2000’lerde bir cuma akşamını özlemek
Kültür/Sanat Haberleri —
- İstanbul Hatırası, bugünden bakıldığında tarihi bir belgeye dönüşmüş, başarılı bir çalışma. En başta, film boyu etkisi hissedilen sokak müziğinin artık olmayışıyla, tarihi bir nitelik taşıyor.
BİLGE AKSU
Çocuktum, sanıyorum yaşım 5-6 falandı. Fethiye’nin üstlerinde, Burdur’un en güney ilçesinde yaşıyorduk. Bizim hâlâ köy diye adlandırdığımız bu ilçenin sosyal ve ticari ilişkileri çoğunlukla Antalya’yla şekillenmişti. Dolayısıyla bu ufacık yerden çıkabildiğimiz anların neredeyse tamamı güneye, Antalya’ya doğru olurdu. Kuzeye doğru olan yolculuklar en fazla 50 kilometre uzaktaki, yengemin köyüydü. Oraya giderken, her seferinde ana yolun ilerisindeki tepeciği görür ve sola kıvrılan tali yola dönüşümüzde, ilerisini ne zaman göreceğimi sorgulardım. Günün birinde bir kamyonetin sağ koltuğunda, amcamın düğün hazırlıklarına dair bir alışveriş sebebiyle o tepeyi geçmeyi başardım. Artık hiç gitmeden adını duyduğum yepyeni bir yerdeydim. Çarşının ortasına park edip yanımdaki akrabamızla amcamı beklediğim esnada kafamdaki soruyu sordum:
“İstanbul’a yaklaştık mı Metin Abi?”
Karşılığında bir kahkaha duydum, uzun sürelisinden. Gülüşünü bastırabildiği anda da cevabını… İstanbul’a daha 10 saatlik yol vardı. Dünyanın büyüklüğüne dair ilk farkındalık. Ve tabii, İstanbul’un uzaklığına…
İstanbul, tarihi ve doğasıyla, büyüklüğü ve tuhaflığıyla, ekonomisi ve bitmeyen canlılığıyla birçoğumuzun uzak ve güzel bir hayaliydi sanırım. Hafızam eskisi kadar canlı değil ama bir zamanlar bu şehre yazılmış 7000’den fazla şiirin olduğunu okumuştum. Filmler, şarkılar, romanlar cabası. Yalnızca çocukların hayal dünyasında yaşamıyordu bu şehir, kelli felli yazarlar, şairler, müzisyenler ya da yönetmenler de orayı arayıp durmuştu. Sadede gelelim, durduk yere İstanbul güzellenecek yıllarda değiliz; bu arayışın en büyük öznelerinden birine dair yazıyoruz bugün. Her fırsatta Almanya’dan doğuya yönelen Fatih Akın’dan bahsedelim.
İstanbul Hatırası
2005’te ilk kez gösterime giren İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek, bir süre önce yeniden salonlara geldi. MUBI’nin el vermesiyle girişilen restorasyon projesi kapsamında 4K olarak karşımıza çıkan bu belgesel, çekildiği dönemde tarihe çentik atma iddiası taşıyan bir çalışmaydı. Şimdilerde buna bir de nostalji hissi eklendi. Başka Sinema’da gösterime girdikten sonra, 5 Temmuz itibariyle MUBI’de izlenebilir hale geldi.
İstanbul Hatırası, adını filmde de yer alan Sezen Aksu’nun şarkısına referansla alıyor. Aysel Gürel’le harika bir işbirliğinin sonucunu ifade eden bu şarkıda, 80’li yılların nostaljik bir aile fotoğrafı konu ediliyor. Sepya tonların, hüzünlü bakışların, tüy kalemle düşülmüş notların ve sonsuz bir özlem hissinin öne çıktığı şarkı sözleri, aynı zamanda Fatih Akın’ın kendi geçmişine attığı bir bakışın da referansına dönüşüyor. 30’lu yaşlarının heyecanıyla ortaya çıkardığı bu belgesel film, Akın’ın sinemaya dair kurmaya çalıştığı izleğin bir özetini oluşturuyor.
‘Im Juli’
Fatih Akın, ikinci kuşak göçmenlerden bir ‘Almancı’. Orada doğmuş, büyümüş ve eğitim almış. 90’larda girdiği üniversite boyunca, zaman zaman karşılaştığı Türkiyelileri kısa filmlerine konu etmiş ve bu husustaki merakını yıllar boyu perçinlemiş. İlk uzun metrajlarında da benzer temalarda, daimi bir arayışı konu etmesi bundan. 2000 yılındaki ‘Im Juli’ (Temmuz’da), Akın’ın en çok ele alınan filmlerinden. Bu hikayede iki Alman gencinin birlikte yaptığı bir seyahatin, tabiri caizse Simurg efsanesine dahi uzanan sonuçlarını görüyoruz. Temsili bir mutluluğu simgeleyen güneş imgesi, filmdeki arayışın somutlaştığı nokta. Almanya’dan başlayıp Ortaköy’de biten araba yolculuğu boyunca karakterlerden biri, esasında yanı başında duran o güneşi aramaya devam ediyor. Fakat burada bizi ilgilendiren hikayenin kendisinden ziyade, yönetmenin arayış hissini aktaran ilk yapım olması.
Meselenin özünü ilk elden söylersek, İstanbul Hatırası belgeseli, Akın’ın o güne değin toplayarak getirdiği bir yükün ortaya dökülüşünü ifade ediyor. Im Juli’de batıdan doğuya doğru bir arayış temasıyla başlayan yönetmenin serüveni, Duvara Karşı’da bu kez müziği de içine alarak devam ediyor. Cahit ve Sibel’in pek de düşünmeden atıldıkları sahte evlilik macerası, zihinlerindeki kocaman bir bulutu kapsayan geleneksel, baskıcı ‘doğu’ kültürünün etkisiyle büyük bir açmaza giriyor ve Hamburg’da süren bohem yaşantı, İstanbul’un anksiyetik tarzıyla birleşip büyük bir drama dönüşüyor. Bu noktada Akın’ın iki dünya arasındaki farka dair çizdiği kontrast epey önemli. Hamburg’dayken yiyip içip sevişen ve çoğu zaman pozitif bir enerji yansıtan Sibel karakteri, İstanbul’a ulaşır ulaşmaz doğu dünyasının melankolisi karşısında eriyip gidiyor ve kendini attığı Büyük Londra Oteli’nde, bir haltercinin başarısına sessizce destek olurken karşımıza çıkıyor. Bizimki gibi coğrafyalarda, başarı hissiyatının belirli odaklarda simgeleşmesinin güzel bir örneği bu.
Cahit’in yaşadığı şok daha büyük. O Sibel’den biraz yaşlı ve Almanya’nın ona ait olup olmadığını düşünecek daha çok zamanı olmuş. Bazı önemli kırılmalar, onun Türkiye’yi tamamen geride bıraktığını hissettirdiği anlarda ortaya çıkıyor. Sibel’in muhafazakar ailesiyleyken bozuk Türkçesinden ötürü yargılandığında, o malum kültürü tamamen çöpe attığını ve artık Almanlaştığını vurguluyor. Fakat yönetmenin buna pek de katılmadığını görüyoruz çok geçmeden. Yer yer kendi durumunu Cahit’te cisimleştiren Akın’a göre belli ki Türkiye’yi geride bırakmak pek olanaklı değil. Nitekim gazetelere namus cinayeti olarak aksettirilen elim bir olay sonucu Cahit’in sonsuz yolculuğu başlıyor. O, Sibel’den daha çok Almanlaştığı için İstanbul’da tam bir yabancı. Şehrin büyüklüğü ve dinmeyen kaosu, Hamburg’daki umursamaz Cahit’i tamamen toprağa gömüyor ve yepyeni bir karakterle karşılaşıyoruz.
Fatih Akın’ın Duvara Karşı’da bir yabancılaştırma efekti olarak araya soktuğu müzikler ve filmin temasını kapsayan doğu-batı sentezi, bir sonraki projesinin tohumlarını atmış gibi görünüyor. Belirli izlekleri yıllar boyu üst üste katarak ilerleyen birçok yazar ya da yönetmen gibi, Fatih Akın da ilk yıllarında benzer bir yolu seçmiş. İki kültürün çarpışması, arafta kalmış bir zihin, sinemanın büyülü imkanları ve elbette oryantal müzikler… Ortaya çıkan şeye de İstanbul Hatırası demiş.
Gezi’den önceki İstanbul
Belgeselin en önemli yanı, 2000’ler ortasındaki Türkiye’nin, İstanbul ve Beyoğlu üzerinden okunabilen yansımaları. Henüz kendi küpüne zarar verecek hale gelmemiş bir metropolün, sınırlarda dolaşan kültürel ortamlarında geziniyor ve birçok alakasız tarzın çarpışmasını izliyoruz. Akın’ın Almanya’dan tanıdığı bir müzisyen eşlik ediyor bize, Alexander Hacke. Kendisi daha önce İstanbul’a gelmiş ve şehrin doğal tınılarına hayran kalmış biri. Onun anlatıcılığıyla, Baba Zula’dan Siya Siyabend’e, Ceza’dan Orhan Gencebay’a, Sezen Aksu’dan Aynur Doğan’a uzanan farklı sanatçılara yakından bakıyoruz.
Bu dönemin İstanbul’u, merkez olarak hala Beyoğlu’nu kabul eden ve kültürlerarası çatışmayı bu semtlerde yoğunlaştıran o eski İstanbul. Hani şu AKP’yle cisimleşmiş ‘Yeni Türkiye’den sıkılanların ilk hatıraları yani. Gezi’den önceki İstanbul. Sokak müzisyenleriyle, ağaçlı İstiklal’iyle, yıkılmamış sinemaları ve pasajlarıyla başka bir dünyadan sesleniyor bugüne. Biz de Alexander Hacke’nin eşliğinde, geçmişte kalmış çok çok uzak bir ülkenin koridorlarında dolanıyoruz.
Seneler önce bir VCD’den izlerken yalnızca müzikal öğelerine bakıp niteliğine karar verdiğim bu belgeseli şimdi yeniden izlerken, ister istemez yeni başlıklar açtım kafamda. Her şeyden önce, böyle bir çalışmanın oryantalist bakışa bulaşmadan ortaya çıkması mümkün müydü mesela. Mercan Dede’nin sahnelerinde uzun uzun izlediğimiz semah görüntülerinin konuya katkısının olup olmadığını düşündüm. Ya da Selim Sesler’le misafir olduğumuz Çorlu’nun İstanbul’a ait olan yanını aradım. Aynur’un sahnelerinde, Kürt ağıtlarının herhangi bir zamandaki İstanbul’da makbul bulunup bulunmadığını sorguladım. Müzeyyen Senar’ın kırdığı rakı kadehi ya da Baba Zula’nın salındığı teknedeki boğaz görüntüleri gerçek İstanbul’u belki yansıtıyordu ama diğerlerinden pek de emin olamadım.
Fatih Akın’ın zihnine dair bir belgesel
Fakat elbette buradaki mesele içeriğe dair değil. Daha evvel de sözünü ettiğim gibi, bu belgesel tamamıyla Fatih Akın’ın zihnine dair. Almanya ve Türkiye arasında bir köprüye dönüşen o zihin, yarısından çoğunu kaplayan batılı dostlarına bu görüntüleri izletmek istiyordu. O zihnin çekirdeğinde, batıdan gelip ortalarda gezinen bir kaşifin şaşkınlığı da mevcuttu, kendine buralarda yer etmiş görece eski bir misafirin bilgiçliği de. Arabeski, yerli hiphop’ı, oryantal müziği, 9/8’lik ritimleri, alt kültürü ve azınlıkları da göstermesi elzemdi bu yüzden. Çoğumuz o perspektifi kabullenerek izleyip, kendi kendimize şaşırdık durduk. Bu da herhalde sinemanın büyüsü diye iddia edilen şeylerden biri. İkna olmak istediğinizde sizi tutan hiçbir şey yoktur.
İstanbul Hatırası, bugünden bakıldığında tarihi bir belgeye dönüşmüş, başarılı bir çalışma. En başta, film boyu etkisi hissedilen sokak müziğinin artık olmayışıyla, tarihi bir nitelik taşıyor. Artık AKP’sizleşen belediyelerin de izin vermediği, metro girişlerine hapsedilen sokak müziği yani. Son dönemin en kritik kalkışmalarından birine, Beyoğlu’nu geri alma hedefine yönelik de motive edici bir pozisyonu var. Eski Türkiye denen o tuhaf ülkeye bakarken takılan toz pembe filtreli gözlüklerle izlenmeli bu yapım. Yönetmenin kendi zihnindeki karşıtlıkları ortaya dökmeye çalıştığı ama bizim muhakkak surette yeni anlamlar yaratmaya çabaladığımız bir yapay direnme nesnesine dönüşmeli. Ortalığı dolduran göçmenlere biraz daha söylenmemize, ‘o masumiyeti’ nerede ve ne zaman yitirdiğimizi sorgulamamıza, 2000’ler ortasında bir cuma akşamını özlediğimizi ve başka hiçbir şeyin umrumuzda olmadığını kendimize itiraf etmemize sebep olmalı. Aksi halde tadını yeterince çıkaramayacağımız malum!