ABD’nin bundan sonrası?
Hatice ERGÜN Haberleri —
- Türkiye’de AKP’nin, ABD’de Trump’ın, Macaristan’da Orban’ın, Rusya’da Putin’in, Hindistan’da Narendra Modi’nin bıktıran iktidarı yerleşik olanın yıkıldığı bir evreye işaret ediyorsa tam da devrim zamanı değil mi? Bu ve benzer diğer ülkelerde hak-temelli kazanımların birer birer yok edildiği bir evre devrime işaret etmez mi?
5 Kasım’da ABD’de bir dönüm yaşandı. Aslında ülkenin kuruluşuna damgalı, özellikle 1990’lardan bu yana devam eden yönetsel dönüşümün, muhtemelen, son aşamasına geçildi. Donald J. Trump, 78 yaşında ABD’nin 47. başkanı seçildi. Halk oylamasında en fazla oyu aldı; Senato’da koltukların çoğunu sadık yandaş Cumhuriyetçiler kazandı ve yolda Temsilciler Meclisi var. Harris ve Demokratlar karşısında böylesine ezici bir zafer liberal demokrasi kriterlerine referansla meşru ve demokrasi pratiği açısından açılım sağlayıcı olarak yorumlanır.
Öyle mi? Trump gibi, 45. başkanlık döneminde her türlü anti-demokratik uygulamaya, cinsiyetçi iddiaya ve siyasal müdahaleye, ırkçı retoriğe, büyük sermaye yanlısı ekonomi politikalarına imza atmış, COVID-19 pandemisine bulanmış bir dünyada, ülkesinde çamaşır suyunu çare olarak göstermiş, kamusal alanlarda maske takmayı reddetmiş ve maske takılmamasını teşvik etmiş, kendi pandemiyle sınavını reddettiği sağlık gereklerini tavsiye eden sağlık personelinin güvenli, milyon dolarlık hizmetleriyle geçmiş, Biden’ın 46. başkan seçilmesine darbeyle karşılığı desteklemiş, yüksek yargıyı muhafazakâr çizgiye uygun yargıçlarla doldurmuş –ölene kadar Yüksek Mahkeme’de görev yapacak yargıçları tutucu gruplardan seçmiş– kadın düşmanı retoriğini hem önceki başkanlığı hem son seçim öncesi kampanyasında fütursuzca kullanmış bir şahsın dünyanın süper güçlüğünü iddia ve talep eden bir yönetimin başında olması demokrasiyi nasıl açar?
Demokrasi halkın katılımı esasına dayanıyorsa seçimlerle kısıtlanan katılımın, oy kullananların çoğunluğunun rızasını alması demokratik açılımı sağlar mı?
Tabii ki, hayır. Liberal demokrasiye içkin sorunlar bir yana, adı liberal olmayan demokrasi şartlar açısından daha da hayır.
Zira, tarih bize, seçimlerle, oy kullanmayla tanımlanan demokrasi pratiklerinin yol açtığı anti-demokratik uygulamaları, rejim dönüşümlerini ziyadesiyle gösteriyor. Söz konusu dönüşümler anti-demokratikliğin ötesinde faşizme göz kırpıyor, alan açıyor. Uzak geçmişe gitmeye gerek yok: Almanya’da Nazi rejimi, İtalya’da faşist rejim bir kenara itiliyor. Macaristan’da Victor Orban’la deneyimlenen ve nedense bilim insanlarınca faşizm tanımlamasında çekince yaşanan, keza, Türkiye’de AKP-R. Tayyip Erdoğan yönetimlerinin özellikle 2015 sonrasında kalın kalın öregeldiği faşistik uygulamaları, nezaketen olsa gerek ‘otokrasi’yle ve/ya da ‘illeberal demokrasi’yle ve/ya da ‘rekabetçi otoriterlik’le açıklamaya çıkan denemelerle yetinmeye itiliyoruz. Oysa, açık değil mi?
Ulus-devletler, imparatorluklardan özgürleşen kitlelerin halk değil ulusa doğru toparlanması arzusuyla halleşen devrimcilerin faşistik uygulamalarıyla kurulmadı mı? Bugün, içerisinden geçtiğimiz, çıldırtıcı düzeyde genelleşmiş ve yoğunlaşmış dönemde ulus-devletlerin yerini alacakları bekliyor olabilir miyiz?
Türkiye’de AKP’nin, ABD’de Trump’ın, Macaristan’da Orban’ın, Rusya’da Putin’in, Hindistan’da Narendra Modi’nin bıktıran iktidarı yerleşik olanın yıkıldığı bir evreye işaret ediyorsa tam da devrim zamanı değil mi? Bu ve benzer diğer ülkelerde hak-temelli kazanımların birer birer yok edildiği bir evre devrime işaret etmez mi?
ABD’nin bundan sonrası, gündelik hayatın konfor üzerinden işlediği, dolayısıyla devrimin salt Trump’ı seçenleri değil muhaliflerin çoğunluğunu rahatsız ettiği bir siyasal iklimde şahsiyetçiliğin, hıncın, ırkçılığın, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığının yükseldiği; hukukun lidere sadakat üzerinden kurulduğu ve işlediği, kuruluştan itibaren tanımlayıcı unsuru göç-vatandaşlık arasındaki pozitif bağ olagelen bir ülkenin göç reddine itildiği, şirket sermayelerinin, yüksek gelir gruplarının kazandığı politikaların tercih edildiği bir yönetimle tanımlanacak –hak-temelli örgütlenmelerin, taleplerin, iddiaların kriminalize edildiği bir yönetimle.
Maalesef tanıdık. Tanımanın, bilmenin böylesine iç kararttığı bir dönemde Ursula K. Leguin’in 2014 yılında, Ulusal Kitap Ödülleri törenindeki konuşmasında yaptığı tespiti -umudu korumak için- biteviye tekrarda fayda var:
"Kapitalizmde yaşıyoruz, gücü kaçınılmaz görünüyor –ama, öyleyse, kralların ilahi gücü de kaçınılmazdı. Her türlü insan iktidarına insanlarca karşı konulabilir ve bu iktidar değiştirilebilir. Direniş ve değişim çoğunlukla sanatta başlar. Daha sıklıkla, bizim sanatımızda, kelimelerin sanatında."