Kürtlüğün yasaklandığı yerde demokrasi olmaz
Dosya Haberleri —
100 yıllık cumhuriyet tarihinin görülmek istenmeyen sayfalarından bakarak yeni bir okuma getiren tarihçi Erdoğan Aydın ile konuştuk....
- Türkiye’de demokrasi sorunu, temel hak ve özgürlükler sorunu ne yazık ki cumhuriyetin kuruluşundan beri karşımıza çıkan bir devlet projesinin, bir kurucu programın adeta kaçınılmaz bir sonucudur. Bu kadar ciddi bir Kürt nüfus varken Kürtlüğün yasaklandığı yerde demokrasi olmaz.
- HDP’ye yönelik gerek son alınan karar gerekse de önümüzdeki dönemde iktidarın kafasında olan ciddi bir ihtimal olarak kapatılma kararı aslında bütün bir Türkiye’nin başına çuval geçirme kararıdır. Bu açından Altılı Masa partileri bu duruma sessiz kalarak kendilerini kurtarabilme şansları yok.
- Emek ve Özgürlük İttifakı’nın her partinin kendi başına açıklama ve toplantı örgütlediği bir süreçten çıkartılıp ne yapılacaksa birlikte yaptığı, halkın karşısına birlikte çıktığı bir düzleme yükseltilmesini sağlayan bir özveriye, akla, iradeye ihtiyaç var.
ERDOĞAN ALAYUMAT/İSTANBUL
Türkiye seçim sürecine girdi, HDP’ye dönük kapatma saldırısı son gelen bütçe yasağı ile son hız sürüyor, diğer yandan Altılı Masa toplantıları sürüyor. Muhalefette durum bu iken iktidar cephesinde bir Türkiye yüzyılı söylemi etrafında şekillenen bir seçim kampanyası var. Erdoğan bütün söylemini Türkiye yüzyılı vaadi üzerinden şekillendirirken, marşıyla, konuşmalarıyla bu söylemin propagandasını yaygın şekilde yapıyor. “Türkiye yüzyılı” söylemine 100 yıllık cumhuriyet tarihinin görünmeyen, görülmek istenmeyen sayfalarından bakarak yeni bir okuma getiren tarihçi Erdoğan Aydın sorularımızı yanıtladı.
HDP'ye yönelik kapatma davası bütçe yasağı ile son hızla sürüyor. Diğer partiler bu saldırıya suskun kalırken HDP’nin kapatılmasının siyasal yansımaları nasıl olur? Yani HDP’nin kapatılması Türkiye’deki siyasal süreçler açısından ne anlama gelir?
HDP’nin kapatılması aslında Türkiye’de geleneksel siyasetin tavrı olarak karşımıza çıkıyor. Son alınan bütçe kesme kararı da iktidarın anayasa mahkemesindeki yargıçları aracılığıyla aldırmak istediği kararın bir ön görüntüsü. Mahkeme üyelerinin çoğunluğu aleni bir hukuk ihlali yapmışlardır. Henüz bir karar verilmeden bir ceza uygulamasına geçmişlerdir. Ceza uygulaması üçte iki çoğunluk ile alınması gerekirken, yani en az 10 üyenin olur vermesi gerekirken yediye karşı sekiz üyeyle kararı vererek kendi hukukunu da bir kez daha çiğnemiştir. Bu bir düşman ceza uygulaması örneğidir. Yani HDP’ye siyaset yaptırmama, Kürtlere ve Kürtler ile birlikte mücadele veren diğer sol demokratik güçlere sistemin kendi içinde meşru siyaset yaptırmama kararının aleni ilanıdır.
Şöyle bir ikinci tehlike söz konusu: 10 üye hakim bulmadan verilecek çoğunluk kararlarını bundan sonra sisteme dayatma gibi bir tehlike var. Kararın açıklandığı gün Altılı Masa'nın toplantısından bir dizi konuya dair hassasiyet kararı çıktı, ama söz konusu karara karşı en ufak bir açıklama dahi yapılmadı. Bu ısrarla HDP’ye, Emek ve Özgürlük İttifakı’na ‘Ben seni hiçbir yerde sahiplenmem, senin hiçbir mağduriyetine sahip çıkmam ama sen bana oy ver” diyen ahlak dışı siyasi tavrının bir diğer yansıması. Bu açıdan gerek HDP gerek genel anlamda demokrasi güçlerinin önünde bir sorun alanı, büyük bir ikilem var.
Örneğin dokunulmazlıklar kalktı, ana muhalefet bunu destekledi. HDP’ye yönelik kapatma saldırısına dur denilmezse Türkiye’de demokrasiyi ne bekliyor?
100. yılına yaklaştığımız cumhuriyetin daha başlangıç dönemlerine gittiğimizde gerek Takrir-i Sükun yasası gerek Şark Islahat Planı ve benzeri yasalardan çok net görüyoruz ki Kürtleri hedef alan hak gaspı uygulamaları sadece Kürtler ile sınırlı kalmayıp tüm memleketin bir hak gaspı uygulamasına razı edilmesi anlamına gelmiştir, memlekete yayılan hak gaspı uygulamalarının başlangıç adımları olmuştur. Bakın bugün çok olağanüstü bir hukuk ihlali olarak karşımıza çıkan İstanbul’un seçilmiş belediye başkanını görevden alma girişimlerinin ilk prototipini Diyarbakır’ın ve diğer belediyelerin seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınıp onların yerine kayyum atanmasında gördük. Onlara tepki gösterilmeyerek bugün İstanbul’un seçilmiş belediye başkanının görevden alınması için her türlü hukuk dışı uygulamanın hayata geçirildiği bir noktaya gelmiş vaziyette. Dolayısıyla HDP’ye yönelik gerek son alınan karar gerekse de önümüzdeki dönemde iktidarın kafasında olan ciddi bir ihtimal olarak kapatılma kararı aslında bütün bir Türkiye’nin başına çuval geçirme kararıdır. Bu açından CHP de İyi Parti de diğer Altılı Masa partileri de bu duruma sessiz kalarak kendilerini kurtarabilme şansları yok.
Takrir-i Sükun’a kadar geri gitmeye gerek yok, bakabileceğimiz çok daha güncel kararlar var. Doğrudan doğruya Kılıçdaroğlu’nun anayasaya aykırı olduğu halde dokunulmazlıkların kaldırılmasına yönelik verdiği desteği unutmayalım. Bugün bunun yansımaları; bir, Ali Mahir Başarır şahsında bir CHP milletvekilinin, iki Lütfü Türkkan şahsında bir İyi Parti milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılması noktasına gelmiştir. 1930’lar Almanya’da olduğu gibi “Nasıl olsa komünistleredir” diyerek sırt dönülen, görmezden gelinen hukuk dışı kararlar gibi bugün “Nasıl olsa Kürtlerdir” diyerek görmezden gelinen kararlar zannedilmesin ki sadece Kürtler ile ilgilidir. Bu karar aslında bütün bir Türkiye siyasetinin kontrol altına alınması, iktidarı değiştirebilecek her türlü muhalefetin başına çuval geçirilmesi, yasaklanması uygulamalarının bir parçasıdır.
Türkiye’nin anayasasızlaştırılması, hukuksuzlaştırılması uygulamalarının ilk adımı. Dolayısıyla bir kez daha altını çizelim, Altılı Masa başta olmak üzere, HDP’ye asla oy vermeyen yurttaşlar, aydınlar, gazeteciler olmak üzere bu karara bütün bir Türkiye’nin el birliği ile itiraz etmesi lazım. Buna itiraz edilerek savunulan şey yarın öbür gün mutlaka ama mutlaka kendilerine de gerekecek. Kimse HDP’ye yönelik bir saldırıyı eleştirerek HDP’yi ya da Kürtleri desteklemiş olmamaktır, kendisine destek vermiş olmaktadır. Ama ne yazık ki gerçek bir yurttaşlık bilincinden, hukuk bilincinden yoksunlaştırılan halklar kriz sürecinde bu tür kararlara yedeklenmektedir. Türkiye’de şu an yaşadığımız şey bunun bir örneğidir.
2023 Türkiye’sinde barışı savunmanın koşullarını nasıl görüyorsunuz? Seçim öncesi atmosferinde savaşa karşı barış demek daha mı zorlaştırıldı? Bunu siyaset-devlet-şiddet ilişkisi bağlamında nasıl okuyabiliriz?
Maalesef seçim öncesi savaşa karşı barış demek çok daha zorlaştı. Çünkü iktidar ekonomik sorunları çözme kapasitesini kaybetti; ülkeyi yönetebilme, uluslararası siyasette saygın bir konum elde etme, halka umut verebilme kapasitesini kaybetti. Önceki dönemlerde de bunun örneklerini farklı şekillerde gördüğümüz üzere böyle dönemlerde böyle iktidarlar memleketi milliyetçi bir cinnet atmosferine, bir savaş atmosferine, bir gerilim atmosferine sokmak istemektedir. İktidar seçim sürecinde yurttaşların demokratik ve sınıfsal hakları yönünde oy verebilme imkanını onların elinden almaya, seçim sürecini memleketin gerçek sorunlarının tartışılmasının imkansız olduğu bir ortama doğru sürüklemek istemektedir. Bu açından savaş, milliyetçilik ve şovenizm atmosferinin yükselmesi gerçek bir seçim yapabilme imkanımızın elimizden alınmasıdır. Bu nedenle bu meselenin mutlaka daha soğukkanlı tartışılması lazım.
Çocuklarını kaybedenlerin, genel olarak yoksullaşanların mutlaka başımıza gelen bu felaketlerin sürdürülmekte olan inkar ve savaş politikalarıyla ilgisi olup olmadığını bugüne kadar yaptıklarından daha derin bir şekilde düşünmeye ihtiyaçları var. Çünkü ara ara iktidar sözcülerinin de kah ağızlarından kaçırdıkları kah milliyetçi hegemonya altına aldıkları kesimleri razı etmek için verdikleri rakamlar bize gösteriyor ki Kürtlerin inkarı, sınır ötesi operasyonlar, sürekli güvenlik bütçelerinin artırılması hepimizin daha çok işsiz kalmasına, ekonomik anlamda çok daha adaletsiz koşullara razı olmak zorunda kalmamıza, enflasyonun yüzde 200’e yaklaştığı bir ortamda örneğin memurların yüzde 31 zamma razı olmak zorunda bırakılmasına neden olmaktadır. O nedenle mutlaka barış siyasetini savunmamız ve barışın yine sadece Kürt sorunu ile ilgili değil, Türkiye’de adaletle, refahla, kalkınmayla doğrudan ilgili bir sorun olduğunu içselleştirmemiz lazım. Bunu içselleştirebildiğimiz zaman iktidar sınır ötesi operasyonları veya milliyetçi kampanyaları bu kadar rahat sürdüremeyecektir. Bizlerin de enflasyonun daha düşük, geçim endekslerimizin daha yüksek, ülkenin daha saygın konuma olduğu bir atmosferi de böylece elde edebiliriz. Şunu özellikle belirteyim Kürtlere veya azınlığa düşürülmüş diğer kesimlere yönelik saldırılar Türklüğü Sünniliği ile gurur duyan kesimlerin de gerçek anlamda vatandaşlık haklarını kullanmalarını engelleyen ve geçim standartlarını da düşüren bir sonucu beraberinde getirmektedir.
Türkiye'de uzunca süredir Anayasa tartışmaları devam ediyor. 1961 Anayasası dahil hep darbe Anayasalar ola gelmiştir. Daha demokratik bir anayasa ve cumhuriyetin demokratikleşe bilmesi için nasıl bir yol izlenmeli?
Cumhuriyetin demokratikleşmesi açısından deyince Türkiye’de demokrasinin 100 yıllık bir problem olduğunu tespit ederek söze başlamak lazım. Türkiye’de demokrasiden geriye gidiş sadece NATO’ya üye olduktan sonra veya sadece darbeler döneminde veya sadece AKP iktidarı siyasal İslamcı ajandasını uygulamaya başladıktan sonra başlamış bir sorun değil. Türkiye’de demokrasi sorunu, temel hak ve özgürlükler sorunu ne yazık ki cumhuriyetin kuruluşundan beri karşımıza çıkan bir devlet projesinin, bir kurucu programın adeta kaçınılmaz bir sonucudur. Demokrasi yurttaşın hak ve özgürlükleridir. Demokrasi bir ülkede yaşayan herkesin kendi hak ve özgürlüklerini ifade edebilmesi ve gerçekleştirebilmesidir. Bu açıdan baktığımızda bu kadar ciddi bir Kürt nüfus varken Kürtlüğün yasaklandığı yerde demokrasi olmaz. Bu kadar ciddi Alevi nüfusu varken Aleviliğin yasaklandığı, cenazesini bile kendi inancına göre kaldıramadığı bir yerde demokrasi olmaz. Emeğin bu kadar ağır bir şekilde sömürüldüğü, 1 Mayıs’ın yasaklandığı, sendikaların kuşa çevrildiği, sol siyasi partilerin sürekli kapatıldığı bir yerde demokrasi olmaz. İster Maraş Katliamı'nı, ister Dersim Katliamı'nı, ister çoluk, çocuk, kadın cesetleriyle dolan Zilan Katliamı'nı düşünelim, bunların hepsine yansıyan şiddet bir kurucu şiddettir ve cumhuriyetin kurucu programından kaynaklanmaktadır. Türkiye’de demokrasi istiyorsak mutlaka insanların kendilerini sınıfsal, kimliksel, inançsal olarak nasıl gerçekleştirmek istiyorsa öyle gerçekleştirebilecekleri gerçek bir demokrasiye ihtiyacımız var. Böylesi bir demokrasiyi telaffuz etmediğimiz sürece korkarım ki cumhuriyetin ikinci yüzyılında, tıpkı birinci yüzyılında yaşadığımız acıları, provokasyonları ve cezasızlığı yaşamaya devam edeceğiz. Eğer altılı masanın geleceğe dair seçim bildirgesi sadece AKP iktidarına karşı geriyi referans göstermek olacaksa korkarım ki yine demokrasiden uzak yeni iktidarlar göreceğiz.
Bu açıdan özellikle belirtmek isterim, geçen hafta Deva Partisi benim kendisinden beklemediğim kadar cesur bir çıkış yaptı ve Türkiye’de anayasa sorununun, demokrasi sorununun, seçim sorununun Kürtlerin ve Alevilerin eşit yurttaşlık hakkı tartışılmadan konuşulamayacağını söylemek anlamında gerçekten ileri bir çıkış yaptı. Fakat bu çıkışının arkasından iki gün sonra yapılan Altılı Masa toplantısından sonra bu sözlerin en küçük bir yansımasını göremedik. Dolayısıyla demokrasi güçlerini sadece mağdurları ikna etmeye yönelik halkla ilişkiler faaliyetleriyle yetinen partileri de bu ileri çıkışı yapan Deva Partisi’ni de burada sorgulamak gerekir. Altılı Masa'da bir muhalefet şerhi koymadan, “Kürtlere dair söz kurmadığımız, Alevilere dair söz kurmadığımız bir ittifakın altına imza atmam” demiyorsa Deva Partisi aslında Altılı Masa'da da gerçek bir demokratik duruş sergilemiyor demektir. Bu kadar ileri açıklamalar yapan Deva Partisi’nin bizi mevcutta yoksullaştıran, işsizleştiren, sendikasızlaştıran neo-liberal politikalar konusunda bırakın söz söylemeyi, tam tersine dünyanın bankaları bize ne der diyerek CHP’nin olası halkçı sözlerine diş gösteriyorsa buradaki demokrasi yine topal olacaktır.
Çünkü demokrasi Kürt’ü içerdiği kadar Aleviyi, Aleviyi içerdiği kadar sosyal hakları, sosyal hakları içerdiği kadar gençleri, kadınları, toplumun tüm kesimlerinin haklarını içeren bir paket olmak zorundadır. Son Altılı Masa toplantısının akabinde daha derli toplu bir fotoğraf veren muhalefet iktidara karşı bir güven tazeleme adımı atmakta başarılı olmuştur. Fakat buna karşı Türkiye’yi demokratikleştirmek, demokratik bir cumhuriyet kurmak konusunda da güven vermekten ne kadar uzak olduğunu bir kez daha göstermiştir. Türkiye’nin demokrasi güçlerinin kendi dışlarında kalan kesimlere seslenme kapasitelerini artırmaları lazım. Sadece kapalı ortamlarda dillendirilen hak bildirgeleri yetmez.
İran'da kurumsallaşan bir faşizm var ve Jîna Amînî'nin öldürülmesi açığa çıkan bu yeni halk ve kadın hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye'de de benzer bir halk hareketi gelir mi? Türkiye'de siyasal dönüşüm ve faşizmin ilerleme süreçleri bağlamında İran'da olduğu gibi bir halk hareketinin koşullarının olgunlaşması için neler gerekiyor?
Halkın ne zaman ne yapacağı meselesinde örgütlü, iradi bir süreçten söz etmiyorsak ön tahminler yürütmenin çok kolay olmadığını teslim etmek lazım. Çünkü sosyal bilim dediğimiz şey, fizikten, matematikten, kimyadan farklı bir alandır. Sosyal alana bir formül uygulamak mümkün değil. Halkların yaşadığı özgüven yoksunluğu ve yorgunluğu dikkate alınacak olursa Türkiye’nin önümüzdeki yakın vadede sorunlarını çözmek için barışçıl örgütlenmenin geliştirmek gerekiyor; yani toplumun daha geniş kesimlerinin iknasını örgütlemek, seçimlere daha geniş seferberliklerle gitmek, toplumu daha örgütlü hale gelmesini sağlamak gerekiyor. Dünyanın her ülkesinde olduğu gibi, İran’da olduğu gibi, Türkiye’de de her an bir halk direnişinin yenilenmesi mümkündür, Gezi Direnişi’nin benzerinin ortaya çıkması pekala mümkündür. Fakat bu bir takım ön planlamalar, öngörüler veya tahminler üzerinden değil ne kadar çok insana ulaştığını ve ne kadar çok insanı her türlü haksızlığa ve adaletsizliğe karşı çıkmaya ikna edebildiğiniz üzerinden planlanmalıdır diye düşünüyorum. Dolayısıyla evet, yüreğimiz İran’da olağanüstü bir güçle direnen insanların yanındadır. Yüreğimiz onların mücadelesinin yanında. Devirmeye çalıştıkları siyasal İslamcı rejimin demokrasi ile değişmesinden yana tüm yüreğimiz onlarla. Ama Türkiye’deki siyasal süreci değiştirecek kendiliğinden bir halk hareketi ile beklemek yerine, daha etkin bir örgütlenme üzerinden örgütlemek, ittifakları genişletmek üzerinden kurmak bana daha gerçekçi ve uygulanabilir geliyor.
Emperyalist savaşlar, sınıf ve halk hareketleri arasındaki ilişkiyi şu an devam eden Rusya’nın Ukrayna’yı işgal savaşı bağlamında nasıl anlamalıyız? Bu savaş dünya halkları açısından yeni bir dönemin başlangıcı mı? Savaş hep enerji krizi, gıda krizi gibi krizler etrafında tartışılıyor, fakat anti-kapitalist, anti-emperyalist hareketler ve barışa özlem duyan halklar açısından daha devrimci süreçler için de işleyen bir sürecin başlangıcı olabilir mi bu savaş?
Ukrayna savaşı aslında yeni bir başlangıçtan çok dünyanın çürütülmesi, dünyanın sağ popülist politikalara razı edilmesi, dünyanın NATO’ya ve ABD’ye razı edilmesi operasyonunun bir parçası. Burada kuşkusuz Rus yayılmacılığının da adeta ABD’nin ve NATO’nun dünya çapında yükselişine çanak tutması gibi bir durum var. Ama ne yazık ki Ukrayna-Rusya savaşı veya Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ve sonrasında gelişen süreçten henüz demokrasi adına, dünya halklarının daha adil bir düzene geçişi adına umut üretebilme şansının olmadığı kanaatindeyim. Dünyada, örneğin Latin Amerika’da sağ popülist iktidarların, işbirlikçi neo-liberal politikaları devirip onların yerine sol iktidarların iktidara taşındığı örnekler de var. Bu çok umut verici. Ama anımsayalım ki buna karşılık Avrupa’da sağ rüzgarlar esmeye, ABD’nin dünya halklarının çektiği acılar karşısındaki negatif rolünü Trump sonrası Demokrat Parti iktidarında da derinleşerek sürdürdüğü bir atmosfer içindeyiz.
Dolayısıyla kısa vadede çok umut dolu şeyler söyleyemediğim bir röportaj yapıyoruz. Fakat buradan çıkartılması gereken ders, mutlaka içinde bulunduğumuz dünyanın niçin bu durumda olduğunu daha soğukkanlı tahlili ile bu durumu değiştirmeye yönelik iradedir. Ezberlerimizle değil, zamanın ihtiyaçlarına uygun yeni bir çerçeve ile hareket etmek lazım. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın her partinin kendi başına açıklama ve toplantı örgütlediği bir süreçten çıkartılıp ne yapılacaksa birlikte yaptığı, halkın karşısına birlikte çıktığı bir düzleme yükseltilmesini sağlayan bir özveriye, akla, iradeye ihtiyaç var. Bunu yaparsak ben inanıyorum ki önümüzdeki dönem Türkiye, Altılı Masa ve Cumhur İttifakı şeklindeki biri var olan durumu sürdüren, diğeri de ona karşı sadece restorasyonla yetinen iki seçeneğe razı olmak yerine tam tersine gerçek bir demokrasinin ve laikliğin imkanlarını hayata geçirebileceği bir sıçrama yapabilir. Böyle bir imkan ve Latin Amerika’daki demokrasi güçlerinin başardığını Avrupa’daki demokrasi güçlerinin de başarabilmesi inanıyorum ki dünya bize dayatıldığı gibi Rusya, Ukrayna, ABD, NATO üzerinden bizim manipüle edildiğimiz, razı edildiğimiz durumdan hızla çıkmaya başlayacaktır.