Ben-merkezciliğin diktatörlük eğilimi
Abdurrahman AYDIN yazdı —
- Günümüz Türkiye’sindeki ideoloji ve propaganda üretim süreçlerinde artık kuşku ve belirsizlikleri giderme çabasına da gerek duyulmuyor. Artık öyle bir yüzsüzlük hali…
Felsefe tarihi, malumdur, felsefi söylemin karşısına sofist söylemin yerleştirildiği bir çatışmayla başlatılır genellikle. Daha doğrusu, felsefi söylem, sofist söylem karşısında alınmış bir pozisyonun, kendisini düşüncedeki bir revizyon olarak sunmasıdır. Elbette yanlış değildir bu, fakat bu durumu modern birey ve modern rasyonalite çerçevesinde ele alırsak bizzat felsefi söylemin kendisinin politik bir program da olduğunu gözden kaçırma riski var. Yani politik bir program içeren daha geniş bir felsefi yelpazeden değil, bizzat kendisi politik bir program bir felsefeden söz ediyorum. Bu politik boyut ıskalandığı içindir ki tuhaf bir paradoksla, bir yandan sofistlerden nefret ederken diğer yandan da Descartes’ı ve Kant’ı göklere çıkaran ilginç bir ‘ideolojiyle’ karşı karşıya bulabiliyoruz kendimizi. Çünkü politik ve tarihsel boyutları devreden çıkardığınızda, saf bireye ve saf bireyin rasyonalitesine çapa attığınızda, sofistler ile modern felsefe arasında o kadar da uzun boylu bir fark yoktur.
Düşünceyi üzerine yükselteceğimiz bir temel olarak “Düşünüyorum, o halde varım” diyen Descartes ile “İnsan her şeyin ölçüsüdür” diyen sofist Protagoras gerçekten çok uzak düşürülebilir mi bu bakımdan? Protagoras’ın hazır bir ‘ben’i öne sürdüğü, Descartes’ın ise epey derin düşünme pratiklerinden sonra bu ‘ben’e vardığı söylenebilir. Eee? Bu ‘ben’ bir maşukun peşine düşer gibi peşine düştüğüm, ben’den ayrı bir şey midir ki? Ben’in dışında mı bulunmuştur bu ben? Descartes ve modern felsefe ile sofist söylem arasına bir farkı ancak tarih ve politika aracılığıyla yerleştirebiliriz. Onları farklı kılan, ben’e yaptıkları çağrının tarihsel ve politik bağlamıdır; yoksa en nihayetinde varlık olmak bakımından varlığın ölçütü olarak her ikisi de bir ‘ben’i ileri sürmektedir.
Descartes düşüncesi, yine malumdur, solipsist olmakla, yani tek-benci olmakla eleştirilmiştir haklı olarak. Yani Descartes’ın öznesini, felsefi tabirle ego cogito’yu bir diktatör olmaktan alıkoyan da bu kendine kapalılığıdır. Grek sitesinin kendi yapısı gereği zaten Protagoras’ın öznesinin kendine kapalı olma olasılığı yoktur. Her şeyin ölçüsü olan, ama kendine de kapanamayan bir ben, kendisini başka benlerin de ölçütü olarak öne sürdüğünde diktatör kişilikle karşı karşıyayız demektir. Felsefenin politik bir program olarak belirmesi de (özellikle de Platon’la birlikte) bizzat siteyi tehdit eden bu diktatör eğilimi kesintiye uğratma çabasıyla iç içe gelişir.
Modern siyaset teorisi ise bu felsefi ve aynı oranda politik soruna, bireyin özerkliği fikriyle bir yanıt geliştirmeye çalışıyordu. “Düşünüyorum, o halde varım” önermesinin yerini “Düşünüyorum, o halde varsınız” önermesinin almasının önüne geçmek, ancak bu ‘sen’in bireysel özerkliği garanti altına alınırsa mümkündür. Dolayısıyla en nihayetinde felsefi nitelikli bir soruna politik bir ‘haklar ve özgürlükler’ manzumesiyle çözüm getirilebiliyordu. Bir ben ile bir başka ben arasındaki felsefi temas da imkânsız olduğundan, modern dünyada felsefe bir anlamda ölü doğmuş oluyordu. Belki de Sloven felsefeci Zizek, Batı akademiyasının üzerinde dolaşan bir hayalet olarak Descartes’ın öznesine işaret ettiğinde, bir ölünün dirilere musallat olmasına da işaret ediyordu, belki farkında bile olmadan, kim bilir?
“Düşünüyorum o halde varsınız” politik bir önermedir ve egemenlik talep eder. İnsanların düşünmemelerini ister; çünkü öyle ya da böyle, düşünmek var olmaya, gide gide özne olmaya başlamaktır, bir yandan da. Walter Benjamin, modern öznenin sofist eğilimlerini Brecht üzerine yazdığı yazısında eleştiri konusu yaparken, yerine düşünmenin eleştirisini yapar. Brecht’in bir oyunundaki Bay Keuner karakterinin soğuk ve namuslu akılcılığının ne işe yaradığını sorarak şöyle yanıtlar: “İnsanların önder, düşünür veya politikacı denen kişilere, onların kitaplarına ve nutuklarına hangi varsayımlarla bağlandıklarını kendilerinin görmelerini sağlamaya. Çünkü, amacı bu varsayımları olabildiğince sarsmaktır. Bu varsayımlar demetimi bir arada tutan bağ bir kez çözülmeye görsün, hepsi dağılıp gider. Bu bağ, bir yerlerde her şeyin eksiksiz düşünüldüğüne ve bizim de buna bel bağlayabileceğimize duyulan kesin inançtır. Böyle görevleri olan ve bunun için para alan insanlar, bütün diğerleri için düşünürler ve işlerinin uzmanıdırlar; hiç durmaksızın geride kalmış kuşku ve belirsizlikleri temizlemekle meşguldürler.”
Hoş, günümüz Türkiye’sindeki ideoloji ve propaganda üretim süreçlerinde artık kuşku ve belirsizlikleri giderme çabasına da gerek duyulmuyor. Artık öyle bir yüzsüzlük hali…