Kesişimsellik: Postmodern Feminizm

Forum Haberleri —

Feminizm / foto:Freepik

Feminizm / foto:Freepik

  • Postmodernist düşünceye göre, modern bilimin ve kapitalizmin evrenselci ideolojisi toplumsal sorunlara, eşitsizliğe çözüm olamamaktadır. Çünkü evrenselci yaklaşım, farklı toplumsal kimlikleri hakim kimliğin potasında eritir. Buna karşı yeni siyaset biçimlerinin, farklılıkların özne olarak yaşam bulacağı demokratik bir sistemin şekillendirilmesi gerekmektedir.
  • De Beauvoir, “özel olan politiktir” sloganı ile kadınların kişisel olarak yaşadıklarının aslında toplumsal yapının bir parçası ve sonucu olduğunu savunuyordu. Cinsiyetin, biyolojik bir özellik olmayıp, toplumsal bir örüntü olduğu tezini geliştirerek, cinsiyetin toplumsal/epistemolojik bir parametre olduğunu ortaya koydu.

ELİF AKGÜL ATEŞ

Postmodernizm, toplumsal gerçekliklerin çok boyutluluğunu savunan ve görecelilik kavramını öne çıkaran düşünce yöntemidir. Postmodernist düşünceye göre evrensel olarak kabul gören bir görüş yoktur, bir konuda farklı görüşler vardır ve bunları yok saymamak; farklı görüşlere kapsayıcı şekilde yaklaşmak gerekir.

Postmodern düşünce, modern düşüncenin rasyonel bilimsel kavramlarını sorgularken, hakikat ve gerçekliğin mutlak olmadığını, çoğul anlamlar taşıyabileceğini savunur. Modern bilimin evrenselci, düz ilerlemeci, tekçi, mutlakiyetçi anlayışını sorgulayarak, evrende kesiklik, parçalılık ilkesine karşı çıkar.

Pozitif modern düşüncenin dualite anlayışına karşı gelişen Post-Düalizm, ikili ayrımlara karşı çıkarken, varlıkları ikiye ayırıp onları zıt ve birbirinden farklı görmektense, her şeyin aslında birlikte ve karşılıklı bağımlılık içinde olduğunu savunur.

Postmodernist düşünceye göre, modern bilimin ve kapitalizmin evrenselci ideolojisi toplumsal sorunlara, eşitsizliğe çözüm olamamaktadır. Çünkü evrenselci yaklaşım, farklı toplumsal kimlikleri hakim kimliğin potasında eritir. Buna karşı yeni siyaset biçimlerinin, farklılıkların özne olarak yaşam bulacağı demokratik bir sistemin şekillendirilmesi gerekmektedir. O halde bu bağlar kendi öznel durumunu koruyarak birbiriyle ilişkilenmelidir.

Postmodern akımdan, Marksist düşünürler de etkilendi. Post- Marksizmin öncüleri Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe “sınıf”, “proletarya” gibi özcü ve indirgemeci marksist düşünceyi sorguladılar. Onlara göre, küreselleşmiş bir dünyada “evrensel sınıf” rolü oynayacak bir proletarya yoktur. Hiçbir sosyal yapı homojen olamaz. Toplumlar farklı etnik, inançsal, kültürel bileşenlerden oluşmaktadır. Toplumlar çok kültürlü bir yapıya sahip olduğuna göre, özgürlük ve eşitlik ilkeleri, tüm bu çeşitlilik arz eden sosyal ilişkilerin alanlarını kapsamalıdır.

Postmodern düşünce akımı siyaset, bilim, sanat, resim, roman, şiir, heykel gibi yaşamın birçok alanında yansıma buldu. Kadın hareketleri de bu düşünce akımından etkilendi.

Postmodern feminizmin doğuşu

19. yüzyılda Batı ülkelerinde ortaya çıkan, Birinci Feminist Dalga; eğitim, mülkiyet, seçme ve seçilme hakkı için mücadele verdi. Kamusal alanı dönüştürmeyi hedefliyordu.

1950’lerde yükselen İkinci Dalga Feminist Dalga , patriarkal kültürü sorgulayarak, kadınların kendi kimlikleriyle kamusal alanda var olmalarını savundu. İkinci Dalga Feminizmin öncüsü filozof Simone de Beauvoir toplumsal cinsiyet eşitsizliğini; “kadın doğulmaz, kadın olunur” sloganıyla özetleyecekti. De Beauvoir, “özel olan politiktir” sloganı ile kadınların kişisel olarak yaşadıklarının aslında toplumsal yapının bir parçası ve sonucu olduğunu savunuyordu. Cinsiyetin, biyolojik bir özellik olmayıp, toplumsal bir örüntü olduğu tezini geliştirerek, cinsiyetin toplumsal/epistemolojik bir parametre olduğunu ortaya koydu.

Ancak Birinci ve İkinci Dalga Feminizm, ataerkil hiyerarşik sistemi sorgularken toplumsal cinsiyet eşitsizliğini homojen, evrensel boyutta ele alıyordu. Cinsiyet eşitsizliği olgusuna evrensel yaklaşım, farklı toplumsal katmanlara ait kadınların yaşadıkları ayrımcılığı görünmez kılıyordu. 70’lerde yükselen Üçüncü Dalga Feminizm, toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorununa daha geniş bir perspektifle yaklaştı.

Feminist düşünür Kate Millett, 1970’de yazdığı “Cinsel Politika” kitabında, "eğer bir grup diğerini yönetiyorsa, ikisi arasındaki ilişki politiktir" tespitinde bulunur. Millett, cinsiyetler arasındaki ilişkinin bilinen tüm toplumlarda güce dayandığını ve bu nedenle politik olduğunu belirtir. Erkeklerin yaşamın tüm alanlarında, kadınlar ve kadınların cinsellikleri üzerinde tahakküm kurmasının evrensel ve her yerde karşılaşılan bir durum olduğunu savunur. 

Ev işi; patriyarkal sömürü şekli

Yine Christine Delphy, patriarkanın bir baskı sistemi olduğunu ve ailenin ekonomik sömürü alanı olduğunu savunur. Delphy, ev içi ekonomiyi kavramsallaştırarak, ev işinin patriyarkal bir sömürü şekli olduğunu ortaya koyarken, ‘kadınların ev içi ekonomide yaptığı işlerin bir değeri olmadığını söylemek bir illüzyondur, çünkü piyasa ekonomisi içerisinde değiş tokuş edildiğinde bu işler bir ücrete tekabül eder’ der. 

70'lerde yükselen Çokkültürlü Feminist hareket, cinsiyet eşitsizliği sorununun evrensel olmadığını, toplumların kendi içinde ırk, etnik yapı, inanç, sınıf, yaş, cinsiyet gibi farklı tabakalaşma unsurları ile meydana geldiğini ve feminist politika belirlenirken bunun göz önünde bulundurulması gerektiğini savundu. Bu aynı zamanda Postmodern Feminizmin doğuşuydu.  

Postmodern Feminizm, 1970’lerde Judith Butler öncülüğünde Julia Kristeva ve Luce Irigaray’ın felsefik çalışmaları sonucu şekillenmeye başladı. Feminizmin cinsiyet eşitsizliğine evrenselci, genellemeci, tektipleştirici yaklaşımının eleştirisi üzerinden yükselen Postmodern Feminizm, kadınların tek tip sorununun olmadığını, farklı kimliklerden, toplumsal katmanlardan kadınların eşitsizlik yaşadığını savunur.

Postmodern Feminizm, cinsiyetçi pozitivist modern bilimin savunduğu dualite tezlerine karşı çıkar. Bu akıma göre pozitivist modern bilimin temel aldığı düalizm, erkek kadın arasında tasarladığı düalizmdir. Çünkü kadını doğayla özdeşleştirirken, doğanın sömürülmesinin kadının sömürülmesi arasında bir bağ oluşturmaktadır.

Postmodern Feminizm, Klasik Marksist feministlerin cinsiyet eşitsizliği sorununa sınıf perspektifli yaklaşımını, Birinci ve İkinci Dalga Feminizmin soyut evrensellik, tekçi kavramına karşı çıkar. Bu akımları, sadece kadın kategorisine odaklanarak, farklı kimliklerdeki kadınları görmezden geldiği noktasında eleştirir. Çünkü toplumlar homojen değil heterojendir. Toplumda var olan özneler, içinde bulundukları toplumun tarih ve yerel kültürün etkisinde şekillenmiştir. Dolayısıyla bu kültürlerde kadınlar arasında farklılıklar bulunduğunun kanıtıdır. Kadın sorununa evrenselci yaklaşım, lezbiyen kadınların, siyah kadınların, "üçüncü dünya" ülkesi kadınların yaşadıkları ayrımcılığı görmemezlikten gelmektedir. Örneğin "üçüncü dünya" kadınları kendi halkları özgürleşmeden, kendilerinin tam olarak özgürleşemeyecektir. Varlık gerekçeleri olan kültürleri sömürülen, ezilen bir halkın kadınları nasıl özgürleşebilir? Kültürel kimlikler toplumsal dokular üzerinde şekillenmektedir. Bu durumda kadınların erkek egemen ideolojinin baskı, sömürüsüne karşı mücadele etmenin yanısıra, kültürel, coğrafi, ulusal, etnik, inançsal farklılıklarıyla yerel özgünlükler ile birlikte el alınması gerekmektedir. Dolayısıyla toplumlar çokkimlikli, çokkültürlü olduğuna göre, cinsiyet eşitsizliği politikaları belirlenirken bu çok boyutluluğun göz önünde bulundurulması kaçınılmazdır. 

Kadın ve toplumsal özgürlük mücadelesi

Postmodern feminizmin öncülerinden Judith Butler, toplumların mutlak gerçeklik değil, çoklu gerçeklikten oluştuğunu dile getirir. Butler bir özne kategorisi altında toplanmak, direnmek yerine, bizi birbirimize bağlayabilecek asıl şeyin ortak bir noktada buluşmak gerektiğini savunur. Bu anlamda Feministleri, kadınlar arasındaki farklılıkları görmeye ve kimlik politikaları hususunda daha demokratik ve özgürlükçü bir tavır almaya çağırır.

 Bu akımın öncülerinden filozof Hannah Arendt’de aynı şekilde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini tek boyutlu ele alan yaklaşımı eleştirir. Kadının çoğul kimliğini oluşturan tarihsel, kültürel, ulusal, sınıfsal, inançsal boyutun göz önünde bulundurulmasına dikkat çeker. Kadın özgürlüğü ile toplumsal özgürlüğü iç içe geçiren bir mücadele ve sistemini savunur.

Aynı şekilde Postmodern Feminizmin ve Postyapısalcı düşüncenin önemli isimlerinden biri olan filozof Helene Cixous hiyerarşi üzerine kurulu her türden düalist düşünce biçimlerini sorgular. Cixous’a göre, erkek egemen ideoloji karşıtlıklar üzerine şekillenmiştir. Kadınla erkek arasındaki ilişki doğa/kültür, zihin/kalp, biçim/madde gibi ikilikler kategorilerden oluşmaktadır. Bu ikili yapılar temelde batı düşüncesini yapılandıran ve onun siyasal düzenlemelerini belirleyen sıradüzenlerdir. Bu anlayış erkeğin egemenliğini pekiştirmektedir. Ataerkil toplumsal ve kültürel yapıdaki doğal ve değişmez olarak kabul gören yerleşik söylemler deşifre edilmeli, kadının gerçek kimliği ortaya çıkarılmalıdır.

2000'li yıllarda Kimberlé Crenshaw,  Çokkimlikli Çokkültürlü feminist perspektif ışığında, Kesişimsellik kavramını geliştirir. Crenshaw’a göre cinsiyet eşitsizliği, sosyal ilişkilerin komplike yapısının yansımasıdır. Dolayısıyla farklılıkları ele alırken birden fazla değişken ve durumun bir arada olabileceği ve kesişebileceği göz önünde bulundurulmalı. Cinsiyetçi bilgi, kimlikler arasında var olan iktidar ilişkileri vasıtasıyla üretilerek yayılır. Toplumda var olan adaletsizlikler ve eşitsizlikler, bu eşitsizliklerin arkasındaki iktidar ilişkileri sorgulanmalıdır.  Dolayısıyla cinsiyet, ırk, dil, din, sınıf, göçmenlik, engellilik gibi sosyal kategorilerin birbirinden izole ele alınamaz.

Kimliksel farklılıklara kesişimsel yaklaşmak

Crenshaw’a göre bu kategoriler arasında ara bağlantılar, katkı maddeleri, kavşaklar vardır. Eşitsizliği üreten kategoriler zincirin halkaları gibi birbirine geçirilmiş olarak içiçedir, birbirine kenetlidir. Toplumsal eşitsizliklerde eş zamanlı etkileşimi söz konusudur. Bu durumda toplumsal cinsiyet eşitsizliği, bu komplike yapıların etkileşimleri paralelinde eşitsizliğin irdelenmesi gerekmektedir.

Crenshaw, farklı tahakküm hatlarının nasıl kesiştiği, üst üste bindiği ya da iç içe geçtiğini trafikteki dörtyol kavşağı metaforunu kullanır. Buna göre bir cadde kavşağında trafik dört yandan gelmektedir. Bir kavşakta kaza meydana gelirse trafikteki herkes bundan etkilenir. Bu trafik kavşağında olduğu gibi toplumsal ayrımcılık dört yanda ilerlemektedir. Crenshaw, trafik kavşağını formüle ederken, siyahi kadının yaşadığı çoklu ayrımcılık durumundan esinlenir.

Postmodern Feminist hareketin öncüleri Brigitte Kossek, Juliet Williams, Nancy J Hirschmann Kesişim teorisini genişletir. Güç ve tahakküm ilişkilerinin sosyal kategorilerinin kavranması, çoklu ezilmeye maruz kalan kadınların kimliksel farklılıklarının kesişimsel bir perspektifle yaklaşılması, gerektiği üzerinde dururlar.

Nancy J. Hirschmann, Kesişimsel teoriyi tanımlarken, ‘tüm kadınların beyaz, siyah, Asyalı, Latin ne olursa olsun, ırkı olduğu gibi sınıfı, etnisitesi, dini vb. vardır ve ‘kadın’ olarak deneyimleri de bu saydığım farklılıklara göre değişkenlik gösterir. Kimliğimizin farklı görünümleri kesişir. Eğer feminizm kadınları temsil etmek için varsa, bu farklılıklarla ilgilenmek zorunda” der.

Kesişimsellik teorisi, çoklu kimliklerin baskılandığı, inkar edildiği Türkiye'de kadınların yaşadıkları çapraz ayrımcılıkta görüyoruz. Mesela Kürt kadının konumu girift kesişimlerle örülüdür. Crenshaw’ın trafikteki dörtyol/kavşak metaforu bağlamında bakıldığında Kürt kadınları çok boyutlu bir sömürü, baskılanma, dışlanmayla karşı karşıyalar. Kadın, Kürt, Alevi, yoksul olması onları farklı baskı ve ayrımcılık mekanizmalar ve kategorilerilerde ezilmesine yol açmaktadır. Ayrıca göçzede, lezbiyen, yada beden özürlü olduğunu düşündüğümüzde bu kategorilerin iç içe geçen, birbirini üreten, birbirini kapsayan çok bilinmeyenli bir denkleme dönüştüğünü görürüz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.