Malazgirt ve Erdoğan’ın Ahlat konuşması
Forum Haberleri —
- Erdoğan’ın Ahlat’ta yaptığı konuşmanın önemi, Malazgirt Savaşı’na dayandırılan Türk-İslam senteziyle yeni bir paradigmanın egemen kılınma çabasında yatmaktadır. Bu konuşma, devletin ideolojik olarak yeniden üretilmesini içeren, Türklük ve İslamiyet adına şekillendirilmiş bu coğrafyanın çokluğunu tek bir renge boyamayı amaçlayan bir girişimdir.
HASAN MERDAN
Türkiye’nin modern tarihsel ve siyasal yapısı, büyük ölçüde ideolojik olarak şekillendirilmiş tarihsel anlatılar ve bu anlatıların siyasal strateji olarak kullanılması üzerine kurulmuştur. Türk-İslam sentezi, özellikle 1980'lerden sonra Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yaşamını belirleyen en önemli ideolojik yapılardan biri haline gelmiştir. Bu sentez, Türk milliyetçiliği ile İslamcılığı bir araya getirerek, Türkiye’de bir kimlik inşası ve devlet ideolojisi olarak yerleşmiştir.
Malazgirt Savaşı ve Türk-İslam sentezinin doğuşu
Malazgirt Savaşı (1071), Türkiye’de resmi tarih yazımında ve devlet söyleminde, Türklerin Anadolu'ya girişini ve İslam dünyası içinde bir güç merkezi haline gelmelerini sağlayan bir dönüm noktası olarak sunulur. Türk-İslam sentezi bağlamında, bu savaş sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda İslam ve Türk kimliğinin birbirine bağlandığı bir "fetih" anlatısı olarak yüceltilir. Ancak bu anlatı, tarihsel gerçeklikten çok ideolojik bir inşa olarak değerlendirilmelidir.
Malazgirt zaferi, Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın Bizans’a karşı kazandığı önemli bir zafer olarak bilinir. Ancak bu zaferin kazanılmasında, Kürt aşiretleri ve diğer yerel güçlerin katkısı önemli bir yer tutar. Tarihsel olarak, Kürt aşiretleri Selçuklu hâkimiyetine karşı kendi özerkliklerini korumak amacıyla çeşitli dönemlerde farklı ittifaklar kurmuşlardır. Bu bağlamda, Kürtler, Malazgirt zaferinde bir "araç" olarak kullanılmış ve zaferin ardından Selçuklu yönetimi altında marjinalize edilmiştir.
Askeri zaferler genellikle ekonomik, politik ve kültürel olarak güçlü olan halkların üstünlüklerini yok etmeyi hedefler. Hegemonya, yok edilen üstünlüklerin üzerinde bir anlam bulur. Malazgirt Savaşı'nda Selçuklular, büyük yıkımlara rağmen Kürtler üzerinde bir hegemonya kurmayı başaramamışlardır. Aksine, kültürel olarak güçlü olan Kürtler arasında erimekten kendilerini kurtaramamışlardır. Savaşta üstünlük sağladıktan sonra Selçukluların ilk yaptığı şey, elde ettikleri birikmiş kültürel ve ekonomik değerleri gasp edip talana yönelmek olmuştur. Güçlü olan Kürt aşiretlerinin hepsi dağıtılmaya çalışılmış, Mervanilerin devamı olan yerel iktidarların gücü tamamen kırılmıştır.
Bu tarihsel gerçeklik bugün ters yüz edilmekte, askeri zaferin nedeni Türklerin daha üstün bir kültüre sahip olduğuna bağlanmakta ve İslam’la bu gerçeklik perdelenmeye çalışılmaktadır. İlkel ve barbar olarak nitelendirilen Türk akıncıları, Orta Doğu'ya medeniyet getiren bir unsur olarak yüceltilmektedir. Tarihin bu şekilde çarpıtılarak günümüze taşınmasının altında yatan neden, büyüyen Kürt sorunu karşısında yeni bir paradigmanın üretilmesiyle bağlantılıdır. Buradaki amaç, yazdırılması zorunlu olan bu yeni paradigmanın içinde Kürtlere yer verilmemesidir.
Bu konuşma, Türk-İslam sentezi çerçevesinde ele alındığında, mevcut siyasal iktidarın ideolojik yönelimlerini ve toplumsal mühendislik çabalarını ortaya koyan bir örnek teşkil etmektedir. Bu konuşma, tarihsel olayların belirli bir ideolojik çerçevede yeniden yorumlanarak, Türkiye'deki mevcut siyasal yapının ve Erdoğan'ın liderliğinin meşruiyetini güçlendirme çabasını yansıtmaktadır. Türk-İslam sentezi, Türkiye'de 1980 sonrası dönemde güçlenen ve devletin resmi ideolojisi haline gelen, milliyetçilik ve İslamcılığı bir araya getiren bir ideolojik yapıdır. Erdoğan'ın Ahlat'taki konuşması, bu ideolojik çerçevede güncellenmiş ve güçlendirilmiş bir Türk-İslam söyleminin yeniden üretimidir.
Devletin sahiplik iddiası ve toprak anlayışı
Erdoğan’ın “bizler bu toprakların emanetçisi değil, asıl sahipleriyiz” ifadesi, bu topraklarda Türk-İslam varlığının ebedi olduğunu ve hiçbir şekilde tartışmaya açılmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu sahiplik iddiası, Türk-İslam sentezinin milliyetçi yönünü güçlendiren ve bu topraklarda yaşayan diğer etnik grupların hak ve varlık iddialarını dışlayan bir anlayışı temsil eder. Özellikle “her karışında bir şehit yatan Anadolu, bizim öz yurdumuzdur” söylemi, Türk kimliğinin bu toprakların asli ve değişmez unsuru olduğu fikrini pekiştiren bir yaklaşımı ortaya koyar.
Erdoğan’ın konuşmasında, Kürt meselesine dair herhangi bir doğrudan ifade bulunmamakla birlikte, tarihsel olayların Türk-İslam sentezi perspektifinde yeniden kurgulanması, Kürtlerin ve diğer etnik grupların bu yeni tarihsel anlatı içinde görünmez kılındığını gösterir. Erdoğan, "bin yılın yol arkadaşları, dava arkadaşları" söylemiyle, Türk-İslam kimliğinin bu topraklardaki yegâne belirleyici unsur olduğu fikrini pekiştirmekte ve Kürtler gibi grupların tarihsel rolünü araçsallaştırmaktadır. Bu tür bir söylem, tarihsel gerçeklikten çok ideolojik bir inşa olarak değerlendirilebilir ve mevcut siyasal iktidarın hegemonya kurma çabasının bir parçası olarak okunabilir.
Kemalizm ve MHP ile yeni bir ideolojik ittifak
Erdoğan, Kemalizm’den farklı olarak, dini unsurları da kapsayan bir milliyetçilik anlayışı geliştirmektedir. Bu bağlamda, MHP ile kurulan ittifak, Türk-İslam sentezinin en sağ yorumunu temsil etmektedir. Erdoğan’ın Ahlat konuşması, bu ittifakın ideolojik bir yansımasıdır. Kemalizm'in laik ve seküler milliyetçilik anlayışına karşı, Erdoğan ve MHP, dini ve milli unsurları birleştirerek daha geniş bir milliyetçi tabanı hedeflemektedir. Bu durum, devletin Kürt sorunu karşısındaki çıkmazın ve çözülüşün bir ifadesidir. Sistemi merkezileştirip özel savaşın yeniden üretim aracı haline getirmesidir. Türk ve İslam adına çok geniş kesimlere hitap edilmesi, toplumun tepeden tırnağa militarize edilmesidir. Bu, bir sürekli savaş stratejisidir. Böylesi sistemlerin çok görkemli görünüşüne aldanmamak gerekir; çok kırılgandırlar. İdeolojiler, politikayı sürekli ve yeniden üretimin aracı olmadığı yerde, toplumu bir amaç doğrultusunda biçimlendirip yönlendirme motivasyonunu kaybederler, bir fiske ile yıkılacak kartondan kalelere dönüşürler.
Kürt’e ve onun direnişine karşı devleti yeni paradigma üzerine şekillendirmenin sonuç vermediği ortadadır. Görüldüğü gibi tüm çabalara rağmen arkasını ideolojik olarak besleyen kaynaktan yoksun kalmaktadır. Bundan dolayı, eskisinden daha fazla askeri çözüme yönelmekte ve yeni ittifaklar oluşturmaya çalışmaktadır. Kürt dirilişini bastırmak için yeni güçlerle yaptığı ortak mutabakat, onun gözünde zayıflığın belirtisidir. Kürt direnişini bastırmak için geliştirdiği ideolojik, politik ve askeri güç artık yeterli olmamaktadır. Buradan yola çıkarak, öz itibarıyla Türkiye tarihinin en güçsüz, önemli ve çözülmeye en yakın sürecini yaşıyor.
Kürtler, ideolojik ve politik olarak en güçlü süreçlerini yaşıyorlar. Çöken Kemalizm yerine inşa edilen Türk-İslam sentezi de Kürtler için aslında bir anlam ifade etmiyor. Ölü doğmuş bir ideolojiyle, Kürtler üzerinde politika ve askeri süreklilik sağlamaları da mümkün olmayacaktır.