İki hakikat yolcusu
Forum Haberleri —
- Nazım ve Cihan… Her ikisi de birer halk çocuğuydu. Halkın sesini duymak için kendi seslerini yitirecek kadar cesur, ölüme bir adım daha yaklaşacak kadar kararlıydılar. Ve o ses, hakikatin sesiydi. O ses, her bir fotoğraf karesine, her bir habere, her bir kelimeye sığan bir öyküydü.
YUNUS ASLAN
Bir halkın çığlığına kulak vermek, sadece bir meslek değil, bir davadır. Bu dava, zulme karşı dimdik duran bir sesin, karanlıkların içinde parlayan bir yıldızın arayışıdır. Cihan Bilgin ve Nazım Daştan, özgürlüğü ve gerçeği savunmanın bedelini ödemeye yemin etmiş iki gazeteci, iki yürekli insan. Onlar, halkların acılarına şahitlik ederken, aynı zamanda o acının içindeki direnişin ışığını da aradılar.
Her ikisi de birer halk çocuğuydu. Halkın sesini duymak için kendi seslerini yitirecek kadar cesur, ölüme bir adım daha yaklaşacak kadar kararlıydılar. Ve o ses, hakikatin sesiydi. O ses, her bir fotoğraf karesine, her bir habere, her bir kelimeye sığan bir öyküydü. Cihan ve Nazım, hakikat peşinde koşan yolda birer iz sürücüsüydüler; adımlarını, hiç unutamayacakları bir iz bırakacak şekilde attılar.
Ve onların izlediği yol, sadece geçmişin izlerinden ibaret değildi. O yol, Gurbetelli Ersöz’lerin, Apê Musa’ların, Nagihan Akarsel’lerin ve Gülistan Tara’ların izinden geçiyordu. Bu toprakların başkaldıran, hakikat uğruna şehit düşen isimleri... Her biri, birer meşale gibi yakmıştı karanlıkları, birer yıldız gibi parlamışlardı. Cihan ve Nazım, o yıldızların ışığından yol aldılar. Çünkü onlar, halkların özgürlük mücadelesinin önünde eğilmemeyi, gerçeği anlatmayı bir borç bildiler.
Türk devletinin zulmü her gün biraz daha ağırlaştı. Her bir direniş, her bir ses, her bir kelime, bir tehdit halini aldı. Özgür basın, baskıların hedefi oldu. Fakat Cihan ve Nazım, onlara boyun eğmedi. Onlar, hakikate giden bu yolculukta, ölümün soğuk nefesini enselerinde hissettiler. Ve her adımda, bir halkın acısı, bir şehidin anısı, bir direnişin yankısı vardı. O yolda hiçbir zaman yalnız değildiler. Hakikat savaşçılarının izleri, her fotoğraf karesinde, her haberde hayattaydı. Cihan ve Nazım, o izleri taşımak için varlardı; çünkü onlar biliyorlardı ki, hakikati anlatmaktan başka bir seçenek yoktu.
Cihan ve Nazım’ın yolculuğu, halklarının hakikatine duyulan derin bir sevdanın yolculuğuydu. Cihan ve Nazım, bu sevdayı kalplerinde taşıdılar, o sevdanın ateşiyle yandılar. Her an, halkın yaşadığı acıların, umudun ve direnişin hakikatini haykırdılar. O hakikati paylaşmak, her zorluğun ardından bir adım daha yaklaşmak hakikate… Gerçeği aramak, gerçek olanı anlatmak, gerçek olanı yazmak…
İşte bu yüzden, onların yolculukları birer destan olacak. Çünkü Cihan ve Nazım, halklarının ve özgür basının hakikatini anlatan iki cesur neferdi. O yolculuklarının sonu gelmeyecek. Onlar, halkların direnişinin, şehitlerinin ve özgürlüğünün sesiydiler. O ses hiçbir zaman kısılmayacak.
Gecenin koyu karanlığında,
Yıldızlar bile titrerken,
Sesler vardı,
İçinde umut çığlıkları…
Ve onlar,
Birer birer kaybolurken,
Sonsuzluğun göğüne
Bıraktılar o ağır izleri.
Yavaşça düşerlerken toprağa ,
Zamanın bile suskun olduğu yerlerde,
Onların gözleri vardı,
Ve elleri…
Hep elleri…
Bize kalan her şey,
O ellerin parmak uçlarındaki yorgunluktan başka bir şey değildi.
Bir sabah,
Ve bir gece,
Sesler duyuldu,
Bir çığlık kadar sessiz,
Ölüme bir adım uzaklıkta,
Bir sonbahar yaprağının düşüşü gibi
Yavaş ve sessiz.
Yürüdüler,
ve onlardan geriye
Hakikat kaldı.
O hakikat ki karanlık,
O hakikat ki ağır…
Bir zamanlar ay ışığı altında
Konuşan yüzler vardı…
Şimdi ay ışığı oluverdiler.
Bir zamanlar parlayan gözleri
Ve ardından gelen rüzgar.
Bir rüzgar ki,
Ardında hem sesini, hem izini bıraktı.
Ama biz,
Biliyorduk,
Herkes gibi,
Onların ardında
Bir yakıcı gerçek vardı.
Yavaşça,
Bir gölge gibi yaklaşan
Yalnızca bir umut vardı,
Ve bir iz,
İşte yine bir gün,
Kollarımızda yük,
Bize kaldı.
Bu toprakta
O izleri takip edenler,
Unutmayacağız…
Şimdi onlardan geriye
Bir gülüş, mutlu bir anı,
Ve kökleri asırlar öncesine dayanan
Hakikat arayışının geleneği kaldı.