Plastik mi bu canlar?
Abdurrahman AYDIN yazdı —
- Önce basit bir haz nesnesi olarak kadın ve ardından da ‘hayatını’ tehdit eden bir tanık olarak kadın… Erkeklik sözleşmesi böyle kuşatmaya çalışıyor olayı. Fakat belli ki Gültekin’in hayatı hayattan sayılmıyor burada.
Bazı yaşananların münferit birer olay olmadıklarını, neredeyse yapısal düzeyde bir çürüme halini ortaya koyduklarını, belki kökensel bir çürümeye, yani zaten en başından beri orada mevcut bir çürümeye işaret ettiklerini az biraz görmek için gerçekten daha ne olmalı?
Geçtiğimiz hafta, malum, Muğla’da vahşice işlenen bir kadın cinayeti haberiyle, bir kere daha sarsıldık. Doğrusu, eğer bunları toplum olarak bir biçimde göğüsleyeceksek, kimsenin insan içine çıkacak yüzünün kalmamış olması gerekiyor artık, ama kendiliğinden bir biçimde dört bir yandan seferber olan imgesel-simgesel öğeler yeniden bir kadın cinayetini ‘münferitleştirmeye’ de hizmet etti/ediyor. Neredeyse iliklere işlemiş bir çürüme haliyle her karşılaştığımızda, çoğunlukla ilk refleksimizin, yaşanan vahşette pay sahibi olmadığımız yönünde bir kıpırtı olması ilginç değil midir? Yani bu tür bir olay karşısında ilk peşin kendi ayrımının altını çizmeye yönelen bir özne, bir cinayetin bile erişemediği bir öznellik biçiminin içerisine doğru geriye çekilmekte değil midir en nihayetinde? Burada bile, hala kendisiyle meşgul değil midir bu özne? Katili tarafından yok edilmesi gereken bir ‘delile’ indirgenerek öldürülmüş Pınar Gültekin. Bu olay karşısında, bir geriye çekilme jestinin, kendi ayrımını işaretleme jestinin kendisi de yine Gültekin’in artık o hayaletimsi sıfatıyla ‘görmekte’ olduğu ya da görünür kıldığı bir şeylerin üzerini örtmeye dönük jesti, katilin jestini tekrarlamaz mı? Ölürken bile, hayatını kaybetmişken bile düşünme alanına giremeyen bir Gültekin… Nasıl duvarlardır bunlar?
Sosyal medyada yine kimi alçak ifadelere denk de geldik. “Su testisi su yolunda…” gibi, maktulün ölümünden bizzat onu sorumlu tutan, gerçek suçlunun üzerini örten, onu gözden saklayan, dolayısıyla da sembolik bir suç ortaklığı paktını, bir tür gizli Erkeklik Sözleşmesini hem öne süren, hem tahkim eden konumlardan beyanlar… Bu alçaklık, Pınar Gültekin’i gittiği (ya da belki gidemediği) yerden, ölümün diğer tarafından bu tarafa çağıran, öldürülmesini hesabını vermesini ondan isteyen, dolayısıyla ‘öldürülme’ suçuyla onu sembolik bir mahkemeye çıkarmaya çabalayan bir alçaklıktır. Bu alçaklığı ne yazık ki tanıyoruz.
Sivas Katliamında da seferber olmuştu bu dil; Roboskî Katliamında da seferber olmuştu; Özgecan Aslan cinayetinde de… ‘Terörist’ imgesinin, kendisine her şeyin yapılabilir olduğu bir ‘figür’ olarak inşa edilişinde devreye sokulan Türklük ve Erkeklik Sözleşmelerinin hem öne sürülmesinden hem de tahkim edilmesinden bağımsız düşünülebilir mi bu? Gültekin’in zihnimizdeki fotoğrafının yanına Kevser Eltürk’ün sokakta yatan cansız bedeni de ilişmez mi? Ya da kaç Kaside kaldırabilir Lokman’ın cenazesini? Hangimizin gücü yeter onun tabutuna omuz atmaya?
Bu sembolik duvarlar, birilerini ‘üzme’ pahasına söylüyorum, Cumhuriyet’in kuruluşunda mündemiç. Hiçbir ahlaki ta da siyasal kategoriyle dolayımlanması mümkün olmayan bir tür saf şiddetin, bir tür çıplak çatışmanın tekrar tekrar belirmeleri, yinelenmeleridir bu olaylar ve varoluşlarını tesis eden sınırlar, yani sembolik duvarlar tam da hakkında konuşulamaz kılınmış şeyler hakkındaki suskunluktan yükselir. Bu görünmez bariyerler nasıl ki bir ‘gerillayı’ kendisine her şeyin yapılabilir olduğu bir nesneye indirgeyen bir söylemi ayakta tutageldiyse, buradan türeyip gelişen Türk-Erkek-Milli kimliği de varlık bulduğu her yerde bunun suç ortaklığını yaptı, yapmaya da devam ediyor.
Önce basit bir haz nesnesi olarak kadın ve ardından da ‘hayatını’ tehdit eden bir tanık olarak kadın… Erkeklik sözleşmesi böyle kuşatmaya çalışıyor olayı. Fakat belli ki Gültekin’in hayatı hayattan sayılmıyor burada. Hayat neyse artık, katilin yaşadığı şey. Hayat sahibi olmayan birini öldürmek de mümkün olmadığına göre, bir tanık ya da bir delil olarak ‘tesirsiz hale’ mi getiriyordu bu katil Gültekin’i? Tanığın gördüğü şey artık ne denli tehditkâr ise, önce tanığı ve ardından da bir tanığın varlığına, var olmuşluğuna işaret eden bir ‘delil’ olarak cansız bedenini ortadan kaldırmaya dönük bu girişimin, Kürdistan’da kırk yıldır yasal çerçevelerde yahut gayriresmî haller içinde yürürlükte olan ‘istisna haliyle’ doğrudan bir bağı yok mudur gerçekten? Türklük Sözleşmesi denilen şey, en temel dayanağını bir tür gizli Erkeklik Sözleşmesinden almaz mı en nihayetinde?
Bir kere daha Robert Musil’in Genç Törless adlı kitabı düşüyor aklıma. Bu küçük kitabın ‘hikâyesi’ son derece nitelikli bir burjuva yatılı okulunda geçer. Bu okulda, bir sonraki dönemin diktatör kişiliklerinin nüveleri olarak da değerlendirilmiş olan iki öğrenci, Reiting ile Beineberg ‘kız gibi güzel bir çocuk’ olan Basini’yi hırsızlık yaparken yakalarlar. Yine bu okulda, yerini Reiting ile Beineberg dışında kimsenin bilmediği gizli bir küçük oda vardır. Bu odada Basini’ye akıl almaz işkenceler yaparlar. Onu köleleştirir, istedikleri gibi yönetebilecekleri birine dönüştürürler. Bütün bu işler arasında ikili arasında bir yandan da kötücül bir rekabet vardır. Rekabet, Basini’nin ruhuna kimin daha çok nüfuz edeceği, kimin onu daha itaatkâr, iradesi bütünüyle kırılmış bir figüre dönüştüreceği hususundaki bir rekabettir.
Bu olayların içine sürüklenen Törless, bir dünyanın gözlerinin önünde çöküp gitmesine tanıklık etmektedir. Çünkü bu oda ‘yasa’nın dışındadır ve Törless şunu düşünmekten alıkoyamaz kendisini: “Eğer bu odada her şey mümkünse, her yerde her şey mümkün demektir.” İstisnayı bir odaya kapatamazsınız. Bu kitapta, insanı bütünüyle yıkıma sürükleyen bir iktidardan alınan sapık zevkin kendini tam da modern bir ideal olarak seçkin bir yatılı okulda göstermesini betimlerken, henüz Hitler’in iktidara gelmemiş olduğu bir Almanya’da bile ‘toplama kamplarının dehşetinin’ nasıl oralarda bir yerlerde olduğuna işaret ediyordu. Sapık bir zevktir iktidarın zevki, taklit yoluyla öğrenilir.