Güney ve Batı Kürdistan’da çağdaş Kürt kimliği

Abdullah ÖCALAN yazdı —

  • Yeni ulus-devletçiklerin sınırlarına gerek yoktur. İç içe yaşayan tüm toplumsal kültürlerin ve özellikle komşu halkların demokratik özerk yapılanmalarına dayanan çözümlere hayati ihtiyaç vardır. İyice açığa çıkmıştır ki, kapitalist modernitenin inşa ettiği Ortadoğu ulus-devletçikleri barış içinde bir arada yaşayamaz ve toplumlarını mutlu kılamazlar

Çağdaş Kürt kimliğinin çözümlenmesinde, Birinci Dünya Savaşından sonra oluşturulan Irak ve Suriye devletlerinin sınırları içerisinde kalan Kürtlerin konumu oldukça öğretici dersler sunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sürecinde, Sykes-Picot Antlaşması (1916) gereği, İngiltere ve Fransa’nın hegemonyasında Irak ve Suriye’de mandater rejimler oluşturulmuştur. Mandater rejim geçici sömürge yönetimi anlamına gelmektedir. Demiryolu hattı yeni Türkiye Cumhuriyeti ile Suriye devletinin sınırı sayılmıştır. Irak-Türkiye sınırları Musul Antlaşması çerçevesinde çizilmiş, sınırların belirlenmesinde petrol çıkarları esas alınmıştır. Her iki sınır antlaşması da kutsal ilan edilen Misak-ı Milli’nin çiğnenmesi pahasına imzalanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda üçlü İtilaf Devletlerinden biri olan Fransa’nın çıkarları gözetilerek, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın daha başlangıcında, Ocak 1921’de Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Daha sonra Suriye Arap Cumhuriyeti olarak ilan edilecek devletin sınırları içinde bırakılan Kürtlerin, hatta Türkmenlerin varlığı hiç dikkate alınmamış, sadece askeri ve siyasi güç dengesi hesaba katılarak oldubittiye getirilmişlerdir. Kaldı ki, Arapların konumu da herhangi bir yasallığa bağlanmamış, sadece mandacı devletin (Fransa’nın) çıkarları gözetilmiştir.

Kendi başına bu durumun ne denli ciddi sorunlara yol açacağı daha işin başında kurulan statükodan bellidir. Nitekim 1920’den beri Suriye devleti bir türlü normalleşememiştir. Halen resmen sıkıyönetimle idare edilmektedir. Toplumsal uzlaşıdan geçen bir anayasal sisteme sahip değildir. Suriye’deki Kürtlerin önemli bir kısmı vatandaş bile değildir, yani hukuki açıdan yok hükmündedir. Geriye kalanların hiçbir yasal, kültürel, ekonomik, idari ve siyasi hakları yoktur. Kürtlerin durumu önce Fransa’nın mandater ve daha sonra Arap milli çıkarları gereği sömürge konumundan daha geri olup, varlıkları üzerinde (tıpkı Türkçü ulus-devlet sisteminde olduğu gibi) inkâr, imha ve kültürel soykırım süreci başlatılmıştır. Hegemonik iktidarların denge hesaplarına göre bu statüko kısmi değişikliklerle ama sonuçta yoğunlaşarak günümüze kadar devam etmiştir. Irak-Türkiye sınırlarının çizilmesinde Kürt gerçekliği üzerinde geliştirilen komplonun belirleyici önemi vardır. Kürt bütünlüğüne yönelik bu komplo geliştirilirken yüzyıllar sonrası hesaplanmıştır. Bu komplo Kürtler için soykırım fermanının başlangıcıdır. Kürdistan’ın bu dönemde dört parçaya bölünmesinin edebiyatı çok yapılır, ama ne yazık ki özü bir türlü gerçekçi olarak açıklanıp yorumlanmaz. Hâlbuki bu gerçeklik olanca çıplaklığıyla çözümlenip yorumlanmazsa, bir bütün olarak Kürdistan’da olup bitenler, Kürt gerçekliği ve toplumsal varlığı doğru dürüst tanımlanamaz.

Irak sınırı bağlamında Kürdistan’ın ve Kürtlerin parçalanması 20. yüzyıl tarihinin en trajik olaylarından biridir. Bununla sadece Kürtlerin değil, Araplar, Acemler ve Türklerin de tarihlerinin temeline atom bombasından daha etkili bir bomba konulmuş gibidir. Bu dönemde TBMM’de mevcut gidişata karşı büyük bir itiraz oluşmuştu. O dönemin Kürt aydınları ve ordudaki subayları ayaktaydı. 1925 İsyanının temelinde bu gerçeklik yatar. Resmi tarihte uydurulanın tersine, İngiliz hegemonyasıyla anlaşan Kürtler değil, Beyaz Türk rejimiydi. Beyaz Türk rejiminin komplocu niteliğini ısrarla vurguluyorum. Bu rejimin M. Kemal’i bile bu komployla etkisizleştirdiğini çok iyi bilmek gerekir. M. Kemal’in bu anlaşmayı hayatının en zorlu ve nahoş olayı olarak değerlendirdiği, onaylamaması halinde Cumhuriyet’in bir bütün olarak tehlikeye gireceğini dile getirdiği bilinmektedir. Önce doğuda Kars Antlaşması’yla (1921), sonra batıda Lozan Antlaşması’yla kazanılanlar 5 Haziran 1926’daki Musul-Kerkük Antlaşması’yla stratejik bir kayba uğratılmıştır. Bu kaybın ne denli stratejik olduğu son Irak işgalinde gayet açık bir biçimde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Yine sanıldığının aksine, bu sınırın çizilmesiyle sadece Musul-Kerkük petrolleri değil, aynı zamanda Kürtler kaybedilmiştir, Kürt-Türk tarihsel kardeşliği kaybedilmiştir, Ortadoğu’nun tüm halklarının kültürel bütünlüğü kaybedilmiştir.

Halen günlük olarak coğrafi kaydırmalarla sözde düzeltilmeye çalışılması, sınır boyunca duvarlar örülmesi, elektrikli tel çekilmesi, çelikten örülmüş karakollarla donatılması, özel orduyla savunulması gibi yöntemlerle bu sınırın düzeltilebileceği ve korunabileceği sanılmaktadır. Bu yöntemlere başvurmak tam bir gaflet, tarihten ders çıkarmama, komploya bel bağlama veya alet olma demektir. Temel yanlışlıklar ancak kaldırılıp yerine temel doğrular konularak düzeltilebilir. Kaldı ki, İngilizler bu oyunu tüm Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika, hatta Avustralya kıtasında oynayarak hegemonyalarını geliştirip sürdürebildiler. Yüzlerce, binlerce toplumsal kültür cetvelle çizilen sınırlar temelinde parçalanıp birbirine düşürülerek yönetildi. Ulus-devletçilik bu oyunun iktidar çatışması düzeyinde geliştirilen en tehlikeli biçimidir. Dünya bugünkü iki yüzü aşkın ulus-devletçiliğe bölünmeden, kapitalist hegemonyanın sağlanması ve sürdürülmesi mümkün olamazdı. Gerçek tarih ancak bu yöntemle kimlerin kazanıp kimlerin kaybettiğinin, hangi ideoloji ve kültürün kazanıp hangilerinin yitip gittiğinin anlaşılması ve açıklanmasıyla ortaya çıkabilir.

Çağdaş Kürt tarihi ve varlığı da ancak bu bütünsellik içinde, Irak ve Suriye sınırları temelindeki parçalanması bağlamında aydınlığa kavuşturulabilir. Bu öyle bir bölünmedir ki, içinde soykırım dahil, tüm imha seçenekleri potansiyel olarak depolanmış gibidir. Üzerinde çok yönlü hesaplar yapılmaktadır. Birincisi, Irak Kürtleri Irak Araplarını kontrol etmek için yedeklenmiştir. Irak Kürt Hareketi’nin karakteri bu gerçeği yeterince kanıtlamıştır. En son Saddam Hüseyin rejimi esas olarak Kürtlere dayanılarak yıkılmıştır. İkincisi, İran-Irak çelişkisinde en önemli kullanım aracıdır. Tarih bunu da yeterince kanıtlar. Üçüncüsü, Türkiye Cumhuriyeti’ni kontrol altında tutmak için yedeklenmiştir. 1925’ten, hatta ilk çağdaş Kürt isyanı olan Babanzade Abdurrahman Paşa önderliğindeki 1806 Soran İsyanından beri Kürdistan’da yaşanan tüm önemli tarihsel gelişmeler Osmanlı ve Cumhuriyet yönetimlerini meşgul etme ve kontrolde tutmanın en önemli araçları olmuştur. Dördüncüsü, Ortadoğu’yu dünya hegemonik güçleri olan İngiltere (Hegemonik güç 1800’lerden 1945’lere kadar İngiltere, 1950’lerden günümüze kadar ABD’dir) ve ABD’nin kontrolünde tutmanın en elverişli araçlarından biri olmuştur. Beşincisi ve en önemli olanı, bizzat Kürdistan’ın tümünü ve Kürt halkının devrimci potansiyelini denetim altında tutma ve saptırmanın (1920’den beri Irak Kürt Yönetimi sözüm ona statükoya kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Ayrıca Güney Kürdistan ilkel aşiretçi, dinci, modernist bağımlı ideolojilerin merkezi yapılmaktadır) ana üssü konumunda tutulmaktadır. Bu küçücük parçaya ve yönetimine bağlanmak suretiyle tüm Kürdistan ve Kürt halkı stratejik bir kontrol aracına bağlanmış olmaktadır. Altıncısı, küçümsenmeyecek yeraltı zenginlikleri, suyu ve güzel coğrafyası kolayca istismar edilmektedir.

Altı ana başlık altında ortaya koyduğumuz bu gerçekler daha yakından çözümlendiğinde görülecektir ki, esas olarak bir Kürt ulus-devletçiği hep potansiyel halde yedekte tutulmakta, ha kuruldu ha kurulacak denilerek hem bölge ulus-devletleri kontrol ve terbiye edilmekte, hem de kendi öz güçlerine dayanmak yerine, dış hegemonik güçlerden kaynaklı olası bir oluşum umuduna kilitlenen Kürtlerin varlıklarını koruma ve özgürlüklerini geliştirme hareketleri felç edilmektedir. Bu temelde özgüvenden yoksun kılınmakta, hep dış güçlere bağlanmak zorunda bırakılmakta, böylece âdeta her an katliamlara tabi tutulabilecek bir statüye mahkûm edilerek efendilerinin sadık kulları ve bendeleri haline getirilmektedir. Onların şahsında aynı oyun tüm Kürtler üzerinde oynanmaktadır. Bu oyunu bozmaya çalışan gerçek yurtsever, ulusal, demokratik ve devrimci hareketler kolayca tecrit edilerek, Kürtleri tehlikeye atmakla (Bu aslında kendilerinin çok iyi oynadıkları bir oyundur), diplomasiyi (efendilerine bağlılık) bilmemekle, Kürtleri bölmekle (Kürdistan’ı ve Kürtleri canevinden bölen sınırları yine kendileri baş görevleri olarak meşrulaştırmaktadır) ve dünya dengesini (hegemonik güçlerin yarattığı statüyü korumak) hesaba katmamakla suçlanırlar. Sürekli Kürt halkının kendi başına hiçbir şey yapamayacağının (yani hegemonik güçlerin lütfettikleriyle yetinilmesi gerektiğinin) teori ve pratiğini yaparak demokratik, özgür ve eşitlikçi bir toplumun inşa edilmesini imkânsızmış gibi göstermeye çalışırlar. Belki de çağın en devrimci halklarından biri olabilecek Kürtler, bu hegemonik zihniyetle dünyanın en dipte kalmış, soykırımın eşiğinde tutulmuş köle halkına dönüştürülür. Kürtlere ‘avukatsız halk’ denilerek, hep bir sahte avukatın peşinde koşturulmaya çalışılır. Kaldı ki, doğru olan bir halkın kendi kendisinin avukatı olabilmesidir.

Irak sınırları içinde kalan Kürtler üzerinde oynanan diğer önemli bir oyun da Kürt ulusal kimliğinin oluşumundaki çarpık, uyduruk Sünni burjuva karakterin öne çıkarılmasıdır. Tarihin en zengin kültürlerinden birini günümüze kadar taşıyan Kürt halk ve kavim gerçekliği, onun çok zengin kabile, aşiret ve inanç kültürü yok sayılarak, kapitalist modernitenin en tortumsu ilkel milliyetçiliğinden ve Sünni İslâm gericiliğinden beslenen yapay bir Kürt ulusu inşa edilmek istenmektedir. Demokratik ulusal toplum yerine ulus-devletçiliği kutsal ütopyası sayan, demokratik olmayan, özgürlüğe ve eşitliğe kapalı, kadın düşmanı bir ulusal kültür âdeta tek toplumsal gerçeklikmiş ve onu da kendileri temsil edebilirlermiş gibi yapay bir hakikat algısı yaratılmaya çalışılmaktadır.

Irak sınırları içinde yaşayan Kürtler üzerinde yapılan derin bir hesap da Kürt sorununun çözümünün yegâne yolunun kapitalist moderniteden geçtiğine dair bir inanç oluşturmaya çalışmaktır. Hegemonik ilişkilerin uzun vadeli planlamasında Irak Kürtleri hep bir laboratuar malzemesi olarak kullanılmaktadır. Kürt ulusal gerçekliğinin vücut bulması ancak kapitalist ilişkilerle mümkün olabilecek bir olgu ve inşa olarak projelendirilmiştir. Devrimci, demokratik ve sosyalist nitelikli bir ulusal gerçeklik sanki mümkün olamazmış gibi bir algı sürekli gündemde tutulmaktadır. Bu konuda hegemonik güçlerin ellerindeki en önemli araç Bağdat merkezli Arap-Sünni veya Şii milliyetçiliğidir. Üzerlerindeki Arap milliyetçi tehdidini hep canlı tutarak, Kürtleri sığınmalık bir duruma mahkûm ederler. Aynı tehdidi Kürtlerden Araplara yönelik olarak da canlı tutarlar. Aynı biçimde Kürt devleti ha kuruldu ha kurulacak diye Türkiye, Suriye ve İran devlet rejimleri tehdit edilir. Öte yandan bu üçlü veya dörtlü öğeler de birer tehdit kaynağı halinde tutularak, Kürtlerin kendilerine tam sadakati sağlanmış olur. Görülüyor ki, laboratuvar politik oyunların tezgâhlanmasında hayli üretkendir. Sistemler kurulup yıkılır, ama Irak Kürt laboratuvarında bir türlü kalıcı bir malzeme (politika) oluşturulup yaşamsallık kazandırılmaz. Kürtlerin sürekli efendilerin emrinde yaşatılıp üretken kılınmalarına devam edilir. Ortadoğu’da en eski bir sorun olmasına rağmen, Kürt sorununun hâlâ çözülmemesinde bu mantık temel rol oynar.

Nasıl ki İsrail Siyonizm’i açısından Anadolu’daki Beyaz Türk ulusçuluğu Proto-İsrail rolü oynamışsa, Irak Kürdistan’ındaki Kürt milliyetçiliği de özellikle Barzani kabilesi üzerinden benzer bir rol oynamıştır. Bu bir nevi Beyaz Kürt ulusçuluğudur. Aynı güçler tarafından ideolojik ve pratik olarak inşa edilmiştir. Beyaz Türk ulusçuluğuyla Beyaz Kürt ulusçuluğu arasında sadece teoride değil, pratikte de güçlü bağlar mevcuttur. KDP (Kürdistan Demokrat Partisi) Kürtlerin CHP’si olarak planlanmış olup, 1925’ten beri faaliyette olan komplocu güçlerin devam edegelen faaliyetlerinin bir parçasıdır. Komplocu güçler Kürtleri bir yandan 1925-1940 döneminde katliamlardan geçirmeye çalışırken, diğer yandan Kürdistan’ı 1926’da sadece zorla parçalamakla yetinmiyorlar; Irak parçası üzerinde bu sefer kurtarıcı pozisyonda tuttukları bir Beyaz Kürt ulusçuluğunun temellerini atıyorlar.

Aslında tüm provokasyonlar İsrail’e giden yolda birer kilometre taşıdır. Aynı şeyi Şia ve Arap BAAS milliyetçiliği için de düşünmek mümkündür. Ortadoğu’daki milliyetçi ulusçu (Dinsel milliyetçilik de buna dahildir) akımlar görünüşte ne kadar anti-Siyonist ve anti-İsrail geçinirlerse geçinsinler, ontolojik olarak (varlık olarak inşa zihniyeti bakımından) İsrail milliyetçiliğinin birer varyantı konumundadırlar. Nasıl ki tek tanrılı dinler ilk Musevi dinin (Tevrat’ın) birer türevi, varyantı iseler, sadece bölge çapında değil, kapitalist modernite kapsamındaki tüm dünya milliyetçilikleri ve ulusçulukları da İsrail milliyetçiliğinin birer varyantıdır. Dünya milliyetçiliğinin kumanda merkezinde İsrail milliyetçiliği durur ki, diğer tüm milliyetçi, ulusçu parti ve ulus-devletler ne kadar karşıt konumda görünürlerse görünsünler, ontolojik olarak Ana Kumanda Gücü’ne hizmet etmekten kurtulamazlar. Çünkü sistem (milliyetçilik ve ulus-devletçilik) bu temelde inşa edilmiştir. Saddam Hüseyin’in sistemi tanımamasından ve yanlış karşı çıkış tarzından kaynaklanan trajik sonu bu konuda çarpıcı kanıtlayıcı bir örnektir. Hatta Sovyet Rusya’nın yetmiş yıllık reel sosyalizmi de son tahlilde hegemonik sistemdeki ulus-devletin ve kapitalizmin inşa güçlerinin başat konumları sonucunda çözülmekten kurtulamamıştır. Sistemleri doğru değerlendirmek ne kadar gerekliyse, kendilerine karşı çıkışın sistemik olması da bu nedenle önemlidir. Aksi halde trajedilerin önüne geçilemez. Kuruluşunun üzerinden yetmiş yıl da geçse, yanlış sistemlerin sonu hüsran olur. Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite, Irak ve Irak Kürtleri bakımından da bu nedenle büyük önem taşır. Dinci, milliyetçi ulus-devletçiklere mahkûm değiliz. Gerçek toplum ancak milliyetçiliğin ve ulus-devletçiliğin körleştiren paradigmasından kurtulunduğunda kavranabilir, demokratikleştirilebilir.

Kürtlerin Irak ve Suriye ulus-devlet oluşumları temelinde parçalanmaları, bu kısa tanımların da gösterdiği gibi, Kürt ulusal toplum gerçekliği açısından yaralayıcı ve kendilik olmaktan çıkmaya yol açıcı bir etkide bulunmuş; ulusal toplumun gelişmesi ve bütünleşmesine büyük darbe olmuştur. Bu da bir nevi gövdenin bir kol ve bacaktan yoksun bırakılmasıdır. Demek ki Kürtlerin ulusal toplum haline gelememesi, sakat ve sürekli yaralı halde bırakılması, Irak ve Suriye sınır çizimleri üzerinde önemle durmayı ve bunun sorumlusu olan kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi geliştirmeyi gerekli kılar. Kürt ulusal bütünlüğü deyince bundan ulus-devleti anlamamak, tersine demokratik ulusal toplumu çıkarsamak gerekir. Bunun için yeni ulus-devletçiklerin sınırlarına gerek yoktur. İç içe yaşayan tüm toplumsal kültürlerin ve özellikle komşu halkların demokratik özerk yapılanmalarına dayanan çözümlere hayati ihtiyaç vardır. İyice açığa çıkmıştır ki, kapitalist modernitenin inşa ettiği Ortadoğu ulus-devletçikleri barış içinde bir arada yaşayamaz ve toplumlarını mutlu kılamazlar. Buna karşılık binlerce yıllık kültürel mirasların özgürlüğünü, özerkliğini ve eşitliğini hedef alan demokratik modernite sistemi, toplumsal barış ve mutlu yaşamın daha doğru, iyi ve güzel yoludur.

*Demokratik Uygarlık Manifestosu kitabından alınmıştır

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.