Bir hafıza romanı: Deng
Kültür/Sanat Haberleri —
- “Deng kitabında Yılmaz Şener, özellikle Ayfer Tunç’a benzer bir kurgu yoluna gitmiş. Yalnızca bir gün içinde başlayıp biten hikayede 200 civarı karakter, Deng adlı bir kasabada olup bitenleri tarafımıza aktarıyor.”
BİLGE AKSU
Bire bir aynı tarz olmasa da, çoğunluğun Marquez’de görüp meftunu olduğu anlatım biçimini ben hasbelkader Ayfer Tunç’un başyapıtıyla tanımıştım. Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi kitabıyla Tunç, Türkiye’nin A’sından Z’sine uzanan çok yönlü, çok boyutlu ve çok sürükleyici bir işin altından kalkmasıyla daima özel bir yerde kalacağını hissettirmişti. Daha evvel burada incelediğim kitabın meselesi, yaklaşık 150 yıllık bir zaman diliminde, yüzlerce farklı karakterin hikayelerinin ve kaderlerinin birbirine bağlanmasıydı. Bu açıdan, doğrudan büyülü gerçekçiliğe dahil edemesek bile bu kitap, kurgusunun ve karakterlerinin tuhaflığının etkisiyle o tadı veriyordu.
Kimilerine göre yirminci yüzyılı Marquez’in ve Latin Amerika’nın gölgesinde geçiren roman türü, o coğrafyada çoğunlukla zorunluluktan doğan bir yöntem arayışının sonucuyla kaleme alınıyordu. 50’li yıllardan sonra dünyanın çoğu bölgesinde kendini gösteren politik hareketlilik, Güney Amerika’da hem sınıf hareketlerinin hem de sömürgeciliğin yerini bıraktığı yeni yönetimlerin baskılarının bir çıktısıydı. Günümüzde Zambra yahut Fonseca gibi yazarlarla süren bu damar, 60’lı yıllarda Marquez’le ortaya çıkan büyülü gerçekçiliği doğurmuştu. Birbirine bağlanan hayatlar, insan ve doğa ilişkisi, hüzün ve ölüm temaları ve dilden dile aktarılan efsanelerle örülen bu edebiyatta okuyucu, bireylerin çaresiz ama umutlu yaşantılarına tanık olurdu. İlerleyen yıllarda bu yöntem edebiyatın sınırlarını terk ederek, Kusturica başta olmak üzere, buna benzer toplumları betimleyen yönetmenlerin de sık uğradığı bir biçime dönüştü.
Türkiye’de bu tarzı ilk olarak Latife Tekin’de görsek de sonraki dönemde yaygınlaştığını söylemek mümkün. Özellikle politik temaya sahip anlatılarda yazarlar kimi zaman bir önlem kaygısıyla, kimi zaman da bu tarzı benimsedikleri için kullanmaya devam ediyor. Güney Amerika’nın yahut balkan coğrafyasının dinamiklerinden pek de farkı olmayan, yer yer daha sert koşulların görüldüğü Türkiye’de benzer örnekleri uzun süre göreceğimiz de bir kehanet değil.
Bir günde başlayıp biten hikaye
Temmuz ayında İletişim yayınlarından çıkan Deng kitabında Yılmaz Şener, özellikle Ayfer Tunç’a benzer bir kurgu yoluna gitmiş. Yalnızca bir gün içinde başlayıp biten hikayede 200 civarı karakter, Deng adlı bir kasabada olup bitenleri tarafımıza aktarıyor. Yazarın giriş kısmında belirttiği üzere, 3 Ağustos 2005 günü yaşanan tüm bu olaylar, hafızalardan tamamen silinmiş. Geri kalanı, bazı kopuk hatıralar ya da sayıklamalı düşler…
Kitabın belirgin bir anlatıcısı yahut olay akışı yok. Çok kısa bölümlerden oluşan ve her birinde farklı bir Kürtçe kelimenin başlık atıldığı kısımlarda, anlatıcı farklı karakterlerin perspektifinden bize aktarım yapıyor. Yaramaz çocuklardan bıkkın ihtiyarlara kadar uzanan bu karakter çeşitliliğiyle aslında bir kasabanın bünyesinde simgeleşen, geniş bir coğrafya aktarımı söz konusu. Arka planda sürdürülen kimi anlatılarla, hikayenin yüz yılı aşkın bir döneme yayıldığını görüyoruz. Kimi karakterler toplumsal hafızayı ve zamanı imgelerken, kimileri politikayı, kimileri gençliği ve aşkı, kimileri muhafazakarlığı, kimileri de bizzat devletin soğuk yüzünü temsil ediyor.
Romanın düz çizgide ilerleyen bir akışı bulunmadığından, belirli bir karaktere yahut olaya odaklanmak pek mümkün değil. Genel olarak, akışa kendinizi kaptırıp yazarın savurduğu yerlere girip çıkmak en doğrusu. Bu savrulmalarda bazen Şahmaran benzeri efsanelerde, bazen halka haddini bildirmeye çalışan bir karakol komutanında bulacaksınız kendinizi. Satır aralarına biraz göz gezdirirseniz de, yakın tarihin bir panoramasına rastlayacaksınız. Hüküm süresi dolduğu halde itirafçı olmadığı için içeride tutulan 78 yaşında bir mahkuma, serseri kılıklı uzman çavuşun tecavüzüne uğramış genç kızlara, kasabanın ismi Türkçeye çevrildi diye direnirken işkenceden geçen ve sonu dağda biten bir hikayeye tanık olacaksınız. Yazarın derdini anlatmak için bulduğu bu yöntem, politik meselelere dair bilginiz varsa, bazen üçüncü sayfa haberlerinde rastladığınız olayları yeniden okuyormuş hissi verecek.
Deng, Denk
Belirgin bir olay yahut tema etrafında çıkarım yapmak, yazarın tercihi sebebiyle zor olsa da, şahsi takıntım sebebiyle kitabın temel meselesi üzerine düşünmeden edemedim. Gözüme çarpan ilk unsur, karakterlerin yaşları oldu. Yazar 200 kadar karakteri bize anlatmaya çalışsa da öne çıkanlar genellikle yaşlılardı. Daha ilk sayfalarda tanıştığımız Eşber’den Hacı Yasin’e, herkesi nazar eden kem gözlü Hamdi’den kendi taziyesini düzenleyen Garip’e kadar uzanan geniş bir yelpazede Deng’in görmüş geçirmiş yaşlıları yalnızca ölümü bekler vaziyetteydi. Onların bu ölümü müjde gibi gören halleri, orta yaşlılarda bıkkın bir hayat gailesine, gençlerde ise şimdiden yorgun düşmüş bir zorunlu umuda dönüşüyordu. Aşık olmayı dört gözle bekleyen yeni kuşak, arada bir düşüncelere dalıp gittiklerinde öyle çok da parlak gözükmeyen geleceklerini, yazarın geleceğe dönük anlatısıyla bir çırpıda yaşayıp geri dönüyor ve iç çekerek balkonlarından hüzün dolu evlerine giriyorlardı. Deng’in ana teması yorgunluk ve hüzündü.
Bütün bu hüznün sebebi de yine o insanların tercihlerine bağlanmış. Kürtçede ‘ses’ anlamına gelen kasabanın ismi bir sabah değiştirilerek ‘Denk’ yapılınca halk buna bir süre tepki gösterse de komutanın ceberrut tavrı sonucu geri adım atmak zorunda kalıyorlar. Fakat iki genç bu hususta inatçı, değişen tabelaları yıkıp duruyorlar. Uzun bir işkenceden sonra bir gece olan oluyor ve kasabanın kaderi yeniden yazılıyor.
“Karanlığın her tarafı yuttuğu zifiri bir gecede, silah sesleri yükseldi Deng’de. Hemen herkesin tahmin ettiği ama kimsenin dışarı çıkmaya cesaret edemediği o gece kimse uyumadı. Sabah olup güneş yükselince, acı gerçeğin tahmin edilenden de korkunç olduğu ortaya çıktı; daha önce tabelayı sökmeye çalışırken yakalanan ve karakolda işkence gören gençlerden birinin cesedi tabelanın yanında yatıyordu. Diğer genç de ortadan kaybolmuştu. Bu olaydan sonra insanların birbirine olan bakışı değişti, kimse kimseye güvenemez olmuştu. Derin bir korku ve acı Deng’in üzerine çökmüştü. Çoğunluk, o gençleri yalnız bırakmanın verdiği acıyla yaşamaya mahkum oldu.” (S.279)
Yazarın arka planda anlattığı bazı hikayelerde, Türkiye toplumunun geçmişteki suçlarına ve ihlallerine de tanık oluyoruz. Kerameti dilden dile aktarılan ve içten içe korku duyulan çeşmedeki balıkları her yiyenin öleceği inancı, unutulmaya yüz tutmuş Ermeni soykırımını simgeliyor örneğin. Suya karışan kanın balıklara mı yoksa onları yemeye çalışanlara mı ait olduğu sorusu ise, bugüne kalan utanç hissinin en yoğun sonucu. Fakat arada bir değindiği bu hikayeye yazarın eklediği mizahi unsurlar da söz konusu. Bir TV programı için gelen fırsatçı sunucu, halihazırda etkileyici bir temeli olan bu hikayeyi kendince değiştirmeye çalışsa da, halkın kimisinde biraz olsun kalmış ferasetin kurbanı olup eli boş dönüyor. Kitaba dair en iyi yönlerden biri, hiç vazgeçilmeyen kara mizahın varlığı sanıyorum.
Çok sayıda karakterle karşılaşsak da öne çıkan bazıları sembolik işlev taşıyor elbette. Özellikle 198. sayfadan itibaren birkaç bölüm boyunca birinci kişiye geçen anlatıcının perspektifinde tanıdığımız Filiz gibi bazı genç kadınlar, toplumun ahlakçı ve muhafazakar yönünü vurguluyor. Kitap boyu “Filiz orospu olmuş…” cümlesiyle karşılaşmamız biraz bundan. Deng’deki genç kadınlar, onlara sunulan tekdüze hayatın içinde biraz olsun umutlu bir gelecek hayali kurduğu anda bu yaftayı yemeye mahkum. Ya da yine birkaç kez karşılaştığımız İnan gibi karakterler üzerinden, halkın devlet karşısındaki çaresizliğine tanık oluyoruz. Bir ağaca yazdığı şiirde geçen isyan kelimesi sebebiyle hücreye atılan İnan, 4 yıl boyunca gün yüzü görmezken öldü sanılan babasıyla komşu hücrelerde tutulduğunu dahi bilmiyor. Ve onun yıllar sonra Deng’e bakarken yaslandığı kadim ağaç, belki de bu hikayenin dallanıp budaklanan iskeletini temsil ediyor. Bunun dışında, orman yangını çıkarırken eline yüzüne bulaştıran askerler, cami vaazlarında politik mesaj bekleyen yetkililer, üniversite eylemlerinde kurşun yiyen gençler gibi birçok vakayı da hatırlatıyor yazar.
Yazarın tercihi, ülkenin mayası
Başta değindiğim noktaya yeniden dönersem, özellikle Kürt yazarların edebi yaklaşımında yoğunlaşan bu büyülü ve masalsı anlatım tarzının olumlu sonuçları var. Senelerce görmezden gelinen bir coğrafyanın bütün yönleriyle anlatılara dahil edilmesi belki ancak bu yolla mümkün. Fakat bir yandan insan, Deniz Faruk Zeren’in Ben Bermal kitabına dair incelemesinde Banu Yıldıran Genç’in vurguladığı, gerçekliği olduğu haliyle görme özlemini duymadan edemiyor. Elbette bunun sebebi yazarların tercihlerinden çok, ülkenin mayasına dair. Bu haliyle bile tepki gören sanatçıların, gerçekliği doğrudan aktardığı durumda yaşayacağı sıkıntılar hepimizin malumu. Bu yüzden, herhangi biri için değil bütün ülke edebiyatı için bunu dilemekten başka bir şey elimden gelmiyor.
Yılmaz Şener’in Deng romanı, bir üçlemenin ikinci parçası. Daha önceki kitabı Elia’da mekan olarak bir adayı seçen yazar bu kez örtülü bir anlatımla Kürt coğrafyasına taşıyor bizi. Masalsı öğelerle gerçekçi karakterlerin harmanlandığı, çok sürükleyici bir hikaye. Üçlemenin tamamlanmasını bekliyor ve şimdilik Deng’de herkesin unuttuğu o günün akşamında soluklanmaya bırakıyoruz kendimizi.