddete ve nefret siyasetine ses çıkarmayıp onaylarken, şovenist ve popülist toplumsal muhalefeti de aynı potanın içine damgalarken, yeni aşırı sağcı meclisin ve sokaktaki tezahürü olacak olan faşist kişiliğin en önemli patolojisi yüzyıl sonra yeniden ‘vatan bölünüyor’ paranoyasıyla baskının, merhametsizliğin, sıradan kötülüğün yeniden normalleşmesini sağlayacak olması. Tocqueville ‘Amerika’da demokrasi’ kitabında demokratik toplumların yararı ve zararı üzerine olan yazısında ele aldığı gibi, güçlü seçilmişlerin çoğunluğu aynı zamanda birey ve şahsın sesinin kısılmasını da sağlayan bir durumu ortaya koymaktadır.

Elbette pesimist bir tablo çizmek istemem, ama bu içerde gelişecek muhalefetinde radikalleşmesine katkı sunacak, keza bu secimde yüzde 50 bu ittifak karşıtı bir kesim var, ve yine boykot eden başka sebeplerden oy kullanmayan ciddi bir kesim, dinamik de var karşımızda, ve Erdoğan bunlarında çok farkında. Bu zafer aslında ona rağmen elde edilmiş bir kısmi kazanım ve bu kazanımın son olabilmesi sansıda yüksek. Ve bu 5 yıl aynı şekilde Türkiye’nin önündeki 20 yılını da, kuşaklarının geleceğini de belirleyecek, ondan mücadele alanlarının sokakla yeniden buluşması, Edî Bese ya da Yeter diyenlerin öfkesini, enerjisini kucaklayacak bir siyasetin yeniden kurulması gerek. Bu noktada, sosyal eylemliliğin terimler üzerinden yürüyen gündelik hayatı kapsayan yeni dinamiğini, tekillikleri ve kolektif telaffuzlarını gözlemlerken bunlar arasındaki güç ilişkisini de görmemiz, yeni siyaset dilini buna göre kurmalıyız gibi: Farklılıkların müşterek siyaseti. O halde bugün muhalefet açısından direniş artık devrimin hazırlanması değildir, ama güç ilişkilerinin korelatif çıkığını ortaya çıkarmak ve iktidarın elinden baskı gücünü yoksun bırakmaktır. Bu şey belki de bir oluş halinde olan radikal demokrasi sorunu olarak aynı zamanda, yan yana olan farklılıkların buluşması olarak okunmalıdır.

Erdoğan’ın yeninden kazanması ve değişen dünya siyasetiyle beraber, önümüzdeki dönemlerde Kürt halkı nasıl bir rol üstlenecek?

Kürt halkı açısından yine başka sancılı bir dönem demekte fayda var, Erdogan’ın Kurdistan’da yenilgisinin faturası HÜDA-PAR üzerinden işlenecek gibi. Ama yine de ısrarla diyorum ki bu yüzyıl artık aktör olabilen ve siyaseti kurabilen Kürtlerin açısından onların yüzyılı olacak. Şu çok açık ki 1970’lerdeki Pan-İslamist ve Türkçü dalga kadroların içinden çıkan özellikle MHP’nin olduğu gelenek, 1990’larda Kürt coğrafyasında “kirli savaşla” paramiliter/gladyo örgütlenmesine dönüşmüştü ve sonrası hepimizin bildiği şoven sağ ve sol hareketlerdeki dalgaya dahil olan Kızıl Elma, Ergenekon ve Avrasyacı platform gibi siyasal düşünce hatları ve bugünkü otoriter pratikleriyle buluşup (ırkçı ve Turancı “Türk Solu” dergisi, eski AKP karşıtları olan neo-kemalistlerin milletvekili olması gibi) bugün AKP örgütlenmesinde ve tabanında vücut bulan ve onun iktidar mekanizmaları içine yerleşen bir fikirler alanının, muhafazakar toplumsal projenin ve neo-ittihatçı siyasal hatların toplamı gibi duruyor. Sadece bir kurumsal pratikten bahsetmiyorum bir toplumsal algıdan, muhafazakâr toplumsal arzu dinamiklerinin yan yanalığından bahsediyorum. Okullara gönderilecek maneviyat aktörleri diye islenen imam ve vaizler meselesi tam bununla alakalı. AKP iktidarının en önemli kaynağı ve propaganda söylemi, ulusal değerin, gücün millileştirilmesi ama bunun küresel emperyal boyutta oluşturulmasıdır: Hizmet yapan iktidar, borç veren ülke kompleksi, kendi arabasını üreten hükümet, enflasyonu yeneceğini söyleyen iktidar. Kitlelere inandırıcı olma üzerine kurulu bağımlılık ekonomisi, ama burada AKP sunu da yapıyor hizmet söylemini topluma yerleştirirken, memnuniyet değeri yüksek ülkeyi yöneten şirket Müslümanlığını, belki de lükse açık, kapitalist bir muhafazakârlığı farklı sınıf dinamikleri yan yana getirerek buradan kuruyor olmasına borçlu ve karşımızda aslında yurttaşını müşteri olarak okuyan, vatandaşlığının değerini tam da bu müşteri memnuniyeti üzerinden kuran bir fikir dünyası var. Sosyal doku, bu okumanın içinde yenilikçilik, uzmanlık ve teknik gelişmişlik gibi yeni liberal ruh üzerinden şekillenirken, toplum hizmet sektörü ve verimliliği üzerinden yaratılan etkinlikle tatmin edilmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla hizmet geleneksel yapıyla küresel alan arasında kalan Türkiye’deki yönetimsellik ve devlet sistemi içinde merkezi bir söylem unsuru haline gelmiştir diyebiliriz.

O halde diyebiliriz ki ırkçılık ve ümmetin kutsallığının toplumsallaştırılması, savaşa girme arzusu, savaşı haklılaştırma, emperyal hayallerini yeniden yüzyıl sonra kurma arzusu,  öldürme hakkının yeniden iktidara devredilmesi, ölümün kutsanması ve ölüm üzerine yönetimin arttırılması hem nekropolitik bir hükümeti hem de denetim ve baskıyı arttırarak daha otoriter bir rejimi haklı kılacak bir iktidarı sanırım göreceğiz. Kanaatimce bir çok kişi açısından hüsranla biten bir seçimin ilk zamanında yeni koalisyon ve aşırı sağ ittifak sadece totaliter particiliği, neo-ittihatçı /Kemalist üzerinden gelişen fetihçi bekasını, söylemsel ahlakçılığı, otoriter yaptırımları veya tek dil, ümmet, bayrakçı hiyerarşik yönetimi (Reisi dünya lideri olarak tahayyül etmek) onaylamıyor, diğer yandan muhafazakar aşırı sağcı bir toplumsallığı kurma ya da güçlü kılma derdinde ki, karşıtlarını da yok etmeyi, şeytanlaştırmayı, elemine etmeyi, sürekli baskı ve yasaklama etkinliğini toplumun rızasıyla olumlayarak topluma yayma gibi doktriner bir amacı da kendine artık ödev ediniyor. Kürtlere gelince sistem Cumhuriyetin başından beri biliyorsunuz Kürtleri ilkin “şakiler, eşkıyalar olarak kodlamıştı, ‘Muhayyel Kürdistan burada metfundur’ deniliyordu. Sonra teröristler, bölücüler oldu ama Kürtler hiçbir zaman hainler veya iç düşman kategorisinden veya cadılar gibi damgalanmaktan çıkamadı. Bu dönem ondan sanırım daha sert geçecek gibi ama umutsuz yine de değilim, keza hem Kürt alanında hem de Türkiye’de güçlü bir muhalefette gelişiyor.

Erdoğan ve şürekâsı içerde tam da bununla uğraşacak, dışarıda ise ikili diplomatik çatışmalarla NATO ve Asya paktı arasında gidip gelecek gibi. Unutmayalım ki siyasal iktidarlar ya da savaşa yatkın iktidarlar hiç bir zaman savaşma arzusunu durdurmak istemez; militarist savaşa endeksli bir toplumda barış en son seçenek bile olmazken, bu ittifak ya da neo-fasist koalisyon savaş üzerinden kendi gücünün tesisini, tarih yazımını gerçekleştirmek istiyor. Burada mağduriyet, kutsiyet, şehitlik gibi mertebeler halkın duyguları için kullanılan uzun süredir yürürlükte olan söylemlerdi ve zaten Türkiye’nin ilkokuldan beri yurttaşlarına işlediği milliyetçi-ümmetçi algı politikası artık bedenen yerini buldu ve bu iktidarla en vurucu retoriklerini de oluşturuyor.

AKP’nin burada yapacağı en önemli şey önümüzde görünen olan, toplumu felç etmek. Yani iç ve dış düşmanın tahayyülü, aşırı muhafazakâr ve milliyetçi referanslarla bu durum sürekli tekrarlanırken toplum sürekli bir travma haline sokuluyor ve depresif ruh halinde olan solun da bir şekilde marjinalleştirilerek bloke edilmesi sağlanıyorken, toplum ve muhalefet iste genelleştirilmiş şiddet ağları etrafında felç edilerek linç, nefret ve baskıyla gelecekte daha da kırılgan hale sokulup sakat bırakılabilinir. Bakın AKP ya da Erdoğan Kürtler yoktur demiyor, Kürt sorunu Lozan'da nasıl çözülmediyse, yani kendi Kürtleriyle 1921 Qoçgîrî ayaklanmasına rağmen, Sevr'e rağmen, Lozan Antlaşması'nda nasıl masaya kendi Kürt’üyle oturduysa, bir yüzyıl sonra da yine mecliste kendi Kürt’üyle bu sorunu kendi istediği devletin arzuladığı biçimde çözme derdindedir. Ondan mecliste Kürt ağırlıklı kendi vekilleri karşısında neo-faşist bloku da kurdu ki bir denge sağlansın.

Erdoğan'ın niyeti Kürt meselesi eğer ona göre hala varsa bu Kürt siyaseti olmadan çözülmek üzerine kurulu olduğu aşikar. Önümüzdeki dönem Kürtlere dair başka türlü asimilasyon ve siyasal baskıyı ön görüyorken, sanırım Batı cephesi de bundan nasibini alacak gibi. Özellikle kadınları ve LGBTQI'ları düşman ilan eden otokrat bir dil, ülkenin hangi sayiklerle yönetileceğini göstermektedir. Dolayısıyla Erdoğan’ın her seçimde kazanan olarak çıkmasına belki de şaşırmamak lazım. Çünkü karşısında galip çıkmasını engelleyecek, oyununu bozacak, alt sınıflarla temas kurabilecek altyapısı örgütlü olan Kürtlerden başka hala bir sol güç yok. Önümüzdeki dönem şu anlamda sert geçebilir, hukuksuzluğun ve adaletsizliğin her alanda palazlanacağı, Kürt sorununun başka bir bahara taşıyacağı, genç kulaklarının geleceğinin çalışacağı yeni bir toplumsal müteahhitlik rejimiyle karşı karşıya olacağız. Ondan belki de Türkiye'de olmazsa olmaz dediğim bir şey gerekliliği var, bazı sol gruplardaki şovenizme rağmen, gelecekteki şiddeti, baskıyı göğüsleyen sivil bir anti-faşist cephesinin oluşması zorunluluğu. Gelecek yerel seçimleri düşünmek önemli olmakla birlikte, kayyum siyaseti karşısında her alanda her mahallede yerelde yeniden başlamak, insanlarla diyaloğu umudu yeniden kurmak, dayanışmayı güçlü kılmak, önümüzü açabilir herkesin birazda olsun neo-faşist dönemde nefes almasını sağlayabilir.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.