Unufak: Değirmenlere karşı üç kuşak
Kültür/Sanat Haberleri —
- İlk roman olmanın tüm özelliklerini taşıyan Rober Koptaş’ın Unufak’ı, zamana yayılmış üç kuşak bir Ermeni hikayesi. Göç, İstanbul, Ermeni diasporasının merkezinde kalmış bir aile…
Büyüklerimin bir iki kuşak evvel kışın Fethiye’ye inip yazın yaylaya çıktığı dönemlerde, havaların soğumaya başlayıp gebe hayvanların yüklerinden kurtulduğu ekim sonlarında ahalinin peşine takılmadan kışı köyde geçiren bir iki aile olurmuş. Hemen herkesin temkinli yaklaştığı ama bağını koparmaya da elinin varmadığı bu aileler, 1920’lerin başlarında oralarda kalan son Rumlarmış. Az çok hatırlıyorum, köyün tepeye en yakın kısmında bizimkilerin derme çatma evleri, alt kısımlardaysa hiç görmediğimiz Rumların cumbalı yapıları vardı. İşte bu son Rum ailelerinin köyde biraz da mecburi kabullenilmesinin en büyük sebebi, bulunan tek değirmeni onların işletmesiymiş.
Bu özel olarak bende yaratılmış bir çağrışım yahut denk geliş miydi bilmiyorum ama yetiştiğim yerlerin konar-göçerliği yakın zamanlara kadar bırakmamasının etkisiyle olsa gerek, değirmencilik, marangozluk, demircilik gibi ‘kadim’ hizmetleri hep azınlık mensupları veriyordu. Başka memleketlerde de bu işlerin, başka azınlıklarca yapıldığını arada bir duymuşluğum var. Olup bitene bugünün gözünden baktığımda, 100 küsur yıl evvel bu coğrafyada girişilen soykırım ve göç hareketlerinden geriye yalnızca böyle hizmetler sunan ailelerin kalması da tuhaf görünmüyor. Köylük yerlerin kışı atlatıp bahara ulaşması, yalnızca bu tür işlerini kolayca görebilmelerine bağlıymış. O sebeple, geri kalanı uzaklaştırsalar da, arada bir iki ‘ayrıcalıklı’ hane kalmış hep.
Tabii çocuk yaşta bunlara kafa yorar ve bir yandan neden herkesçe dışlandıklarını anlamaya çalışırken, Rum ve Ermenilerin bizim ailelerimizin gözünde bugünkü anlamıyla seküler, geçmişteki anlamıyla ‘gavur’ olarak nitelendirildiklerini anlamam çok uzun sürmedi. Evet buna itiraz edenleriniz olacak çünkü sekülerlik böyle bir mesele değil. Ama işte köylü zihninin tektipleştirici bakışında bugünün sekülerleri de diğerlerinden farklı değil. Bizler öyle bir zihniyetin kalıntıları olarak bugünlere ulaşabildik.
Seneler geçip de sağdan soldan bulduğum kitapları merak eder hale geldiğim üniversite sonrasında karşıma çıkan bir kitap, aileden gelen bu bakışı kökten değiştirmesiyle hala hafızamdadır. Bir dönemin Amed’ini kendi çocukluğunun ve aile efradının perspektifiyle kaleme alan Mıgırdiç Margosyan’ı ilk okuduğumda yaşadığım şaşkınlık buna dairdi. Bana seneler boyu anlatılan o gavurluk, o kibir, o kendini beğenmişlik ve en önemlisi, çocuk zihnimde algılamaya çalıştığım o kültürel uçurum, onun kitaplarında zerrece yoktu. Bize anlatılan Ermeni topluluğu ya başka ülkelere gidip buranın altını oymaya çalışan sinsi gülüşlü fırsatçılardı ya da İstanbul’un en nezih semtlerinde gününü gün eden, gündüzleri likörle ve akşamları şarapla kafayı çeken bir tuhaf insanlardı. Margosyan ise kendisinin bizzat kabullendiği o ‘Gavur Mahallesi’nin son derece sıradan, yoksul, ataerkil ve oldukça dindar yaşantısını betimleyip duruyordu. Anlatılan hikayelerde gerçeği ailemin söylediklerinden başka yerlerde aramaya başlamam işte böylesi keşiflerle vuku buldu.
Üç kuşaklık bir hikaye
Eylül ortasında İletişim Yayınları’ndan ilk kurgu kitabını yayımlayan Rober Koptaş’ın Unufak’ını okurken elbette bu tarz düşüncelerden uzaktım ama anlatacağı şeylerin zihnimde halen büyük yer tutan Margosyan’a benzeyip benzemediği en büyük merakımdı. Kitabın arka kapağında yazanlara bakınca, geçtiğimiz yüzyılın bir hesaplaşmasıyla karşılaşacağımı düşündüm ilk elden. Göç, İstanbul ve yeryüzüne dağılmış bir Ermeni diasporasını, tüm bunların merkezinde kalmış bir ailenin etrafında okumak hem merak uyandırıcıydı hem de biraz hüzün vaat ediyordu.
Bütün hikaye gerçekten de yaklaşık 100 yılı kapsıyor. Soykırım döneminde köye gelen askerlerin kurşuna dizdiği ama hayata tutunan Fındık Nine’den son bölümdeki hisli Artun’a kadar geçen süreç, aynı zamanda cumhuriyet tarihinin köşe taşlarına dokunup yeniden hatırladığımız hazmı zor bir dönem. Ve bütün bu zamana yayılmış, üç kuşaklık bir hikayeyle karşı karşıyayız.
Açılışta İstanbul’un göbeğinde bir anlatıcı karşılıyor bizi. Kurtuluş Son Durak civarında yoksul bir ev. Hasta ve gaddar bir baba, mecburen çalışan bir anne ve olup biteni anlamaya çalışan zavallı iki kardeş. Bunlar daha sonra göreceğimiz üzere, kitabın hem ana karakterleri hem de değiller. Çünkü Rober Koptaş, çoklu anlatıcı hamlesiyle, yaşananları hemen herkesin gözünden aktarmaya çalışmış. Bu giriş kısmından sonra yıllarca geriye, toplanıp geldikleri T. adlı Anadolu şehrine dönüyoruz. Morso ve Fındık, ailenin büyükleri. Onların oğulları Aram, Azad ile evlenmiş. Soykırım döneminde her şey birbirine girdiğinde, seneler boyu işlettikleri değirmenlerine el koymuş askerler. Ama sonra kendilerine de yarayacağı için, alın siz işletmeye devam edin demişler. Aram, Morso’nun çırağı ve oğlu olarak değirmeni devraldığında bir de kız bulmuşlar ona. Her şey plana uygun.
Aram ve Azad’ın ilk çocukları Kevork doğduğunda, belki bize tuhaf gelecek ama, yine plana uygun olarak onu dede ve ninesine evlatlık vermişler. Öyle aktarıyor anlatıcı. T. şehrinde bir gelenekmiş bu. Genç çift nasıl olsa daha bir sürü çocuk yapar diye, ilk doğan çocuk dede ve nineye hediye edilirmiş. Artık Kevork’un annesi Fındık, babası ise Morso olmuş böylece. Pek tabii, plan işlemeye devam etmiş ve Aram ve Azad başka çocuklar doğurmuş. Neticede, 3+1 çocukları olmuş kısaca.
Hikayedeki ilk kırılma tam da burası. Kevork okul çağına gelip de evden çıkmaya başladığında, etrafta dönen dedikoduları işitmiş. İlk şüphe kırıntısıyla birlikte, meselenin ardını araştırma fikri düşmüş zihnine. Fakat ne gerçek anne-babası ne de sahteleri taviz vermemiş bu konuda. O da ne yapsın, eli mahkum kabullenir görünmüş. Değirmen iş yapmamaya ve çocuklar büyümeye başladığında İstanbul’un yolunu tutan Aram ve Azad’ın peşine düşse de gerisin geri gönderilmiş çıktığı yere. Sonrası, Kevork’un yavaş ve sabırlı dönüşümü, yoldan çıkması ve zihninin bulanması…
Aram ve Azad İstanbul’a geldiklerinde önce mutlu olmuşlar, T. şehrinin dışında onlar gibi yaşayan, onlar gibi düşünen kendi cemaatlerini görmeye can atmışlar. Bu sefer de araya sınıfsallık duvarı girmiş. Kiliseye gittiklerinde oralarda yaşayan ailelerin pek onlara benzemediklerini fark etmişler. Ya da çocuklar azınlık okullarına gittiklerinde köylü ya da fakir diye dışlanmışlar. İstanbul rüyası, yarı kabusa dönmüş biçimde ilerlemiş onlar için. Yıllar geçip de Kevork askerlik için geldiği Üsküdar’dan bir daha geri dönmeyince, son büyük kırılma da gerçekleşmiş. Herkesin bildiği ama ikrar etmediği bu evlatlık meselesi ortadan kalkmış ve Kevork, halihazırda bozulmuş sinirleri ve keskin karakteriyle onların yanına yerleşmiş. Sonrası, kız kardeşi Maro’ya hayatı zindan etmek, annesini yeterince disiplinli bulmamak ve zorlukla evlendiği Anna’ya türlü eziyetler çektirmekle sürüp gitmiş.
İstanbul’da kalanlar
Kitaba dair daha fazla ayrıntıya girmek, okumayı planlayanların tadını kaçıracağı için burada keserek devam edeyim. Hikaye, neredeyse her karakterin kendi perspektifinden yeniden aktarılıyor. İlk olumsuz eleştirim de bu minvalde olacak zaten. Böyle bir kurgu, olup bitenleri farklı açılardan görmek için makul olsa da, Koptaş’ın seçtiği kesitler kimi zaman aynı şeyleri tekrar tekrar okumamıza neden oluyor. Özellikle ikinci ve üçüncü kısımdaki bazı olaylar, sayfalar boyunca sürmüş hissi verse de esasen tek bölümde okuduğumuz şeylerin, yalnızca başka cümlelerle yeniden anlatılması gibi olmuş. Bunu şerh düşerek devam edelim.
Unufak’ın bana göre en büyük artısı, Margosyan benzeri bir ton yakalayarak, bildiğimiz ve aşina olduğumuz Ermeni yaşantısına uzak bir tasvir çizebilmesi. Özellikle İstanbul’da geçen büyük kısımda Dolapdere, Yenişehir, Kurtuluş ya da Tarlabaşı gibi semtlerin geçmişteki günlük yaşantısına oldukça iyi gözlemlerle yaklaşabilmiş Koptaş. Kevork’un iş aradığı bu Dolapdere civarı, hem onun yarı kabadayı hallerinin gelişip kaotik bir aşamaya gelmesini sağlıyor hem de orada karşılaştığı ‘Çingene Kızı Semiha’ gibi başka toplulukların varlığına ve Ermenilerle olan ilişkilerine ışık tutuyor. Bugün bile İstanbul sosyolojisi açısından parmakla gösterilen bu semtlerin geçmişten günümüze böyle betimlenmesi, Rober Koptaş’ın senelerce sürdürdüğü kurgu dışı yazarlığının nüveleri gibi görünüyor. Aynı zamanda, kimi zaman edebi olmaya uzak cümleleri içermesiyle de bir dezavantaj olarak duruyor.
Fakat Unufak’ın en çarpıcı kısmı, Koptaş’ın ‘kendi cemaatine’ hiç acımadan olup bitenleri aktarması. Bu yazının girişinde de değindiğim gibi, Ermeni topluluğunun İstanbul’da kalanlarına dair elit ve nezih bir yaşam sürdükleri yanılgısı mevcut. Fakat Unufak’ı okurken ayan beyan görüyoruz ki Ermeniler de bir Ortadoğu toplumu. Evrensel ölçekte bir problem olarak karşımıza çıkan erkeklik problemleri, tıpkı bu coğrafyanın geri kalanında olduğu üzere, Ermeni topluluğunda da bir Ortadoğu katılığında tezahür ediyor. Bunu Dede Morso’dan, baba Aram’dan ve oğul Kevork’tan görebiliyoruz. Hatta bununla kalmıyor, anlatıdaki kimi kadınların da bu tuzağa düşüp ataerkil düzenin sürdürücülüğünü üstlendiklerine şahit oluyoruz. Bu açıdan, takdire değer bir ifşa ve eleştiri mekanizması mevcut Koptaş’ta.
Koptaş’ın yüzleşmesi
Her yazarın ilk kitabına yakıştırıldığı üzere, bu hikayede de otobiyografik unsurların olduğunu düşünmemiz olağan. Koptaş’ın aile geçmişi, muhtemelen kısmi bir kurguyla yazıya aktarılmış. Belki bu sebeple ve elbette en büyük pay olarak yazarın becerisiyle, karakterler oldukça canlı ve gerçekçi. Özellikle Kevork’un bıçkın tavırlarıyla kız kardeşi Maro’nun özgür kız tutumları, kitabın en iyi kısımları. Fakat olay aktarımlarında bazı zayıf geçişler de yok değil. Örneğin Kevork’un gerçek anne-babasını öğrendiği misket oynama sahnesindeki gerilim oldukça yapay duruyor bana göre. Öte yandan, çocukluk hatıralarındaki kaçak kilise ayini yahut Kevork’un askerlik deneyimleri de bir o kadar başarılı aktarılmış. Fakat en güçlü bulduğum kısmı işaret etmem gerekirse, kitabın dördüncü ve son bölümünde yakından tanıdığımız Artun’un perspektifini ayrı bir yere koymam gerekir. Anlatımın imgeselliğe en yakınsadığı ve bilinçakışına benzer tekniklerin dahi kullanıldığı bu kısmın böyle kısa olması beni epey üzdü. Nedense bu tarz yoğun anlatımları daha çok seviyorum. Yazarın niyetini yahut meselenin gerçekliğini bilemeyiz ama eğer bu kitap otobiyografik unsurlar taşıyorsa, Koptaş’ın iç dünyasına en çok girebildiği bu Artun karakterinin, bizzat kendini temsil ettiğini düşünebiliriz. Zaten karakterlerin canlılığı da, bu çocuğun üst kuşaklarına doğru ilerledikçe azalıyor.
Unufak, bir ilk roman olmanın tüm özelliklerini taşıyor. Yazarın dili oldukça akıcı ve betimlemeleri epey gerçekçi olsa da, bazı teknik zayıflıklar da göze çarpıyor. Fakat yüz yıldan fazla süredir ortak bir travmayı yaşayan Ermeni topluluğunun, dünyanın dört bir yanına yayılmalarının ve bunun yarattığı süreğen hüznün yansımalarını da çok başarılı biçimde aktarıyor. Rober Koptaş’ın kendi geçmişiyle ve travmalarıyla yüzleşmesini okumak için epey yeterli sebepler bunlar.