Felsefenin cinsiyeti
Forum Haberleri —
- Felsefe okulları, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin inşasında merkezi bir rol oynarken bu okullarda felsefenin eril zihniyetle yoğrulmasının temelleri de atıldı. Böylece cinsiyetleştirilen felsefe, kendi özünden uzaklaştırıldı.
Elif AKGÜL ATEŞ
Hakim toplumsal cinsiyet anlayışının salt modernitenin sorunu olmadığı, hiyerarşinin ortaya çıkmasıyla birlikte insanlığın yaşamına girdiği, bilinen bir durumdur. Bu gerçekliği besleyen dinin yanında, felsefede azımsanmayacak rol oynamıştır.
Evreni, doğayı, toplumu anlamlandırmaya çalışan, varlık gerekçesini sorgulayarak, insanlığın ufkunu genişleten felsefe; uygarlığın gelişiminde yol gösterici bir kılavuz oldu. Ancak felsefenin tarihsel gelişimine baktığımızda, eril yaklaşımın damgasını taşıdığını görürüz.
Filozoflar, toplumsal gerçeklik konusunda düşüncelerini mantıksal bütünlük içinde sunan, insanlığın sorunlarını bu bütünlük içinde çözmeye çalışan, hayatın anlamını, doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü sorgulayan evrensel bir bilince sahip kişiler olarak kabul görür. İnsanlık tarihinde doğayı, evreni ve insanın varoluş gerçekliğini ortaya çıkaran; varlık, bilgi, değerler, gerçek, doğruluk, zihin gibi konularla ilgili soyut, genel ve temel problemleri çözme arayışı içinde olmuşlardır hep.
Ancak Antik çağdan başlayarak erkek filozofların önemli oranda erkek egemenlikli sistemlerin kendine göre şekillendirdiği cinsiyetçi yaklaşımları aşamadığı gibi, önermeleriyle onu pekiştirdiği görülmektedir. Ataerkil sistemin yapay olarak ürettiği mitosları, inanç sistemlerini, kültürü felsefe cephesinden doğru besleyerek, toplumların bilinç dünyasına işletmede büyük rol oynamışlardır. Bu dönem filozoflarının önermelerine baktığımızda, eril hiyerarşik aklın kendine göre şekillendirdiği toplumun bilincini, belleğini, bilinçaltını, Kolektif Bilinçdışı’nı besleyip meşrulaştırdığını görüyoruz.
Felsefe okulları, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin inşasında merkezi bir rol oynarken bu okullarda felsefenin eril zihniyetle yoğrulmasının temelleri de atıldı. Böylece cinsiyetleştirilen felsefe, kendi özünden uzaklaştırıldı.
İnsanlık tarihinde Antik dönem, insanlığın düşünce tarzında önemli gelişmelere kaynaklık eden çağ olarak bilinir. Felsefenin temellerinin atıldığı dönemdir bu. Sokrates, Pisagor, Heraklitos, Eflatun, Aristo, Demokritos, Tales, Epikuros bu döneme damgasını vuran filozoflardır.
Bu döneme damgasını vuranlardan biri olan Aristo felsefesine göre, Evren uzlaşmaz karşıtlıklar üzerine kuruludur ve doğa hiyerarşik düalizmden oluşur. Doğada var olan çelişkiler bir tarafın diğeri üzerinde egemen olduğu kutupsal karşıtlıklardan ibarettir. Aydınlık-karanlık, iyi-kötü, sınırsızlık-sınırlılık, akıl-duygu, ruh-beden ve eril-dişil gibi karşıtlıklar birbirleriyle bir denge ve eşitlik ilişkisi içinde değil, hiyerarşik bir ilişki içindedir. Aristo bu ilişkiler içinde kadını doğayla özdeşleştirirken, aynı zamanda doğaya hükmedildiği gibi kadına da hükmedilmesi gerektiğini savunuyordu. Bu bağlamda kadınların erkeklerin hükmü altında ve hiyerarşik düzende kölelerden bir kademe yukarıda olmaları gerektiğini belirtiyordu. Aristo’nun “İnsan erkektir. Kadın sakat doğan eksik kalmış erkektir. Kadın ruhsuz ve maneviyatsız bir doğurma makinesidir” sözü aslında Antik çağ felsefesinin özeti olacaktı.
Daha yakın zamana baktığımızda bu zihniyetin kayda değer bir değişim yaşamadan devam ettiğini görüyoruz. 17. ve 18. yüzyıllarda yükselen Aydınlanma Çağı ise akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünsel gelişimi kapsayan dönem olarak tanımlanır. Rönesans hareketi olarak bilinen bu çağda bilim insanları, felsefeciler, filozoflar sanatçılar devrim niteliğinde keşiflerde bulunur. Resim ve müzik, edebiyat alanında büyük ilerlemeler kaydedilir. Aydınlar din eksenli toplumsal yapı yerine, akıl merkezli seküler bir toplumsal yapıyı savunuyordu. Eşitlik, özgürlük, demokrasi temel sloganlarıydı.
Oysa bu dönemin öncüsü bilim insanları, filozoflar tıpkı Antik Çağ, Orta Çağ felsefecileri gibi Ataerkil sistemin temelini oluşturan cinsiyetçi ideolojisini sorgulamaktan ziyade, onu besleyen ve daha da güçlendiren bir zihniyetle teoriler geliştireceklerdi. Öngördükleri adil ve eşitlikçi dünya sadece erkeklerin cenneti olacaktı.
Aydınlanma çağının deha filozofları olarak bilinen Arthur Schopenhauer, İmmanuel Kant, Jean-Jacques Rousseau gibi ün salmış filozofların kadınlar üzerine yaptıkları değerlendirmeler akıllara durgunluk veriyordu.
Jean-Jacques Rousseau’ya göre ataerkil güç erkeğe doğa tarafından bahşedilmiştir. Kadın güçsüz olduğu için erkeğe bağımlı olmalıdır. Kocanın, karısının hal ve gidişi üzerinde tam bir denetleme yetkisi olmalıdır. Kadın toplumda ehlileştirilmesi gereken potansiyel bir düzensizlik kaynağıdır. Çünkü toplumların mahvolmasının en büyük nedeni kadınların kural tanımazlığıdır. Kadın kadınlığını ve çekiciliğini erkeği memnun etmek üzere kullanmalı. Rousseau eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması kadınla erkekle arasında değil, erkekler arasında sağlanması gerektiğini savunur.
Yine idealist felsefenin babası olarak bilinen Immanuel Kant’a göre ise, aslen doğa, türün korunmasını gözeterek kadını erkekten daha güçsüz, zayıf yaratmıştır. Kadın tek yönüyle öne çıkması gereken salt estetik bir varlık olarak güzel olması, güzel kalması gereken bir objedir. Erkek cinsin erdemi, soylu bir erdem olmalıdır. Bir kadının zorlu bir öğrenme sürecine girmesi ve düşüncelerle kafasını yorması, kadınlara uygun nitelikleri yok etmektedir. Kant’ın kadına bakışını şu cümleler özetlemektedir. “Kendi ölümü için son yargının bir erkek hakimler heyeti tarafından mı yoksa bir kadın hakimler heyeti tarafından mı verileceği bir kadının seçimi olsaydı, kesinlikle kendi hâkimi olarak erkek hakimler heyetini seçerdi.”
Arthur Schopenhauer’re göre ise kadın, daima kendini gizleyen, kandıran, kurnaz, içgüdüleri ve hislerine göre hareket eden, aklın hakimiyetinden uzak yaşayan, zevk, ihtiras ve içgüdüsel eğilimlerinin oyuncağı olan gevşek, güçsüz ve zayıf bir varlıktır. Dolayısıyla erkek tarafından bakılması ve kontrol edilmesi gerekir. Schopenhauer, erkeğin çok eşliliğini savunmaktadır. Ona göre bir erkeğin birden fazla kadına ihtiyacı vardır.
Böylece toplumsal cinsiyet eşitsizliği, Ataerkil hiyerarşik sistemin ve kültürün attığı temel üzerinden, bilim ve felsefe cephesinden beslenerek doruğa çıkarılacaktı.