Devlet yol vermeden linç olmaz!

Dosya Haberleri —

Mültecilik / Foto: Ruşen Takva

Mültecilik / Foto: Ruşen Takva

Yazar Ferda Koç ile Suriyeli göçmenlere saldırıyı ve muhalefet ile sosyalistlerin nerede durduklarını konuştuk.

  • Türkiye'de neo-faşizm zaten iktidarda. Batı Avrupa ile kıyaslamak yerine Macaristan, Hindistan, Filipinler tipi neo-faşizmlerle kıyaslamak gerekir. Göçmen düşmanlığının AKP karşıtı muhalefet içindeki gelişmesi de bir “kriz yanıtı”. Ancak bu yanıt, muhalefeti en karşı gibi göründüğü noktada iktidara yedekleyen bir işlev görüyor.
  • Türkiye'nin işgal ettiği bölgeleri görünüşte Suriye hükümetine devredip, Rojava Kürtlerine karşı birleşik güçlerle savaşa girişme isteğinde olduğu sezgisine sahibim. Yani kısa dönemde gerçekleştirilemeyecek olmakla birlikte uzun dönemde Rojava'ya karşı bir Türkiye-Suriye ittifakı arayışı olarak anlıyorum.

ERDOĞAN ALAYUMAT

Türkiye’de mülteci düşmanlığı uzun yıllardır var. Son yaşananlar ise ülkede gelişen ırkçılığın ve mülteci düşmanlığının boyutunu gözler önüne serdi. Türkiye kentlerinden biri olan Kayseri’de geçtiğimiz pazar günü Suriyeli olduğu iddia edilen bir kişinin kız çocuğunu taciz ettiği iddiasının duyulması ile birlikte kent karıştı ve kentte mültecilere ait evler, iş yerleri yağmalandı, arabaları kundaklandı. Bu olaylar Türkiye’nin başka kentlerine de sıçradı. Antalya'nın Serik ilçesi evine giden 17 yaşındaki Ahmet Handan El Naif ırkçılar tarafından işkence edilerek katledildi.

Türk İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın yaptığı açıklamaya göre ırkçı olaylara karışan 474 saldırgan gözaltına alındı. Gözaltına alınan saldırganların 286’sının cinayet, yaralama, hırsızlık, nitelikli cinsel taciz, yağma, gasp, uyuşturucu satıcılığı gibi suç kayıtları olduğu açıklandı. Kayseri’deki olaylardan sonra göçmen karşıtlığı ve ırkçılık tartışmaları gündemin ilk sıralarına yükselirken, AKP'li Cumhurbaşkanı Tayip Erdoğan yaşanan olaylardan muhalefeti sorumlu tuttu. Erdoğan’ın gazetecilere, “Türkiye ile Suriye arasında yeniden diplomatik ilişkiler kurulmaması için hiçbir sebep yok" açıklaması ardından gelişti. Açıklama, Erdoğan Suriye politikasında “u” dönüşü yaptığı şeklinde yorumlanırken; Suriye’de Türkiye’nin işgali altında olan Ezaz, Cerablus, El Bab ve Efrîn gibi yerlerde cihatçı çetelerin Türk kamu binalarına, Türk askerlerine saldırması ve Türk bayraklarını yakması ile karşılık buldu.

Linç ve devlet politikası, Türkiye’nin Suriye çıkmazı, mülteci düşmanlığı, muhalefet ve iktidarın kullandığı dil, sol ve sosyalistlerin oynadığı rol ve Erdoğan’ın Suriye politikasına ilişkin Yazar Ferda Koç ile konuştuk.

 

Ferda Koç

 

Türkiye toplumunda her an 'öteki' gördüğüne karşı fitillenmeye hazır bu öfkeyi, saldırı dalgasını nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’de linç bir devlet politikası mı?

En sondan başlayalım; Türkiye'de devlet yol vermeden bir nüfus grubuna yönelik kitlesel linç hareketi olmaz, olamaz. Devlet 6-7 Eylül pogromu, Maraş katliamı, Sivas katliamı gibi kitlesel linç hareketlerinin tamamının örgütleyicisidir. “Vatandaş tepkisi” bütün bu katliamlarda devletin parmağını gizlemeyi sağlayan toplumsal zafiyettir. “Linç kültürü” olarak tanımlanan ve bir nüfus grubunun tehdit olarak işaretlenmesine dayanan bu toplumsal zafiyet 150 yıllık nispeten yakın bir tarihin ürünüdür.

Ermeniler, Rumlar, Aleviler, Kürtler gibi büyük ulusal, dinsel grupları hedefleyebileceği gibi, Komünistler, HDP'liler gibi politik grupları, LGBTİ’ler gibi toplumsal cinsiyet kümelerini de hedef alabilir. 19. yüzyılın ortasından itibaren izlenen egemen sınıf politikalarının bir parçası olan soykırımlar ve pogromlar içerisinde devlet eliyle geliştirilmiştir. Cumhuriyet, yaklaşık 150 yıl süren ve toplumun Sünni-Hanefi çoğunluğunu suç ortağı haline getiren dinsel arındırma hareketinin sonuçlarını kalıcılaştırmış, “devlet aklı”nın “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” tamlamasında ifadesini bulan kırmızı çizgisi haline getirmiştir.

Türkiye'nin birçok ilinde hemen hemen aynı anda başlayan ve Suriyeli mülteci ve göçmen işçilerin yoğun olarak bulunduğu illere yayılan saldırıların devlet eliyle harekete geçirilmiş olduğu apaçık ortadadır. Arkasındaki planın ne olduğunu, bir şeyi örtmeyi, iç ya da dış bir politik amacı gerçekleştirmeyi hedefleyip hedeflemediğini bilmiyoruz. Gözümüzün önündeki iç ve dış politika meselelerindeki zamansal örtüşmelere bakıldığında birden fazla senaryoyla uyumlu bir kışkırtma bu. Ama linç hareketlerinin bu kadar çok sayıda politik sorunun çözümü için kullanılabilecek bir “alet” haline gelmiş olmasının kendisi bugünkü rejimi anlamamız için bir anahtar niteliğinde.

 

 

Mültecilere yönelik linç girişimleri konusunda iktidar muhalefeti, muhalefet iktidarı suçluyor. On yılı aşkın süredir AKP-MHP iktidarı, Suriye’de işgal ve savaş politikalarını sürdürürken buna karşı muhalefetin siyasal programı genel seçimler sürecinde bir ‘seçim vaadine’ dönüşen ‘mültecileri geri gönderme’ söylemi etrafında şekillendi. Her iki tarafın tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Faşist, neo-faşist “muhalefet” partilerin siyasetini anlamak mümkün. Kendisine “sosyal demokrat” nitelemesini yakıştıran CHP muhalefetinin “mülteci sorunu” olarak adlandırılan sorunda “göçmenler dışarı” toptancılığına kapılmasının tek açıklaması var: CHP'nin devlet tapıncı. CHP, AKP'nin dış politikasını, özellikle de “güvenlik” politikasını “devlet politikası” olarak kutsuyor. Yıllardır AKP'nin içinde debelendiği Suriye yenilgisini yönetmek için kullandığı Kürt kartı karşısında gözüne fener tutulmuş tavşan gibi donup kalıyor; Suriyeli göçmenler sorununun membaını oluşturan Suriye'deki işgalci konumunu, cihatçı işbirlikçilerin TSK'nın bir parçası haline getirilmesini sorgulayamıyor. Bunları “Kürt tehdidi” ne karşı devletin zorunlu yanıtı olarak görüyor ve sineye çekiyor. Böyle olunca da göçmen sorunu savaşın değişik veçheleri üzerinden ayrıştırılarak ele alınmıyor, bir “nüfus sorunu” olarak tanımlanıyor.

İktidar bu konuda CHP'den çok daha bilinçli bir siyaset izliyor. “Savaş mağduru göçmenlere sahip çıkma” söyleminin arkasına cihatçı çetelerle kirli iş birliğini gizliyor. Gücünün önemli bir bölümünü aldığı “Anadolu Kaplanları” orta sanayicilere de göç etmek zorunda kalan milyonlarca Suriyeli sığınmacıyı ucuz işgücü deposu olarak sunuyor. Böylece insanlık dışı bir savaşın hamisi olarak kendisine “insancıl” bir görünüm kazandırıyor.

Çok ilginç bir biçimde Türkiye'de “göçmen düşmanlığı” neo-faşist iktidarın bir alameti farikası değil; bu negatif duyarlılığı düzen muhalefeti yayıyor. Bu düşmanlık, toplumun AKP karşıtı geniş kesimlerinde de karşılık buluyor. CHP kitlesi kadar olmasa bile HDP ve sosyalist solun kitlesinde de “Suriyeli göçmenler”e yönelik toptancı bir düşmanlığın biriktiğini görmek zorundayız. Öyle olunca da iktidar hem linç hareketlerinin savak kapaklarını açan gizli talimatlarını veriyor hem de ortaya çıkan tablodan muhalefeti sorumlu tutabiliyor.

Türkiye’de Suriyeli mülteciler artık işçi sınıfının bir parçası haline gelmesine rağmen, sol ve sosyalistler bunu neden gündemlerine almıyor?

Açık konuşalım bu gericilik/ırkçılık dalgasının üzerinde yükseldiği “göçmen düşmanlığı”, Sudanlı, Ugandalı, Pakistanlı, İranlı göçmenlere yönelik değil. Özel olarak Suriyeli göçmenlere kısmen de Afganistanlı göçmenlere yönelik bir düşmanlık bu. Her iki grup da sadece savaşın vahşetinden kaçanlardan oluşmuyor; Türkiye'nin bu ülkelerde izlediği askeri nitelikli müdahale politikalarının yenik işbirlikçileri sığınmacıların önemli bir grubunu oluşturuyor. Bu büyük göç hareketlerinin sınırlarımızdan bu denli hüsnü kabul görerek geçebilmeleri de bunun bir sonucu. Dolayısıyla karşımızdaki basitçe bir “ekonomik göç” olayı yok. Göçün arkasında mevcut ve geçmiş iktidarların faili olduğu çok eksenli bir savaş var. Suriyeli göçmenlere karşı tutumumuzu sadece “göçmen sorunu” genel başlığıyla belirleyebilmemiz mümkün değil. İşbirlikçiler nerede bitiyor, savaşın dehşetinden kaçan göçmenler nerede başlıyor ayırt edilemiyor.

Göçmen emekçilerin işçi sınıfının en ezilen kesimini oluşturduğu gerçeği, bu grubun kolayca örgütlenebileceği anlamına da gelmiyor. “Göçmenlik” kendine özgü bir politik ve toplumsal örüntüdür. Politik nedenlerle gerçekleşen nüfus göçlerinin kitlesi, başlangıçtan itibaren göçmeni kabul eden ülkenin politik denetimindedir. Ayrıca göçmenin, göç ettiği ülkenin işçisi haline gelmesi ve bu gerçeği temel alarak davranma eğilimine girmesi çok uzun bir zaman alır. Kısacası sosyalistlerin sorunu konuyu gündemlerine almamak değil, neresinden tutacağını bilememekten kaynaklanıyor.

Kemal Okuyan “TKP konuyu göçmen romantizmiyle ele almamak konusunda kararlı. ‘Hepimiz kardeşiz’ sözü bir anlam ifade etmiyor” dedi. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

Bu sorunun yanıtının önemli bir bölümünü yukarıda verdim sanıyorum. Kelime kelime bakıldığında Okuyan'ın sözlerinde fahiş bir hata görmüyorum. Sorunun genel kardeşlik ve hümanizma terimleriyle ele alınmasını ben de doğru bulmuyorum. Suriye'ye emperyalist müdahalenin yenik işbirlikçileri olup Türkiye'ye “geri çekilen” ve gerçekten ayrıcalıklı muamele gören hatta kendilerini Türkiye'nin “muteber vatandaşı” sayan muhafaza altındaki “Suriyeliler” ile merdiven altı işyerlerinde üç otuz paraya çalıştırılan, 20 kişi tek göz evde yaşayan, dil bilmediği için çocuğunu doktora götüremeyen Suriyeli işçi tabii birbirinden ayrılmalıdır.

Ama bizim işimiz sadece “gözlem” yapmak değildir. Ayrımı kavramsal düzeyde yapmak durumu değiştirmez, somutlaştırmamız, harekete dönüştürmemiz gerekir. Bu ayrımın somutlaşacağı yerin işçi sınıfının kitle hareketi ile yoksul mahalle halkının hak hareketleri olacağı da açıktır. Sorunun esası sosyalistlerin uzun bir süredir ne işçi sınıfının kitle hareketlerini ne de yoksul mahalle halkının hak hareketlerinin öznesi olamamasıdır.

 

 

Türkiye’de Kürtleri ve Suriyelileri daha fazla hedef alarak yükselen ırkçılığın Avrupa’da yükselen aşırı sağ popülist dalgayla ilgisi var mı? Ya da sadece bununla tanımlamak ne kadar doğru?

Kitleselleştikçe daha yumuşak terimlerle anmak doğru değil; faşiste faşist demek gerekir. Avrupa'da yükselen neo-faşist hareket, devrimci bir biçimde yanıtlanmayan 2008 krizi sonrası yaşanan tıkanmanın faşist istismarı ekseninde gelişiyor. Tıpkı Nazi ve Faşist parti gibi giderek büyük sermayenin, devlet elitinin ve finans çevrelerinin kabul edilebilir siyasi alternatifi haline geliyor.

Avrupa'da ana akım sol iklim krizi dahil, yaşanan bütün siyasal, toplumsal, ekolojik, biyolojik krizlerin bir parçası haline geldi. Oysa Türkiye'de neo-faşizm zaten iktidarda. Batı Avrupa ile kıyaslamak yerine Macaristan, Hindistan, Filipinler tipi neo-faşizmlerle kıyaslamak gerekir. Göçmen düşmanlığının AKP karşıtı muhalefet içindeki gelişmesi de bir “kriz yanıtı”. Ancak bu yanıt, muhalefeti en karşı gibi göründüğü noktada iktidara yedekleyen bir işlev görüyor.

Karşı karşıya kaldığımız bu ırkçı linç girişimleri önümüzdeki sürecin iç savaş provalarına mı benziyor?

Suriyeli göçmenlere yönelik saldırıları “iç savaş provaları” çerçevesinden ele almayı doğru bulmuyorum. Bunlar daha çok iktidarın şehirlerin bütün sokaklarına faşist çeteleri sokma siyasetinin bir parçası gibi görünüyor. “İç savaş” direnilirse çıkar.

Erdoğan’ın ‘Katil Esed’dan ‘Sayın Esad’a uzanan söylem değişimini göz önüne aldığınızda Türkiye’nin Suriye politikasının kısa ve orta vadede nasıl şekilleneceğini öngörüyorsunuz?

Bu değişimin Suriye savaşı ile ilişkisi dolaylı. Olay Kurdistan'da geçiyor. Güney Kurdistan'da Bağdat Hükümeti ve Hewler yönetimi üzerinden oluşturulan savaş hattı, Suriye'ye taşınmak isteniyor. Türkiye'nin işgal ettiği bölgeleri görünüşte Suriye hükümetine devredip, Rojava Kürtlerine karşı birleşik güçlerle savaşa girişme isteğinde olduğu sezgisine sahibim. Suriye hükümeti buna olumlu yanıt verir mi, Rusya ve ABD'nin bölge denklemleri böyle bir esneklik gösterebilir mi; bunlar bilinmeyenler. Yani kısa dönemde gerçekleştirilemeyecek olmakla birlikte uzun dönemde Rojava'ya karşı bir Türkiye-Suriye ittifakı arayışı olarak anlıyorum.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.