Çevrimiçi Toplumsal Cinsiyet Dersleri
Kadın Haberleri —
- ‘Toplumsal cinsiyet eşitliğini ana-akımlaştırma’yı bir kenara bırakalım ‘geleneksel aileyi ve dini ana-akımlaştırma’yı hala bitirememiş coğrafyamızda bu yapımların sunduğu görsel çeşitlilik hala bir cennet gibi algılanıyor.
SUSAN WEINBLATT
Son yıllarda çevrimiçi platformlar giderek televizyon kanallarının hatta sinema salonlarının yerini almaya başladı. Dolayısıyla izleyici tarafından tüketilen materyallerin niteliği de buna göre değişti. Süreler kısaldı, hikâye örüntüleri kimi zaman basitleşti, karakterlerde üretilen stereotipler eskisine göre farklılaştı ve yeni stereotiplerle çeşitlilik çoğaltıldı. Ekranın başında görsel olarak hızlı tüketilebilecek canlı ve renkli yapımlar popüler oldu. Belgesel sinema da bu akımdan etkilendi ve neredeyse “Netflix belgeseli” diye bir alt tür doğdu denebilir. Aslında televizyon belgeselciliğinden çok farklı olmayan bu tür, yer yer canlandırmalarla, yer yer şaşırtan ters köşelerle ve marjinal temalarla süsleniyor. Herkesin kolaylıkla erişebileceği ve anlayabileceği “hap” içerikler üretilerek bilgi üretimi yapılıyor.
İngilizcede “gender mainstreaming” denen ve “cinsiyet eşitliği politikalarını yaygınlaştırma” olarak çevirebileceğimiz bir politika bu yapımların ana karakteristiklerinden birisini oluşturuyor. Bunun genel olarak feminizme, kadın mücadelesine katkıları ve zararları oldukça uzun süredir tartışılan bir konu. Kadınların güçlendirilmesi amaçlanırken bazen de pembe “güçlüyüm, harikayım” yazılı kıyafetlerin, kalemliklerin, çantaların popülerleşmesi yani bu politikaların ana-akım hale gelirken kapitalizme içkin hale de getirilmesi en temel eleştiri konularından. Öte yandan temsiliyet meselesi özellikle bu yapımlarda beyaz olmayan ve ikili cinsiyet sistemine dahil olmayan non-binary, trans ya da queer öznelerin daha önce hiç olmadığı kadar yer alması sebebiyle önemli bulunuyor. Tabi ki bütün bu tartışmalar da bütün bu temsiller de hala çok Batılı ve Batı odaklı. ‘Toplumsal cinsiyet eşitliğini ana-akımlaştırma’yı bir kenara bırakalım ‘geleneksel aileyi ve dini ana-akımlaştırma’yı hala bitirememiş coğrafyamızda bu yapımların sunduğu görsel çeşitlilik hala bir cennet gibi algılanıyor. Tabi artan diktatörleşme bu yapım şirketlerinin birer birer Türkiye gibi ülkelerden çekilmesiyle de sonuçlanabiliyor.
Bu platformlardaki yapımlardan iki tanesine yakından bakalım. İlki “Eldorado: Everything Nazis Hate” (Eldorado: Nazilerin Nefret Ettiği Her Şey), ikincisi de “Beyond Men and Masculinity” (Erkeğin ve Erkekliğin Ötesinde).
Nazilerin nefret dili ekrana taşındı
Eldorado: Everything Nazis Hate yeni bir yapım olmasıyla dikkat çekiyor. Aslında Nazi Almanyasının LGBTİ+’ları hedef aldığı ve cezalandırdığı bilinen bir gerçek, bu konuda başka filmler de var ancak bu film izleyiciyi yormayacak bir formatta hazırlanmış. 1920’lerde Berlin’de Eldorado isimli gece kulübü çevresinde dönen son derece canlı hareketli ve özgür bir yaşantı bulunmaktadır. Bu çevrede ilk kez trans geçiş ameliyatını tamamlamış kadınlar, Almanya’nın küçük kentlerinden kendilerini daha rahat ifade edebilmek için gelen eşcinsel bireyler, farklı ülkelerden gelenlerle ilk defa buluşuyor. Bu mekânı merkezine alan film, tanık, uzman röportajları ve canlandırmalarla renklendirilmiş. Nazilerin yükseldiği yıllarda nasıl adım adım LGBTİ+ nefretini kendi ana politikaları haline getirdiklerini, ırkçılık, milliyetçilik ve homofobinin nasıl iç içe geçtiğini gayet anlaşılabilir bir dille anlatmış. O zamanlar Nazilerin yükselmesini engellemeye çalışan sosyal demokratların karşı propaganda yapmak için SA komutanı Ernst Röhm üzerinden “bütün Naziler eşcinseldir” söylemini ortaya atması ve bununla dalga geçmesi de tamamen ters tepmiş, bunun üzerine Hitler ve taraftarları büyük bir LGBTİ+ avına çıktı. Hitler öncülüğündeki Nazilerin çıkardığı eşcinselliği yasaklayan ve suç sayan 175 sayılı kanun ise Almanya Federal Cumhuriyeti’nde ancak 1994’te yürürlükten kaldırıldı.
Erkeğin patriyarkanın psikolojik kökenine inmeyi amaçlıyor
Beyond Men and Masculinity ise her ne kadar çok iyi bir yapım olmasa da çok nadir bir konuda yapılmış: erkeklik. Alex Gabbay isimli yönetmenin 2020’de yönettiği belgesel, patriyarkanın psikolojik kökenlerine inmeyi, erkeklerin ve erkekliğin sorunlarının nasıl çözülebileceğini tartışmayı amaçlıyor. Dolayısıyla oldukça büyük, önemli ama bir o kadar da zor bir konu. Filmin ortaya attığı ana argüman, erkeklerin de küçüklükten itibaren yetiştirilme biçimleri nedeniyle patriyarkanın birer kurbanı olduğunu anlatıyor. Aynı zamanda anne veya etrafındaki bireylerle duygusal temasının kesildiği noktadan itibaren erkek çocukların zayıflık, yalnızlık, çaresizlik gibi negatif duygularını yaşama ve ifade etme ihtimallerinin ortadan kalktığı sonrasında öfke, üstünlük, zalimlik gibi duygu ve eylemlerle patriyarkanın faili haline geldikleri yönünde.
Bunu açıklamak için de erkek terapi gruplarından destek gruplarına, bu döngüyü kırmaya ve iyileştirmeye çalışan çeşitli pratiklere yer verilmiş. Örneğin savaşın ve işgalin erkeklikte açtığı yaralar Filistin örneğiyle anlatılmış. Erkeği dönüştürmek, onları patriyarkanın kurbanı veya faili değil patriyarkaya karşı mücadelenin birer parçası haline getirmek kolay değil. Çünkü erkekler bizzat erkek egemen toplumdan faydalanıyorlar. Kadın özgürlüğü ilerledikçe de kendi iktidarlarının tehlikede olduğunu zannederek korkuya kapılıp daha da saldırganlaşıyorlar. Bu dönüşüm işine kalkışan örneklerden bazıları Amerika’da siyah feminizmi, Ortadoğu’da da Kürt kadın hareketi. O yüzden erkeklik meselesine Batılı bir perspektifle ve ideolojik olmasa da sadece psikolojik bir yaklaşımla bakan bir film izlemek oldukça enteresan. Tabi bu kadar kolay mı diye sormadan edemiyor insan. Olsaydı her halde savaşlarla, kırımlarla ve ekolojik yıkımlarla uğraşmazdık.