Din ve toplum; neye niyet neye kısmet
Forum Haberleri —
- Siyasal İslam siyasi kültürü ile hem iktisadi hem de sosyal olarak toplumların altını oyan söylemlere yansıması yoluyla, toplumsal mutabakatı inanç yoluyla, din yoluyla tesis edilebileceğine olan inancı öncelikle absürt olana indirgemiştir. Toplumlarda mutabakatı ve kişisel iradeyi tek başına tesis edebileceğine dair artık kimsede güven kalmamıştır.
- Avrupa’da olduğu gibi, peş peşe gelen iki Dünya Savaşı’nı hatırlayalım. Hem bunun önüne geçmek, hem de buna bir alternatif geliştirmek adına demokratik ulus ekseninde, hukukun üstünlüğünü ve kişisel vicdani hak ve özgürlükleri en üst seviyeye çıkarmak gerekmektedir.
XWEDÊDA DİLXÊRÎ
Alman filozof Nietzsche'nin ilk olarak "Şen Bilim" adlı eserinde geçen "Tanrı Öldü" sözü, belki de onun şimdiye kadar en yoğun alıntılarının başında gelir. İlginç olan ise bunun farklı kesimler tarafından çok farklı şekillerde yorumlanması ve hatta benimsenmesidir. Fakat en başta şunu belirtmek gerekir: Nietzsche bu deyim ile asla fiziksel diyebileceğimiz, dünyayı ve bütün alemi bir arada tutan prensip güç olarak algıladığımız Tanrı'nın ölümünü iddia etmemektedir. Nietzsche, eğer böylesi bir prensip var ise, bunun ebedi ve sınırsız olduğunu bilecek kadar akıllı ve bilge bir insandı. Aslı itibariyle, Şen Bilim’deki bağlamına ve Nietzsche'nin düşünce dünyasındaki rolüne de bakılırsa, bu deyimle söylemek istediği siyasi ve ahlaki nitelikte iki belirti olsa gerek. Bir de hatırlatmak gerek ve bunu da ilk dillendiren aslında Marx olmuştur: Her filozof ilk olarak Tanrı'yı öldürür ve onun yerine kendi yarattığı tanrısını getirir ve yerleştirir. Nietzsche'nin ne kadar filozof olduğu bayağı bir tartışma götürür aslında; Alman diskurunun kendisinde ona "Dichterphilosoph" diye hitap edilir, yani "şair filozof". Eğer Marx’ın söylediği doğru ise, burada Dichterphilosoph'un aşamadığı bir ruh halinin ifadesi ile karşı karşıyayız. Her filozofun en başta kendi iç dünyasında yaşadığı ve tanımlamakta kaçındığı bir duyguyu, bir sezintiyi o şairliğin, genç ve heyecanlı ruh halinden olacak ki dile getirmekten kaçınmamış ya da her halükarda kendini buna mecbur hissetmiştir. Zaten Nietzsche başlı başına bir pathostan ibarettir!
Bir başka husus ise, bu sözler çoğu kişi için evrensel ifadeler olarak okunsa ve sıklıkla bu şekilde kullanılsa bile, Nietzsche'nin kendisi bu ifadelerin Batı, daha doğrusu Avrupa kültürü bağlamında geçerliliğinin kesinlikle farkındaydı. Bu ifadeleri ile Avrupa kültür ve siyasetinin onun zamanında içinde bulunduğu durumu felsefi ve ahlaki açıdan nihai bir yorum ve teşhis getirmiştir. Dediğim gibi, bu elbette birbiriyle yakından ilişkili iki olgu ile alakalıydı; ahlak ve siyaset, her ikisinin arasında zaten lafın ötesinde gerçek bir bağlantı mevcuttur. Ve haliyle bütünleyecek olursak, Nietzsche'nin çekinmek istediği nokta şu: Birincisi, artık Tanrı'nın tek kaynak olarak gösterilebileceği bir ahlakımız kalmamıştır; tüm ahlak ve ahlaki ilkeler, kültürde ve siyasette Tanrı alanının dışına çıkmışlardır, onu aşmışlardır. Dahası, ikinci olarak, toplumsal mutabakatın artık tek bir Tanrı'ya, bu durumda ortak bir Tanrı'ya, inanarak sağlamamız mümkün görünmüyor. Nietzsche burada inancın toplumsal mutabakat açısından geçerliliğini yitirdiğini hatırlatıyor bize; inanç ve din, kendisi dışında bizi herhangi bir siyasi veya toplumsal mevzuda hemfikir kılacak konumda değil. Çünkü Nietzsche'nin zamanında bile Avrupa'da Tanrı ya da inanç dışında ilkelere dayanan demokrasiler zaten belirli ölçülerde mevcut idi ya da ortaya çıkmaya başlamışlardı. Bu tür siyasi yapılarda inanç artık vatandaşların hakları ve yükümlülükleri konusunda belirleyici faktör olmaktan çıkıyordu; daha ziyade, yavaş yavaş kökenden, dinden, cinsiyetten ve hatta ten renginden bağımsız olarak onlara sunulan pozitif haklar vardı. Özellikle din unsuru bağlamında, Fransa Devrimi'nden bu yana gelen uzun vadeli bir süreç bahis konusu idi. Bu süreç, din ile siyaseti birbirinden ayırıp, dinin siyasete etkisini tamamıyla demokratik alana iteklemekteydi. Bismarck'ın demir yumruğu ile bu süreç zaten içten tamamlanmıştı. Oluşan Kulturkampf ile birlikte din ve Tanrı inancı kamuoyu nezdinde birleştirici gücünü belirgin bir şekilde yitirmişti, ama bunun toplumsal vücutta bir boşluk bırakıp bırakmadığı noktasında farklı fikirler ortaya atılacaktı.
Bu, aslında Nietzsche'den önce ve sonra da çok hararetle tartışıldı ve insanlar Tanrı inancının burada bıraktığı sözde boşluğu doldurmanın yollarını aramaya başladılar; burada Durkheim ve Comte gibi yazarları anmak gerekir herhalde. Bu boşluğu doldurmak için önerilen aday kavramlardan biri "dayanışma"ydı. Sosyalist harekette bu, münferit olarak, neden o toplumda değil de bu toplumda yaşadığımızı ve yaşamak istediğimizi, nesnel ve salt bir şekilde haklı çıkarmaktaydı. Tabiri caizse bir topluma dair ortaya koyduğumuz irademiz dayanışma olmalıydı. Ancak konumlandığı yer olan sol sosyalist harekette, Marksistler arasında bile İkinci Dünya Savaşı'nın neden olduğu yıkıma dayanamadı; dolayısıyla sınıfsal işçi kültürünün gerilemesiyle birlikte düştü ya da rafa kaldırıldı. Daha sonra, örneğin Katolik etiği terimini yeniden canlandırmak isteyen Alman Max Scheler veya Fransız Henri Bergson'un buna yeniden hayat verme girişimleri olsa da onlar da başarısız oldu. Dolayısıyla dayanışma, tıpkı Tanrı'ya olan inanç gibi, demokratik olarak oluşturulmuş toplumlarda kişisel bir mesele haline geldi ve bu şekilde iki temel kavram, din ve dayanışma, kamusal alandan kişisel alana göçüne şahitlik etti son iki yüzyılda.
Bunu Nietzsche'nin deyimiyle kendi yaşanmış tarihimizin merkezinin içine yorumlarsak, o zaman benzer kalibrede, aynı şekilde elverişliliğini yitirmiş şeylere de sahip olduğumuzun farkına varmamız mümkün. Kaderin cilvesi olsa gerek, ama olan olmuştur artık, böyle şeylerin dönüşü olmaz gayrı, Hüda Par ile bile olmaz! Doğu halkları olarak arkamızda, yalnızca tek bir faktöre dayanan, ortak bir Tanrı'ya olan inancın doğurduğu ortak bir dine dayanan, neredeyse 1.400 yıllık bir tarihimiz var. Bu, Hilafet benzeri siyasi oluşumlar biçiminde tüm sosyal ve siyasi meselelere nüfuz etmiş ve rasyonalizasyon ve ardından sekülerleşme süreçleri burada da etkili olmaya başlayana dek inkâr edilemez bir güce sahip olmuştur. Kürdistan'ı işgal eden tüm devletlerde bu tür süreçler en azından siyasi olarak devreye konulmuşlardır. Yine de toplumsal mutabakatı sağlama yolunda buradaki halklar buna rağmen çoğunlukla tek bir ilkeye, ortak inanca sırtlarını dayamışlardır. Ya da en azından eşikte duruyorlardı; birliklerini Allah inancına dayandıran toplumlar haline gelebilmeleri mümkün görünmekteydi ve hâl böyleyken bunun tersi de. İslam'ın yaşanmış ve güçlü bir tarihi var; bu tarih, ister uzak Endonezya'da ister Balkanlar'da olsun, dünya çapındaki insanlarda aynı duyguları ve dünyada olan bitene karşı benzer bir tutumu uyandırabilecek kadar güçlüydü.
Sonra deyim yerindeyse bir dönüm noktası oldu; 60'lı ve 70'li yıllarda sekülerleşmeyi ve rasyonelleşmeyi destekleyen tüm süreçler durma noktasına geldi. Toplumların gözünde birbir iflas ettiler ve artık kurtarılamaz hale geldiler. Bu atmosferde, geçen yüzyılın başından beri fırsat kollayan bir siyasi hareket hayata uyandı. Çoğu ülkede bu, alternatif olmadığı için, çaresizlikten insanları çabucak büyüledi. Bu toplumları kendi ideolojik görüşleri doğrultusunda reforme etmek ve onlara inancı yeniden aşılamak isteyen, yalnızca bununla onları bir arada tutabilmeyi isteyen Siyasal İslam'dı. Dediğim gibi niyet buydu ama sonuç olarak ortaya çıkan bambaşka bir şey oldu. Bugün bakıldığında, bütün İslam coğrafyasında aynı vahim durum: Siyasal İslam siyasi kültürü ile hem iktisadi hem de sosyal olarak toplumların altını oyan söylemlere yansıması yoluyla, toplumsal mutabakatı inanç yoluyla, din yoluyla tesis edilebileceğine olan inancı öncelikle absürt olana indirgemiştir. Siyasal İslam'ın hedeflerine ulaşmaktaki acımasız oluşu bir yana, muhaliflere yönelik baskılar, yolsuzluklar ve işlediği zulümler karşısında, toplumlarda mutabakatı ve kişisel iradeyi tek başına tesis edebileceğine dair artık kimsede güven kalmamıştır. Burada IŞİD ve Taliban'ın barbarlığını görmezden gelsek bile, bu böyledir. Siyasal İslam'ın imanı güçlendirmek ve ona yeniden kategorik bir güç kazandırmak istediğini ancak gerçekte bunun duvara dayandığını, darmadağın ettiğini ifade etmek gerekir. Kasr-i Şirin de temeli atılan Kürt karşıtlığı ile beslenen Türk ve İran ortaklığının büründüğü son renk (ister Şii olsun ister Sünni olsun) olan Siyasal İslam bütün enerjisini tüketmiştir. Bu işte burada bitti sayılır artık, zorla uzatmaları oynatsalar bile. Yakında bizde de birileri Nietzschevari deyimlerle ortada bağırsa ben şahsen şaşırmam. Avrupa’da olduğu gibi, peş peşe gelen iki Dünya Savaşı’nı hatırlayalım, bizim coğrafyamızda da büyük bir yıkıntıya neden olma ihtimali oldukça yüksek. Hem bunun önüne geçmek, hem de buna bir alternatif geliştirmek adına demokratik ulus ekseninde, hukukun üstünlüğünü ve kişisel vicdani hak ve özgürlükleri en üst seviyeye çıkarmak gerekmektedir. Ancak bunun tek başına Siyasal İslam'ın geride bıraktığı yıkıntıları yeniden canlandırmaya yeteceğine inananlar yanılıyor. Aktif irade oluşumuna da ihtiyaç var ve bunu sağlamanın tek yolu var; insanı iradesi olan birey olarak ciddiye alan ve analizinde ona bu şekilde nihai bir kişisel ve bireysel nedensellik tahsis eden Abdullah Öcalan'ın Demokratik Konfederalizmi.