Sanki hiç acı vermiyormuş gibi anlatmak
Kültür/Sanat Haberleri —
- Sade bir cümleyle başlıyor roman; “Bir keresinde kayboldum. Altı ya da yedi yaşındaydım.” Bu sade anlatım bizi derin ve acı gerçeklere doğru sürüklüyor. Ülke tarihi ve kişisel tarih iç içe geçip ilerliyor. Roman dört bölümden oluşuyor.
PELİN ÜNAL
Latin Amerika’nın tarihi kanla yazılmış bir tarihtir. Orası topraklarının zenginliği sebebiyle yüz yıllardır yağmalanan, her türlü saldırıya maruz kalan bir kıtadır. Zulmün olduğu topraklarda doğal olarak ayaklanma da vardır. Zapata, Che, Castro ve daha niceleri. Bütün bu mücadele tarihi elbette edebiyatta da yansımasını bulmuştur. Büyük direnişçiler gibi büyük yazarlar da yetişmiştir. Marguez, Galeano, Cortazar, Borges, Juan Rulfo, Bolano…
Bu yazarları her okuduğumda, benzer acılardan geçtiğimiz halde bizim hikayemiz neden hakkıyla anlatılmıyor, diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Benzer hikayeler diyorum, çünkü yer isimlerini, kişi isimlerini değiştirdiğimizde kendimizi çok tanıdık bir yerde, tanıdık olayların ortasında buluyoruz. Diktatörler, cinayetler, sıkıyönetimler, sokağa çıkma yasakları, kayıplar, katliamlar…
Edebiyattan temel beklentim hayata duyarsız kalmaması. Bunu yaparken de bağırmadan, göze sokmadan, olabildiğince az sözcükle yapması. Bu beklentimi de Latin Amerikalı yazarlar fazlasıyla karşılıyor. Son birkaç yıldır favorimse Şilili genç yazar Alejandro Zambra. Notos Kitap tarafından Türkçeye çevrilen bir yazar. Kitaplarını soluksuz okudum. Bundan sonra ne yazacağını merakla takip edeceğim bir yazar. Eve Dönmenin Yolları adlı romanı ise dönüp dönüp tekrar okumak istediğim bir metin.
‘Bir keresinde kayboldum…’
Sade bir cümleyle başlıyor roman; “Bir keresinde kayboldum. Altı ya da yedi yaşındaydım.”
Bu sade anlatım bizi derin ve acı gerçeklere doğru sürüklüyor. Ülke tarihi ve kişisel tarih iç içe geçip ilerliyor.
Roman dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde anlatıcı kendi çocukluğunu anlatıyor. 1985 Şili depremi ile başlıyor olaylar (Şili ile ortak bir noktamız da korkunç depremler) Anlatıcı dokuz yaşındadır. Deprem gecesi herkes doğal olarak dışarda. O gece on iki yaşındaki Claudia ile tanışır. Claudia, anlatıcının yalnız yaşayan komşuları Raul’ün yeğenidir. Arkadaşlıkları ilerleyince anlatıcıdan dayısını takip etmesini ve her şeyi kendisine iletmesini ister. İktidarda, sosyalist Allende hükümetini Amerika desteği ile deviren Pinochet vardır ve diktatör olmanın hakkını fazlasıyla vermektedir. Anlatıcı ile Claudia’nın arkadaşlıkları ilerledikçe diktatörlükte yaşamanın her yerde benzer acılara yol açtığını anlıyoruz. Bizim de yakından tanıdığımız acılar.
Kitabın ikinci bölümünde anlatıcı bir yazardır. Bir roman yazmakta. Birinci bölümdeki olayların bir kurmaca olduğunu anlıyoruz böylelikle. Anlatıcı yazarın yazmaya çalıştığı, romanın bir bölümüdür. Gerçekle kurmaca iç içe girer. Hangisi gerçek, hangisi kurmaca anlamak zor olabilir. Zaten bir önemi de kalmıyor. Yazar anlatıcı bu durumu şu sözlerle ifade eder, “Her ne kadar bir yabancının hikayesini anlatmak istesek de eninde sonunda kendi hikayemizi anlatırız.”
Bu bölümde, yazar anlatıcının anne babası ve karısı Eme ile tanışıyoruz. Eme ile sorunlar yaşamakta ve yazacağı roman tıkandığı için belge, bilgi peşindedir.
Kitabın üçüncü bölümünde topladığı belgelerle yazdığı romana tekrar döner yazar. Tıkanan roman ilerlemeye başlar. Anlatıcı, yıllar sonra Claudia ile tekrar karşılaşır ve çocukluğunda anlam veremediği birçok şeyin cevabını bulur. Claudia’nın anne ve babası komünisttir. Anlatıcının birinci bölümde dayısı sandığı Raul aslında Claudia’nın babasıdır. Güvenlik için farklı bir kimlikle ve ailesinden ayrı yaşamaktadır. Anlatıcı bunları duyunca şaşırır, çünkü kendi anne babası diktatörlük hiç yokmuş gibi davranır, insanların yaşadıklarına duyarsız davranır ve böylelikle diktatörlüğü aslında onaylamış olur. Hatta baba oğulun yaşadığı bir tartışmada baba şunları söyler, “Pinochet bir diktatördü, biliyoruz. Birilerini öldürdü ama en azından o zamanlar memlekette bir düzen vardı.” Bu tavrı da çok yakından tanıyoruz.
‘Çünkü onlar ölüleri düşünür’
Yazar kitap boyunca oldukça az sözcükle bize derin ve acı gerçekleri anlatır. “Hikayesini sanki hiç acı vermiyormuş gibi anlatmayı öğrenmek...” cümlesi anlatıcıya ait. Zambra’nın da bu cümlenin rehberliğinde ilerlediğini anlıyoruz. Anlatıcı ile Claudia ulusal stadyumun yanından geçerken anlatıcı futbolla ilgili neşeli anılarını anlatır, çünkü stadyum onun için futboldur, alınan ilk dondurmadır. Claudia’nın da stadyum ile ilgili ilk anısı çok neşelidir ama durumun öyle olmadığını yıllar sonra anlar. Ailesiyle Meksikalı bir komedyenin gösterisine gider. Gösteri ulusal stadyumdadır. Gösteri boyunca herkes güler. Anne ve babası hariç, "çünkü onlar ölüleri düşünür." Çünkü stadyum demek, Şili’de ölüm demektir, katliam demektir aynı zamanda.
Pinochet zamanında o kadar çok insan tutuklanır ki koyacak yer bulunmaz ve bahsedilen stadyuma kırk bin kişi getirilir. Pek çok kişi öldürülür, kadınlara tecavüz edilir. Hatta bu stadyumda katledilenler arasında Victor Jara da vardır. İnsanların katledildiği yerde komedi programları yapmak da, halay çekip güya katliamın hafızasını diri tutan sanat eserleriyle fotoğraf çekmek de katliamın devamıdır adeta.
Kitabın dördüncü ve son bölümünde de yine yazar anlatıcıyla karşılaşıyoruz. Karısı Eme ile yollarını kesin olarak ayırmıştır. Yine seçim vardır ve seçimi Pinera kazanır. Geçtiğimiz günlerde yolsuzluklarıyla tekrar gündeme gelen Pinera.
Kitap depremle biter. Tıpkı başladığı gibi. .
Şili’den çok uzak bir ülkede, yakılarak katledilen güzelim şairin dediği gibi,
Değişen hiçbir şey yok
Ölüm hariç,
Aynı gökyüzü, aynı keder.