Fenalıklar zamanı
Hatice ERGÜN Haberleri —
- Fena zamanlardan geçiyoruz. Kimin için, hangi açıdan, kim tarafından, nerede ve hangi an’larda fenalaştığını kestiremediğimiz zamanlardan.
Fena zamanlardan geçiyoruz. Kimin için, hangi açıdan, kim tarafından, nerede ve hangi an’larda fenalaştığını kestiremediğimiz zamanlardan. Fenalıklar yeni değil, hacmiyle, yaygınlığıyla, kapsamıyla yeni – daha fenası bugünün fenalık oranlarının geçtiğimiz on yıllık dönemlerinin fenalık oranlarıyla kıyaslanması… Analitik akıl bazen şaşar - akıl beşerin oldukça şaşar. Kadın cinayetlerindeki artış, dünya genelinde kadınlara ve heteronormatif ölçütlere göre yaşamayan herkese yönelik her türlü şiddette artış, yönetim düzeyinde otoriter uygulamaların yerleşikleşmesi, dünya genelinde kapatılma/hapsedilme oranlarındaki artış, bu artışın finans kapitalin küresel dolaşımıyla, silahlanmayla ve savunma sanayi ile doğrudan ve dolaylı bağlantısının derinleşmesi, özelde insan-olmayan hayvanlarla genelde doğayla girdikleri sömürü ilişkisinde geri dönülmez bir noktaya erişmiş olmamız önceki dönemlerin insan şiddetini tüm bu açılardan hafifletiyor olabilir mi? Bu tür istatistiksel karşılaştırmaları salt nereden gelip nereye gittiğimizi görmek için kullanmakla yetinsek olmaz mı? '2000’leri 1990’lara ve 1980’lere vurarak değerlendirmek içerisinden geçtiğimiz süreğen istisnayı berisinden kopartmak olmaz mı?'
Fena zamanlarda aklımızla oynandıkça, ruhumuz ezildikçe, bedenlerimize kastedildikçe kişisel savunmamızı fena olanın yepyeniliğini, öncesizliğini tekrarlayarak tahkim etmeye çalışırız. Fenalıkları dönemlere bölüp birbirine vurduğumuzda hem fenalıktan nasibini alanlara hem fenalıkla mücadele edenlere haksızlık ederiz; ayıp ederiz. Muktedirlerle mesafemizi ezberden kurar; geçmişin öğrettiklerini es geçeriz. Oysa, kimbilir kaç kez öfkeyle “yeter artık” demişizdir. Söz konusu kişisel savunma, dönemleri birbirine vurmadan, tarihsizliğe saplanıp kalmadan, her dönem fenalıklardan zarar görenlere ve direnenlere ayıp etmeden bugünü tariflemek için önemli.
Dünya genelinde son demlerine katlandığımız neoliberal zamanlar kişisel olanı olduğu haliyle kamuya sunduğumuz; adını samimiyet, içtenlik, dürüstlük, olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmakla süslediğimiz alanların bolluğuyla biliniyor. Siyasal yönetimin kişisel özelliklere, hırslara, güven ilişkisine kıstırılmasıyla işliyor. O nedenle, çoğunlukla sinirlenecek kişiler arıyoruz. Öfkemizi yapanlara, yaptıranlara ve seyredenlere yöneltirken bölüp parçalıyoruz; yapanlar-yaptıranlar-seyredenler arasındaki zincirde işleyen yapıyı es geçebiliyor; seyredenlerden kahramanlar çıkartabiliyoruz.
Oysa, feministler, neoliberal zamanların öncesinde “kişisel olan politiktir” derken buna işaret ediyorlardı: Yapısal olanın özel, mahrem, kişisel alanlardaki izdüşümüne dikkat çekiyorlardı. Kişisel hasletlerimizin siyaseten belirleyiciliğinden ziyade, kaynak dağıtımının özel alanlarda kurduğumuz ilişkilerdeki yansımasına dikkat etmemizi, kaynak dağıtımının kamusal – özel arasındaki bağıntıyı görmemiz açısından önemini vurguluyorlardı. Toplumsal ve siyasal alanda maddi ve maddi olmayan kaynak dağılımındaki eşitsizliklerin mikro ölçekteki görüntüsünün özel alanlarda, hanelerde, mahrem addedilen ilişkilerde izlenebileceğini, dolayısıyla, bu alanlara kıstırılan sorunların toplumsal meseleler olduğunu ve kamu politikasına dahil edilmesi gerektiğini savunuyorlardı; hala öyle.
Siyasetle kişisel olan arasındaki çapraşık bağlantı tarihe bakışımızda da açığa çıkıyor. Hitler için çizilegelen başarısız geçmiş, kompleksleriyle boğuşan tipleme Nazi rejiminin vahşetini hafifletmezken kişisel bir hikâyeyle Nazizmi istisna görmemize alan açıyor; tarihe küsmemizi engelliyor; bugünün faşist pratiklerini es geçmemizi sağlıyor. Hitler’in kötü harcında teselli bulurken, olan bitene bakan Alman sivilleri, Nazi partisi üyelerini, SS’leri, işbirlikçi komşu devlet yönetimlerini bir kenara dizmemize izin veriyor. Kişisele kıstırdığımız kötülük, Japonya’ya atılan atom bombasının pilotuna, bombanın atılmasına onay veren ABD başkanına ulaşmıyor – ABD topraklarındaki kitlesel imha uygulamalarının sınır-dışına taşınmasından olsa gerek. Ya da bugün, ana akım muhalif söylemde kurumsal iktidar neredeyse tek bir kişiyle özdeşleştirilirken. Erdoğan’ın yeni Cumhurbaşkanlığı konutunda sergilediği şaşaalı tüketim, şiddet dozu tutarlı bir şekilde artan retoriği ve AKP hükümetlerinin bu retorikle bağlantılı uygulamaları, “kişisel olan politiktir” argümanına sahip çıkmamız gerektiğini yeniden gösteriyor.
Zira yönetimin, peşinden giden medyayla kitleselleştirdiği, kendine bağlı işleyen sivil toplum kuruluşlarıyla ulusal ve uluslararası düzeyde reklamını yaptığı yeni rejim şahsiyetçi siyasete dayanıyor. Feminist mücadeleye devam ederken böyle bir siyasetin popülist tuzaklarından kaçınmak için kişisel olanın politikliğinin, kişisel hasletlerden ziyade toplumsal eşitsizliğin işleyişinde olduğunu tekrarlamakta fayda var. Kişisel olanı siyasal alana taşırken aradaki dolayımı unutmamamızı sağlar; içi-dışı bir olmakla eşitlikçi politika üretmeyi bir tutmamamızı da…