Kadınlar özgür olduğunda

Hatice ERGÜN Haberleri —

  • Toplumun eril şiddetle dolu gidişatında hayatta kaldıkça özgürleşmenin değerini fark ediyoruz; hayatta kalmayı becerdikçe, bunun ancak birlikte hareket ederek mümkün olduğunu tekrar tekrar öğrendikçe özgürleşmeye doğru bir adım daha atıyoruz. 

 

Yaşadığım şehir ziyadesiyle rüzgârlı, sıklıkla fırtınalı. Rüzgârın özgürleştirici hissi hep bizimle. Özgürlük gibi sersemletici etkisi de. Bir bakıma, cüret istiyor özgür olmak. Simone de Beauvoir’ın bahsettiği türden bir cesaret gerektiriyor. Konfor alanının sınırlarını zorlamak, o sınırların dışına adım atmak, ötesindeki uçsuz bucaksız ve hiçbir zaman tekin olmayan alanda iradenizin risklerle hesaplaştığı bir yaşama geçmek anlamına geliyor. Eril gücün belirlediği, kurallarını dayattığı bir dünyada tehlikeli. Narin Güran’ın kaybedildikten 19 gün sonra bulunan cesedi henüz özgürlüğün iradesine, gücüne ulaşma hamlesine geçmek için fırsat alanlarıyla karşılaşmamış bir kız çocuğunun bedeninde simgelenen cins kırımının bu topraklardaki son örneklerinden.

Sokaklarda özgürce dolaşan insanları ve hayvanları silmeye çıkan bir kurumsal iktidarın ve onun akıl karmaşasına teslim olmuş bir güruhun eliyle her gün bireysel görünümlü toplu cinayetlerin işlendiği bir memlekette yaşamak cesaretin ötesinde cüreti gerekli kılıyor. Kant’ın aklı insanlığın merkezine yerleştiren yaklaşımının ünlü ifadesinde olduğu gibi bilmeye cüret etmek gerekiyor. Bilmek, düşünmek, düşündüğüyle hareket etmekte odaklanan Kant için düşünen insanlar salt mülk sahibi erkekler olsa da kadınların hak talepleri eril düşüncenin sınırlarını hep zorladı, zorlar.

Dünya genelinde bir akıl tutulmasının yaşandığı tarih dilimindeyiz. Devletler tarih boyunca şiddetsiz olmadı; hukuk devleti denen mekanizma hiçbir zaman şiddeti engelle(ye)medi, Marx’ın tespitiyle burjuvanın, feminist tespitle muktedirin hukuku olageldi. Sanırım, pratikteki ince çizgi hangi güç mekanizmalarının hak talepleri için eğilip bükülebildiği, manipüle edilebildiği sorusuyla, şekilleniyor. Bugün birçok ülkede eğilip bükülebilecek yönetim araçlarının, usullerinin ortadan kalktığını görüyoruz. Artık gizliliğe başvurmadan açılan bir şiddet sarmalı var. Şiddetin farklı formlarıyla -fiziksel, psikolojik, ekonomik, iletişimsel- gündelik hayatımızda karşılaşmak rutinleşti. Literatürdeki tanımıyla savaşlar devam ederken marjinlerdekiler, marjinlerde tanımlananlar ve marjinlere itilenler her gün hayatta kalmaya çalışıyorlar. Tam da buralarda yeşermiyor mu, umut? Toplumun eril şiddetle dolu gidişatında hayatta kaldıkça özgürleşmenin değerini fark ediyoruz; hayatta kalmayı becerdikçe, bunun ancak birlikte hareket ederek mümkün olduğunu tekrar tekrar öğrendikçe özgürleşmeye doğru bir adım daha atıyoruz. Şiddete rağmen devam eden kadın hareketlerinin etkisi bu açıdan önemli; kadınların gücünü açığa çıkaran anları görmemizi sağladığı için değerli.

Yakın tarihten iki sahne: Mayıs 2016’da Can Dündar’ın Erdem Gül’le MİT tırları hakkında yaptıkları haber nedeniyle yargılandığı davanın karar duruşmasında ara verildiğinde, Dündar’a silahla yaklaşan saldırganın üstüne tereddütsüz yürüyen Dilek Dündar ve vurulma tehdidi karşısında doğal tepkisiyle bir başkasının arkasına geçen Can Dündar. Can Dündar’ın tepkisi ne kadar doğalsa Dilek Dündar’ın tepkisi o kadar güçlü. Bu, özen ve ona eşlik eden yaşamsal sorumlulukla alâkalı. Birlikte yaşamanın bilinciyle. Nafile cesaretle değil, bilmenin yanı sıra bildiğini yaşamına entegre etmenin cüretiyle.

İkinci sahne bu yazdan. Ahmet Şık’a konuşmasının hemen akabinde şiddet dışında pek bir meclis kaydı olmayan Alpay Özalan’ın saldırısı sırasında Şık’a destek için ilk koşan Gülistan Koçyiğit, fiziksel şiddete maruz kalıyor. Kadınların birlikte deneyimlerinin çarpıcı ve bu kez daha net bir örneği. Şiddete uğrayanla aranızda organik bir ilişki, aile bağları, kişisel yakınlık olmasına gerek yok. Özen bu tür ilişkilenmeleri aşıyor; birarada yaşamanın imkânını sunuyor.

Her iki kadını ortaklaştıran şiddet karşısında korkusuzlukları değil; şiddet karşısında özenli tutumları, hayata dair sorumlulukları. Düşüncesinde kadınları rasyonaliteye sahip olmadıkları gerekçesiyle vatandaşlık dışında tutan Aristoteles’e, Marcia L. Homiak’ın okumasıyla bakarak kendi içinden doğru reddedelim: ‘Makul bağımsızlık Aristoteles’in erdemli insanın … psikolojik durumudur. … psikolojik açıdan güçlü ve makul insanlar -kendilerinin ve başkalarının hayatlarından zevk alan, öz-saygılarına zarar vermeden [ve baskıya dönüştürmeden] özenli ve düşünceli olan, bağımsızlığı arkadaşlık ve ilişki bağlarını güçlü ve süreğen kılarak’ deneyimleyen insanlar.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.