Otoriter Türkiye için yolun sonu görünürken
Forum Haberleri —
- Türkiye, son yüzyıldaki gelişimine hakim değişim alışkanlıklarına paralel olarak, politika genlerinde içkin olan, üstten değişim yöntemi ile yeni dünya düzenine uyum sağlamaya çalışıyor.
- İran’ı ve etkisi altında bulunan ülkeleri, İsrail militarizminin saldırganlığıyla sınırlandırıp, Arap devletleriyle uyumlu bir ortaklık oluşturarak, Türk rejimini Kürtleri siyasi tanımaya zorlayıp, yeniden asgari demokrasi kurallarına gelmeye teşvik etmesi, buz dağının görünen yüzü olarak şimdilik orta yerde belirivermiş durumda.
- Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın, esir tutulduğu İmralı Ada Cezaevi’nden serbest bıraktırabilecek bir Kürt ve Türkiye ana muhalefeti performansı, değil sadece Türkiye için, bölge ve dünya için de yeni bir tarih sayfası açma potansiyeline sahip. Önümüzdeki günler ve haftaların çok büyük gelişmelere gebe olduğu görülüyor.
SİNAN ÖNAL
Türkiye siyasetinde, Ekim ayının başı itibariyle, oldukça ilginç gelişmeler yaşanıyor. Beklenmedik şekilde, Türkiye’nin aşırı-milliyetçi hükümet ortağı MHP’nin başkanı, DEM Parti’nin Eşbaşkanları’na el uzatıp, sıra dışı bir barış gösterisi yapmasıyla başlayan süreç, her hafta yeni bir gösteriye, yeni retorik ve tartışmalara sahne olmakta. Adeta, kadim Türkçü otoriteryanizminin duvarlarından, her hafta bir kiremit eksilmekte, sömürgeci/asimilasyoncu ve kültürel soykırımcı kurucu ideolojinin hükümetteki aktörleri, Kürt halkıyla yeni bir çoğulcu demokrasi hitabetleri yapmak için sıraya girmekteler. Elbette ki, en radikal ve en şaşırtıcı söylem, 22 Ekim günü, MHP Başkanı Devlet Bahçeli’nin, 25 yılını geride bırakan ve sadece Türkiye siyasi tarihinin değil, modern dünyanın da en korkunç ve izole tutsaklığına maruz bırakılan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne davet edip yeni bir dönem başlatması talebi ile başladı.
Müesses nizam, basını, bürokrasisi, siyaset ve düşün dünyası ile tam bir şok ve hükümet erbabı ile uyum stresi ve paniği yaşarken, özgürlük ve demokrasi mücadelesini bir yaşam tarzı olarak benimseyen Kürt halkı ve dostları ise, oldukça temkinli ve fakat bir o kadar da onyıllardan beri kesintisiz ve ivmelenerek devam eden devrimsel direnişlerinin yeni bir aşamaya ulaştığının özgüveni ve tatlı vakurluğu ile davranıyorlar. Ekim ayının başından şimdiye kadar, her bir haftası, alışık düzenin metaforları ve ezberlerini bozan ve tüm aktörleri yeni pozisyonlar almaya sevkeden performanslar dizisi olmaya devam ediyor.
Bir yandan, 26 yıllık korkunç esaret tutsaklığının içinde en yoğun ve en acımasızı olan son 43 ayın mutlak iletişimsizlik işkencesi ile, Öcalan şahsında, Kürt halkı ve Türkiye demokrasi güçleri, en baskıcı dönemini yaşadı. Bu uzun dönem, 23 Ekim’de görece olarak yeni bir aşamaya evrildi. Sayın Abdullah Öcalan’ın aynı zamanda yeğeni de olan, DEM Parti Urfa Milletvekili Ömer Öcalan’ın aile ziyareti kapsamında, bir saat-kırk dakika ile sınırlı görüşmesine müsaade edildi. Bir cümle ile Öcalan’ın ağzından kamuoyuna özetlenen, 'Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim' mesajı, devlet erkanının haftalardır devam eden, saatler süren, yeni retorik belagatlarına bir cevap mahiyetinde, Türk siyaset dünyasında deprem etkisi yarattı. Ardısıra tüm yoğunluğuyla gelen olaylar dizisi, tüm Türkiye’yi, geniş Ortadoğu bölgesini ve dünya siyasetini büyük tartışma zemini içine koymuş bulunmakta.
23 Ekim’de PKK’nin ölümsüzler taburlarınca üstlenilen Ankara’da Türk Savunma Sanayi’nin en son ve en gelişkin hava araçları üretme fabrikasına düzenlenen eylem, Türk Devleti tarafından, Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi bölgelerine, şimdiye kadar ki en korkunç boyutlarda olan hava saldırılarıyla devam etti. Peşi sıra, demokratik Kürt siyasetine darbe olarak bilinen, seçilmiş belediye başkanlarını görevden alıp yerine hükümet kayyımları atama ile gerginlik son raddesine ulaştı. Halk direnişleri, ana muhalefet temsilcilerinin Kürt demokratik siyasetine empati ile pratik politika yaklaşımları, Avrupa ve uluslararası toplumun, bu otoriter uygulamaları kınamaları, günlük rutinin içinde birer enstantane olarak yaşanmaya devam ediyor.
Bu kısa köşe yazısı sınırları içinde, olan bitenin ulusal/bölgesel/küresel koşulları ve nedensellikleri ile izah etmek elbette ki kolay değil. Fakat, en azından bazı asal determinantlarını tartışmak ve yaşadığımız dünyanın büyük dönüşüm dönemleriyle karşılaştırarak anlamaya çalışmak mümkündür. Anlaşılan o ki, otoriteryen Türkiye’nin hızla sonuna yaklaşılıyor. Fakat, Türkiye, son yüzyıldaki gelişimine hakim değişim alışkanlıklarına paralel olarak, politika genlerinde içkin olan, üstten değişim yöntemi ile yeni dünya düzenine uyum sağlamaya çalışıyor. Tıpkı, Türk baskı rejiminin milli şefi olan İsmet İnönü’nün 1945’le 1950 arasında yaptıklarının, 1945’e kadar yaptıklarının tam tersi olması gibi, ve “Memleket komünist olacaksa onu da biz yaparız” meydan okumasındaki Türk politik tarihinde yer bulan bu veciz sözüne referansla adeta, demokratik ve meşru direniş güçlerinin büyük muhalefet enerjisinin aksine, üstten bir dönüşümle müesses nizamı koruma güdüsüne paralel, bir ‘normalizasyon sürecine’ girilmeye çalışıldığı gözlemleniyor.
Özellikle, son on yılın, yani 30 Ekim 2014 yılında, Türkiye’nin Milli Güvenlik Kurulu’nca onaylanan, Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı ‘diz çöktürme doktrini’, on yılın ardından, yerel ve ulusal mücadelenin insanüstü direnişinin yanısıra, özellikle Ortadoğu ve Dünya konjonktüründeki değişimlerin sonucunda, Türkiye’nin mevcut iktidar sisteminin, zorunlu olarak, gerisingeri Avrupai asgari demokrasi koşullarına dönmeyi şart kıldığı görülüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, Batı toplumunun ve onun güvenlik aparatı NATO’nun üyesi olan Türkiye, son on yıl içinde, hiçbir üye ülkenin asla yapmadığı ve kendisinin de ilk kez bu düzeyde yapmaya cüret ettiği, anti-NATO ve Batı Hegemonyasının rakipleriyle yaptığı işbirlikleri, ticari, finansal alışverişler, askeri ve kültürel paylaşımlar, en son olarak destekledikleri HAMAS’ın İsrail’e geçtiğimiz yıl Ekim ayında saldırması ile devam eden süreç, böylesi bir şekilde üyesi olduğu resmi ittifakının kurallarını ihlal etme konforunun sona erdiğini gösteriyor. Anlaşılan o ki, 2016 darbe girişimi ve sonrasında oluşturulan anti-Amerika yönetim sistemi, Amerika müesses nizamının sabır sınırlarını zorlamakta ve yeni Ortadoğu ile Asya planlarının önünde engel olarak algılanmaktadır.
Bilindiği üzere Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından, yavaş, kararlı ve istikrarlı olarak gelişip büyüyen, tüm savaş senaryolarından dikkatle uzak duran Çin kapitalizmi, Batı hegemonyasına en büyük tehdit teşkil ettiği bu dönemde, ABD öncülüğünde, Ortadoğu sınır bölgelerini güçlendirip Asya’ya finansal baskı araçlarıyla, soft power-yumuşak güç yöntemleriyle, yeni bir açılım yapması Trump yönetiminin önceliğini oluşturduğu anlaşılıyor. İran’ı ve etkisi altında bulunan ülkeleri, İsrail militarizminin saldırganlığıyla sınırlandırıp, Arap devletleriyle uyumlu bir ortaklık oluşturarak, Türk rejimini Kürtleri siyasi tanımaya zorlayıp, yeniden asgari demokrasi kurallarına gelmeye teşvik etmesi, buz dağının görünen yüzü olarak şimdilik orta yerde belirivermiş durumda.
Hele ki, 5 Kasım’da gerçekleşen ve Amerika tarihinin en ilginç seçimlerinden biri olan, Donald Trump’ın seçilmesi ile beraber, Türkiye müesses nizamının mevcut uygulayıcıları olan Erdoğan rejiminin hayallerinin, geçmiş dönemdeki gibi, gerçekleşmeyeceği anlaşılınca, politik ve ekonomik kriz ve panik hali, TV’lerin canlı yayın tartışma programlarında patolojik sendrom hallerine dönüşmüş durumda. Ocak ayı ile birlikte başlayacak olan, yeni Trump döneminin, sözkonusu Ortadoğu ve Asya planları döneminde aktif görev alacak kabine üyeleri birbiri ardından açıklanınca, Erdoğan’ın hiç de 2016-2020 yılları arasında Trump ile yaptığı işbirliklerinin yeniden gerçekleşmeyeceği olabildiğince açık olarak belli olmakta. Gerek yeni Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Watz’ın, gerek yeni Dış İşleri Bakanı Marco Rubio’nun, ve gerekse Ulusal İstihbarat Şefi Tulsi Gabbard’ın, önceki dönem Erdoğan işbirliğine yoğun karşı çıkışları ve Erdoğan’a verilen Kürtlere karşı savaş tavizinden dolayı istifa etmiş olmaları, Türkiye için sert ve soğuk bir ‘kışın geliyor olduğunu’, tüm alametleriyle gösteriyor.
Kürt siyasi hareketi ve Türkiye demokratik güçlerinin, tabana dayalı barışçıl ve aktif mücadeleleri, bu kışın onyıllardır beklenen ve hayali kurulan, kalıcı bir demokrasi baharıyla karşılaşmasını işten bile olmayan bir sürece evriltebilir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın, esir tutulduğu İmralı Ada Cezaevi’nden serbest bıraktırabilecek bir Kürt ve Türkiye ana muhalefeti performansı, değil sadece Türkiye için, bölge ve dünya için de yeni bir tarih sayfası açma potansiyeline sahip. Önümüzdeki günler ve haftaların çok büyük gelişmelere gebe olduğu görülüyor.