Kürtler, barış ve ezberler
Forum Haberleri —
- Rasyonaliteye aykırı bir şekilde Türklerin tarihsel bir misyona sahip olduğunu ve bu misyonun da dünya hâkimiyeti olduğunu tekrarlayan Erdoğan politikaları son buldu. Erdoğan/Bahçeli devlet aklı şimdi buradan çıkmanın telaşı içindeler. Toprağın ancak şehit kanlarıyla sulanması şartıyla vatan haline gelebileceği söylemlerinin hamaseti ile artık yol almak mümkün değildir.
ERCAN JAN AKTAŞ
Biçimi çok farklı olabilir, ancak nihayetinde iki düşman güç bir araya gelerek şiddetin bütün araçları ile yok etmek istediği güç ile askeri olarak yenişemediği için ortak bir paydada bu sorunu bir yere oturtma girişiminin ilk adımıdır barış süreci. Düşman iki güç arasındaki şiddet ikliminden başka bir yere doğru yol almaya çalışmak her zaman barışı getirmez. Zira devletlerin zaten barışa dair bir politikaları yoktur. Ekseriyetle devletler kendilerini çatışma/çatıştırma ekseni üzerinden kurarlar. Güney Afrika’dan Latin Amerika’ya devletler ve onlara karşı özgürlük mücadelesi yürüten halk/örgüt gerçeklerine baktığımızda bütün bu süreçlerin uzun soluklu ve sabırlı çalışmalar, büyük emekler ile yürütülen çatışma çözümü ve barışın inşası süreçleri ile ancak mümkün olduğunu görebilmekteyiz.
Birbirini işaret ederek konuşmaya başlamak bir başlangıca işaret eder. Bu durum yok saymadan bir adım uzaklaşmayı içerir, şiddet yerine söz kurmayı içermektedir, ancak şiddet de devreden hala çıkmamıştır. Kurulan bu sözlere bakmak ve iyi analiz etmek de güçlerin yetkinliği ile doğru orantılıdır. En nihayetinde çatışan/savaşan her iki gücün varmak istedikleri yerler aynı olmayabilir. Bu ‘çok farklı olan’dan yakın bir yere gelmek hiç kolay değildir. Süreç başladığında Kürt Özgürlük Hareketi, Kürt halkı başta olmak üzere halklara dair yeni yaşam/ülke ideali ile yola çıkarken, devlet ise bir kez daha bu sesi bastırmak, yok etmek üzerine yola çıkmıştı. Yok etme girişimi ve özgür, demokratik, her kesimin özgürce konuşup örgütlendiği bir denkleme gelmek tarafların kendi çıkış ideallerinden bağımsız ele alınamaz. Bu açıdan süreç ilk adımından son adımına kadar her zaman ciddi riskler içermektedir.
Devletlerin özünde özgürlük, barış, farklılıklar ile bir arada yaşamak gibi bir ajandası yoktur. Devlet çok çıplak bir zor/şiddet aygıtıdır. Onu buradan uzaklaştırmak ise ancak büyük mücadeleler ile mümkün olabilmiştir. Diyalog ve müzakere süreçlerinde yok olan çok fazla örgüt ve özgürleşme deneyimleri var. Bunun en büyük örneği de yanıbaşımızdaki Filistin meselesidir. Kürt meselesi kadar derin ve karmaşık bir sorun olmasa da, Filistin halkı adına özgürlük mücadelesi yürüten güçler diyalog, müzakere süreçlerini güçlü yürütemedikleri için korkunç kayıp ve yıkımların içinde bir Filistin gerçeği ile karşı karşıyayız. Kürt Özgürlük Hareketi ise bölgeyi ve de dünyayı çok daha iyi okuyan Önderlik, kadro yapısından hareketle Kürt halkının bu duruma gelmesi önündeki en büyük engel oldu. Bu duruma gelmemek elbette çok değerlidir, ancak özgürlük taleplerinin yasal/kurumsal bir yapıya dönememesinin de çok ciddi riskleri var. ‘Genç başladık, genç bitireceğiz’ ifadesi mücadele kadar kurumsallaşmayı da içeren çözüm odaklı yaklaşımı ifade etmektedir.
Kürtlerin yaşadıkları coğrafyada diğer halklar ile eşit/yasal haklara sahip olması nihayetinde sosyolojik, toplumsal barış meseledir. Bu sorun özünde bir asırdır devletin şiddet tekeli ile ısrarla kurduğu yok sayma, inkar ve imhanın ortadan kaldırılmasıdır. Devlet bu siyaseti için kendi halkının önemli bir kesimi suçuna ortak bir hale getirdi. Devleti bu pozisyonda çıkarmak ise meselenin bir Kürt meselesi değil, Türk meselesi olduğunu anlatmak ile mümkün olacaktır. Zira yok sayma, inkar, imha politikaları Türkiye halkını çürüttü. Bunu bütün sahalarda görmek mümkün.
Etienne de La Boétie’nin “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” kitabında, “kötüler kendi aralarında arkadaş değil, olsa olsa işbirlikçi olabilirler” gerçeğini Türkiye toplumunun her kesiminde görmek mümkündür.
Devlet inkar/imha siyasetini sürdürebilmek için kendi toplumunda korkunç bir çürümeye sebep oldu. AKP/MHP iktidarı ile bunun zirve yaptığını görebilmekteyiz. Bu sistem demokratik, eşitlikçi, özgürlük talepleri olan ne kadar yapı, kurum, örgüt, parti, kişi var ise hepsini bir şekilde tasfiye etmeye çalıştı. Kurumları kapattı, onbinlerce insanı tutsak, çok daha fazlasını sürgün etti.
Vatan, millet, Kuran, bayrak hamasetleri ile histerik halde şiddet üreten, tüketen, çürüyen çürüten erkeklerin dışında hemen hemen bütün kesimleri şiddet politikaları ile yok etmek istedi. Geldiği yer toplumun cinnet halinde kolektif çürümesi oldu. Hannah Arendt’in, eğer her gün çok büyük bir olay oluyorsa ve bu olay dünkü olayı unutturuyorsa o zaman toplumun varlığı mümkün değil, dediği şey her güne yeni şiddet hikayeleri, skandallarla uyanan Türkiye gerçeğini çok iyi ifade ediyor.
Mevcut iktidar/devletin topluma söyleyecek, paylaşacak toplumsal bir değeri kalmadı. Özellikle de 2015 tarihinden bu yana AKP/MHP eli ile Türkiye’nin devlet rasyonalitesi tümüyle imha edildi. Bunun tek sebebi ise devletin Kürt karşıtlığıdır. 2012’de Rojava’da başlayan özgürleşme süreci, bütün baskı ve şiddete rağmen HDP’nin 7 Haziran 2015 tarihinde tarihi zaferi devleti Teşkilat-ı Mahsusa kodlarına yeniden çevirtti. Oysa bu zaman denkleminde Kürtler ile dost bir yaklaşım ve politik seyir izlenseydi bizler şimdi yoksulluk, şiddet, toplumsal çürümeyi değil çok daha başka şeyleri konuşuyor olurduk.
Kriz üreterek yaşayan bir Türkiye kendi rasyonalitesini yitirerek toplumunun sonunu getirdi.
Rasyonaliteye aykırı bir şekilde Türklerin tarihsel bir misyona sahip olduğunu ve bu misyonun da dünya hâkimiyeti olduğunu tekrarlayan Erdoğan politikaları son buldu. 5 milyon kilometrekarelik bir imparatorluk/Kızılelma hayalleri hayatın akışına yenildi. Erdoğan/Bahçeli devlet aklı şimdi buradan çıkmanın telaşı içindeler. Toprağın ancak şehit kanlarıyla sulanması şartıyla vatan haline gelebileceği söylemlerinin hamaseti ile artık yol almak mümkün değildir. Şehitlik, düşmanlık, hıyanet, yaşamsal alan kavramının sürekli tekrarlanması Erdoğan’a artık seçim zaferleri getirmeyecektir. Geleceği, tarihten intikam alınacak bir zaman dilimi olarak görmenin Almanya’yı 2. Dünya Savaşı’nda nasıl bir hale getirdiğini anlatmaya gerek yok.
Özcesi ‘Kürt meselesi’ denilen sorunu sosyolojik olarak ifade edersek, bu mesele esası itibariyle, maddi ve simgesel anlamda, bir eşitsizlik meselesi olduğunu görmekteyiz. Gündelik hayatın akışı dışında ifade edilen kanun önünde eşit yurttaşlık vaadi, gerçekte deneyimlenen eşitsizliği telafi etmekten ziyade, gerçeklerin üstünü örtme uğraşısından öteye geçemedi. Sözün özü; Kürtler eşit olmadan Türkler özgür olamaz. Şimdi bu gerçeği birlikte inşa etmenin zamanıdır. Devlet başka başka saikler ile ‘gelin konuşalım’ da demiş olabilir. Bunu halkların birlikte konuşmasına, halkların diyaloğuna dönüştürmek özgürlük için mücadele eden her kesim ve bireyin olmazsa olmazı olmalıdır.
Türkiye’de faşizm ve ırkçılık iki temel aks üzerinden kurumsallaştı. Bunlardan birincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yılı aşkındır Kürt düşmanlığı üzerinden işlediği ve üstünü kapattığı, tüm kurumlarını, toplumunu da suç ortağı ederek içlerinin çürümesine sebep olduğu inkar ve imha siyaseti. Bu siyasetini ise açılmamak üzere bir sandığa kapattı. Sandığın kapağının aralanması ile kendi ırkçı/militer siyasetinin yok olacağını bilmektedir. Diğeri ise ırkçı/militer söylem ve politikalar ile ürettiği/büyüttüğü erkek egemen toplumsallık oldu. Bu erkek egemen toplumsallığın ezdiği, yok ettiği, taciz ve tecavüz ettiği eril-dışı varoluşların tamamı bugün sistemin kabusuna dönüştü. Ne Kürtler özgürlük mücadelesinden vazgeçti, ne de erkek egemen toplumsallık yeni bir sistem inşa edebildi.
Sistemin ırkçı/militer politikalar ile yaşamak için ürettiği çatışma ortamı, keyfilik, siyasi otoriterlik, hukukun siyasallaşması, ahlaki çürüme ve yükselen bireysel ve organize suç oranları ve çeteleşme sistemi adeta rehin aldı. Bu bakımından, demokratik muhalefet barışı tabanda yaygınlaştırarak, onu herkesin talebine dönüştürdüğünde sistemde bir şekilde dönüşmek zorunda kalacaktır. Bu sebeple sistemin dönüştürülmesine her zamankinden daha çok mesai harcamalı, inisiyatifi iktidar seçkinlerinin insafına bırakmadan daha aktif ve cesur bir yerden söz ve eylem üretmeye devam etmeli.
Bize düşen işte tam da bu iki durumun bir araya gelmesini sağlamak. Bir yandan bir asırdır Kürtlere dönük yok sayma, inkar ve imha politikalarını daha geniş kesimlere ifşa etmek, konuşmak, konuşturmak. Araya ezilmişlik hiyerarşisi sokmadan bu şiddet dalgasının ‘kurban’ı haline getirilen Aleviler, emekçiler, sol ve sosyalist güçlerin, vicdan sahibi Türklerin, diğer halkların ortaklığını büyütmek. Diğer yandan erkek toplumsallığının ezdiği, yok saydığı kadınları, toplumun diğer kesimlerini, farklı cinsiyet ve yönelimleri bir özgürleşme ideali etrafında ortak söz ve eylem üretmeye çağırmak ve kalıcı güçlere dönüştürmek. Barış biz istersek değil, barış bizler ancak önce kendi dil ve siyasetimizde toplumsal çokluğa dikkat çekerek, sabırlı, uzun soluklu bir mücadeleye girersek mümkün olacaktır.