Dört krize bir yanıt olarak islamcılık
Abdurrahman AYDIN yazdı —
Bu topraklarda Kurtuluş Savaşı addedilen savaşların asli niteliğini, yerleşik güçler arasındaki ‘dinsel bir çatışma’ olarak okumak mümkündür. Yani hiç de öyle emperyalizme karşı verilmiş bir mücadele söz konusu değildir; zaten Birinci Dünya Savaşı da öyle yerli halklarla emperyalist güçler arasındaki bir savaş değil, ‘emperyal’ güçler arasındaki bir savaştır. Eh, o ‘biz’ denilen de bu savaşta yerini almış, kaybetmiştir, hepsi bu. Kurtuluş Savaşı denilen çatışmalar ise daha ziyade emperyal dünyada kendine bir yer açabilmek ya da tutunabilmek için yaşanmış çatışmalardır. Önce Ermenilere karşı, ardından da Rumlara karşı… İlki bir savaş niteliği alamadı, çünkü Ermeniler ‘gafil’ avlanmışlardı. Sistematik bir pogromdur burada söz konusu olan. Bu çatışmalar ‘dinsel’ bir söylemle kuşatılmışlardır; bunu da ıskalamamak gerekir.
Yani bu çatışmalarda seferber edilen ideoloji, Roma’dan sonra bu topraklarda oluşan nüfus dağılımının son bir hesaplaşması ideolojisi içerisinden şekillenen bir ideolojidir. Yeri gelmişken, uzun süre Aleviler hakkında kıtallerinin vacib olduğu fetvaları verilegelmişken, on dokuzuncu yüzyılda ‘onlar da Müslüman’ addedilmişlerdi; çünkü Aleviler Müslüman sayılmayınca Anadolu’daki Müslüman nüfus azınlıkta kalıyordu.
Birinci Dünya Savaşının ardından gelişen çatışmalarda İslami bir söylemin seferber edilmesi, kaçınılmaz bir biçimde, Mustafa Kemal’i İslamcıların gözünde bir ‘haine’ dönüştürecekti. Hiç uzatmadan, kullanılmışlardı çünkü. Savaşı onların söylemi kazanmıştı, ama hem iktidar el değiştiriyordu, hem de rejim değişiyordu. Oysa azıcık derinlik sahibi olabilseler, zaten en başından beri bir ‘etnos’un, Türk etnosunun merkeze alındığını, bütün bu ideolojik ve çatışma seferberliklerinin en nihayetinde Türklere tutunabilecekleri bir yer arayışından, bu yeri hep olageldiği üzere çatışma ve zorbalıkla elde etme, tutma arayışından kaynaklanmış olduğunu da görebilirlerdi. Ama tam bu anda da ola ki kendi ‘seçilmişlik’ duygularıyla yüzleşmek zorunda kalır, bu biçimiyle İslami kimliğin bizzat kendisine ırkçılığın damgasının kazınmış olduğunu görürlerdi. ‘Düşman ve hain Atatürk’ imgesi bu kimliğin yanılsamalı istikrarına hizmet ediyorken, var güçleriyle bu ‘düşman fikrine’ tutundular elbette. Aldanışı sürdürmenin en iyi yolu ‘düşmandır’; hele de modern toplumlarda, düşman yoksa bile icat edilmelidir.
Modernist Kemalist kadroların ‘ihaneti’ modern bir ulus projesinde cisim kazanıyordu. Savaşın söylemi terk ediliyor, yerine bir Türklük anlatısı ve mitolojisi yerleştiriliyordu. Bu raundu bu kadar kolay kazanabilmelerinin nedeni, İslamcıların kendi suç ortaklıklarını kabullenemiyor olmalarından kaynaklanıyordu. Kendine toz kondurmamanın çok özel bir biçimi… Eğer bu haliyle bir düşman ya da hain varsa, o aynı zamanda bir günah keçisidir de. Her şeyi ona yükler, masum olduğunuzu ileri sürebilirsiniz. Tıpkı bugün Kemalistlerin aldığı konum gibi… İslamcı iktidarın pespayeliği sanki Kemalizm’in bütün günahlarının üzerini örtüyormuşçasına bir konum… Aynı pişkinlik!
Bu karşılıklı körlük daha derinlerde, gizli bir yerlerde saklı bir ideolojik işbirliğini açığa vurmuyor mu biraz da? Çünkü ötekinin maskesini düşürdüğü anda düşen şeyin aynı zamanda kendi maskesi olduğunu da gizliden gizliye sezmekte olan özneler bunlar. Komploculuğa düşmemeye de gayret ederek, bu gizli işbirliğinin güncel görünümünü nerede aramak gerekir?
Homi Bhabha 1994’te yazdığı “Anksiyetik Milletler, Asabi Devletler” başlıklı yazısında, o dönemin bir köklü istila altında olduğunu saptamıştı: Bütün siyasal gündemimiz on dokuzuncu yüzyıl sonlarıyla yirminci yüzyıl başlarının siyasal gündemlerinin istilası altındaydı. Bu da ona göre zamansal bir türbülans yaratıyor, saçma sonuçların ortaya çıkmasına neden oluyordu. Günümüz Türkiye’sinde de televizyon dizilerinden araba arkası yazılara kadar arz-ı endam edenin Abdülhamit ve Osmanlı olması, tam olarak böylesi bir türbülansa işaret ediyor. İnsan maruz kaldıkça vıcık vıcık bir çamura belenmiş gibi hissediyor kendisini. Bu vıcık vıcık istila neden o halde?
Kişisel kanaatim, bir toplumsal-siyasal bünyenin, yani her şeyiyle Türk-İslam topluluğunun kolektif bilinçdışının tam da Türklük ethosunun ve mitolojisinin krize girdiği bir dönemde ‘başlangıç’ ya da ‘köken’ güncellemesi konumunu almış olduğu yönünde. Yani tarih çalışmaları Kurtuluş Savaşı anlatısını krize soktu; Kürt ayaklanması tek dil ve tek millet söylemlerini krize soktu ve bu krizler çok köklü bir anksiyetenin de görülmesine yol açtı: Vatansızlık korkusu! Dört ayaklı büyük bir krize verilmiş bir yanıt olarak görmek gerekiyor belki de mevcut İslamcı iktidarı. Yani Kurtuluş Savaşının (!) hemen öncesine bir dönüş gibiydi adeta İslamcı iktidarın yükselişi. Son zamanlarda çeşitli röportajlarda okuduğumuz ‘Misak-ı Milli’ hatırlatmaları da bu temele işaret ediyor. Daha öncesinde İkinci bir Kurtuluş Savaşı verdiklerini de söylemişti iktidar sahipleri. Ters yüz olmuş bir aynaya baktıkça İttihat ve Terakki kadrolarını görüyor mudur acaba bu İslamcılar?