“Dünyaya yeni gelen ders kitapları için…”
Kültür/Sanat Haberleri —
- Barış Bıçakçı epey sevilen bir yazar. Bunu hak etmediğini söyleyemeyiz. Özellikle Ankara gibi bir şehri, birçokları açısından edebi bir karaktere dönüştürmesi takdire şayan. Dilinin akıcılığı ve karakterlerini oldukça kısa, keskin cümlelerle yaratabilmesi de öyle.
BİLGE AKSU
Mesleki bir deformasyon olsa gerek, özellikle yerli yazarları okurken kendimi okulda hayal edip duruyorum. Yıllar geçmiş de sanki, bu yazarlar kendilerince bir yer edinmişler edebiyatta ve isimleri 12. Sınıf ders kitaplarında yer bulmuş mesela. Roman ünitesine giriştiğimiz mart ayı başlarında, kendi arasında konuşup duran arka sıra öğrencilerinin bile yaklaşan üniversite sınavını algılayıp sessizleştiği o anlarda, mesela diyorum bu yazar acaba nasıl tanıtılırdı? Kısa ama hiç de özetleyici olmayan, okumamış olsanız zihninizde zerrece ışığa dönüşmeyecek bu cümleler acaba birbirinden ne kadar ayrışırdı? Oğuz Atay… Şehirli insanın yalnızlığı ve melankolisi… Latife Tekin, Anadolu yaşayışını ve çeşitli motifleri derleyen bir masalsılık… İhsan Oktay, tarihi kurguyu usta bir dille postmodernleştirmek… Bunlar halihazırda yazılmış zaten. Ama mesela Ayfer Tunç’a ne derlerdi? Murat Menteş’e, Kemal Varol’a? Ya da Barış Bıçakçı’ya mesela?
Bu kanon oluşturma işinin yalnızca güzel yazmakla alakalı olmadığını bir noktada fark ediyor insan. Dilinizin akıcılığı, aforizmalara olan düşkünlüğünüz yahut başka bir yerden gelirsek, anlattığınız hikayenin vuruculuğu o kadar da önemli değil. ‘Kariyeriniz’ boyunca tutarlı biçimde benzer izlekleri sürdürmeniz lazım. Şehirliyseniz şehirli, köylüyseniz köylü kalmanız, hüzünlü karakterler yaratıyorsanız onları hiç mutlu etmemeniz, beceriksizleri becerikliye dönüştürmemeniz lazım. Bu çok da tuhaf değil esasen, kadim sanatlarda yol almanın şartlarındandır. Tiyatroda, dansta, resimde, müzikte… Sanatçının kimliği de, ele aldığı meseleler de, seçtiği dil de tutarlı olmalıdır. Ansiklopedilere girecek bir paragrafa dönüşmek için, ansiklopedi yazarlarının da işini kolaylaştırmanız beklenir.
“Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin”
Barış Bıçakçı, geçen ay son kitabını yayınladı. İletişim’den çıkan “Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin”, yazarın tutarlı ilerleyişini sürdüren kısa bir roman. 130 sayfalık bu yeni anlatıda Bıçakçı, yine bir Ankara melankolisi oluşturmuş bizim için. Daha önceki kitaplarında olduğu gibi, kendi eserini binbir sancı içinde oluşturmaya çalışan geçkin bir erkek karakter mevcut. Ve bu kez ona yardım etmek konusunda kararsız bir genç kadın yazar da görüyoruz. Fikir hiç fena değil, bir yaşantı ansiklopedisi yaratmak istiyor geçkin ve erkek olan. Diğeri de bazen makul bazen aşırı hassas birçok kaygı taşıyan, şehirli ve görece yalnız bir genç kadın.
Ayşe ve Halis, bir çeviri bürosuna uzaktan işler yapan iki ayrı kişiyken, bir öğle vakti karşılaşıyorlar. Merdivende sendeleyen Ayşe’yi yakalıyor Halis Bey, iyi olup olmadığını soruyor. Ayşe tabii başta temkinli, kimbilir kim bu herif. Ama işte, adamdan gelen “yeni açılmış kurşun kalem kokusu”nu duyunca rahatlıyor. Tansiyonunun düştüğünü söylüyor, Halis kibar adam. Çantasında ‘ihtiyaten’ taşıdığı bir kraker paketini uzatıyor. Kendisinin de sık sık düşermiş tansiyonu, ona da iyi gelirmiş. Öyle de oluyor. Oturdukları kahvehanede çeviri bürosunun şişman sahibinden bahsediyorlar. Sesinin boğuk olması Ayşe’ye göre şişmanlığından ama Halis Bey daha gerçekçi. Çeviriler için yeterli parayı vermediğinden ona kalırsa, mahcubiyetten yani. Ayşe gülüyor, bu düşünce biçimi hoşuna gidiyor. Çünkü “insanın örtülü yanlarını ortaya çıkaran bakış açıları” onun hep hoşuna gidiyor.
İşte böyle, birden tanışıveren bu ikili, ortak bir proje hazırlamaya karar veriyor. Halis Bey emekli ama zihni tembelleşmesin diye arada çeviri yapan, esasında dolu biri. Çok şey yaşamış, görmüş. Şimdi de bütün yaşantısını, sıradışı bir ansiklopediye sığdırmanın peşinde. Hayatta kimlerle tanışıp karşılaştıysa hepsine dair bir madde belirleyerek onları anlatmak istiyor. Kimisi için “anlam” maddesi var, kimisi için “kötülük. “Gene Hackman” da var maddelerde, “günlük” tutan biri de var, “soba” nostaljisini hatırlatan birileri de. İçli biri anlayacağınız, zaten Ayşe ilk kitabını yayınlatmış bir edebi kişilik. Bu karşılaşma da belki Halis Bey için iyi bir final olacak.
Hayata dair vurucu cümlelerle…
Hikayenin girişi ve gidişatı bu minvalde. Kullandığım dil size alaycı gelebilir ama inanın ki kitabın dili beni etkilediği için böyle yazıyorum. Barış Bıçakçı’ya dair örneğin, dünyaya yeni gelecek ders kitaplarında bir cümle geçecekse, ilk vurgu bu olmalı. Akıcı dili ve sıradan, gündelik ifadeleriyle… Böyle denmeli. İlk karşılaşmanın ve karakterlerin tanıtıldığı bu kısım kitapta üç sayfa dahi tutmuyor. Hem Halis’i hem Ayşe’yi tanır gibi oluyoruz. Araya sıkıştırılan bazı yoğun, hani neredeyse aforizma sayılacak cümleler de mevcut. Ki bu da Bıçakçı’nın bir başka alameti farikası. Ders kitapları için ikinci vurgu da hazır: Hayata dair vurucu cümlelerle…
Barış Bıçakçı, bu kitapta Ayşe’nin perspektifinden hiç çıkmıyor. Birlikte yaşadıkları Kerem zaman zaman kendi düşünceleriyle ortalığı karıştırsa yahut Halis’in ağzından ansiklopedi maddeleri okusak da hep Ayşe’deyiz. Birkaç maddelik Halis yaşantısı üzerine, Ayşe’nin gündelik kaygılarıyla ilerliyoruz kitap boyu. Nedense durup durup yaşlı adama kuruluyor Ayşe, bazen bu projeyi sorgulayarak kuruluyor, bazen Halis’in notlarına binaen yazdığı maddelerde geçen bir ayrıntıya kuruluyor. Karşısında onu güldürmek için komiklikler yapan Kerem’in neşesine cevap veremediği için kuruluyor, onları evine davet edip harikulade biçimde ağırladığı için kuruluyor. “Asıl öğreneceği şeyi değil de hep başka bir şeyi” öğrenip durması, “bilmesi gerekeni değil, başka bir şeyi bilmesi” tuhaf geliyor Ayşe’ye. Yaşlandığında bu tavrı belki şiirsel bulurmuş ama şimdi bulmuyormuş.
Aslında bu kısım, hikayenin çerçevesinden çıkıp daha büyük bir yere işaret eden iyi bir eleştiri. Bıçakçı, geçmişte de yaptığı gibi hem kendi yaklaşımını hem de onu belirgin bir yere koyup duran okurlarını ifşa ediyor belki. Ankara sokaklarında dolaşıp duran karakterlerinin ha bire geçmişe özlem duymasından, bireysel bunalımları süslü bir kaybediş destanına çevirmelerinden, sıradan bir fikri ince düşüncelerle büyük bir meseleye dönüştürme arzularından yakınıyor. Çünkü tam da bu kısımlarda, kitabın 60. Sayfasında Kerem’in ansiklopediye dair söyledikleri geliyor hemen. Başlarda küçümsemeyi dahi zul görüp, Ayşe’nin kendi yazarlığına ve öykülerine yoğunlaşması gerektiğini söyleyip projeyi görmezden gelen Kerem, bir sabah maddeleri okuyunca şunları söylüyor: “Siyasal olanı bir süslemeye, bir tür yüzeye dönüştüren, öyle görünen bir tavır var bu okuduklarımda.,” diyor. “Asıl olana ulaşmak istiyorsanız yüzeydeki tarihsel, toplumsal gerçekleri kazıyın diyor sanki. Saçma!” diye devam ediyor.. Yine de okuması keyifliymiş, insan kendini kaptırıp gidiveriyormuş.
Bıçakçı’nın edebi kişiliği bende hep belirsiz bir yerde kaldı. Seneler evvel Bizim Büyük Çaresizliğimiz’le herkesin tanımaya başladığı bu yazarı ben 2011’de, Sinek Isırıklarının Müellifi’yle yakalayabildim. Burada söylenenlerden hiçbir farkı yoktu. Epey akıcı, epey gündelik, epey hüzünlüydü. O zamanlar hakkında pek inceleme de olmadığından, okuduğum şeyin bir Oğuz Atay reenkarnesi olduğu düşüncesiyle yalnız başıma kaldığımı hatırlıyorum. Bir türlü yazar olamayan Cemil’in, Ankara’nın dahi dışına itilmiş o yaşantısında, Turgut Özben’in arayışlarını hatırlatan çok şey vardı. Tıpkı onun gibi her şeyden elini eteğini çekmiş yılgın bir zihin görmüş, tıpkı onun gibi memleket meselelerine kafa yormaya yeri kalmamış ama bunun nostaljisini de bırakmayan bir bezginlik bulmuştum. Neyse ki sonraları bu benzerlik epey konuşuldu.
Bıçakçı’nın edebiyatında, bu bir sorun mudur bilmem ama, şöyle bir sıkıntı mevcut: herkes her şeyin yeterince farkında olsa bile, hiç kimse yeterince cesur değil. Melankolinin, Ankara’daki gri havanın, çoğunluğu memuriyete bulaşmış bıkkın zihinlerin devrimci eylemler gerçekleştirmesini elbette beklemiyor kimse. Fakat Bıçakçı’nın karakterleri bir yandan, gerçekliğe yahut sosyolojiye de çok dertli. Müellif Cemil, toplu konut yönetimiyle sürtüştüğü gerilimleri geride bırakmak için bir Ankara gezisine çıktığında, illa ki üniversite yıllarını ve o dönemde yeterince solcu olabildiğini, yahut bunlara yaklaştığını hatırlıyor. Fakat bir Ankara yazarı olmasına rağmen Bıçakçı, Cemil’i tam da kitabın yazıldığı dönemdeki büyük Tekel Direnişlerine hiç uğratmıyor. Cemil daha çok, evde kendi ruhsal sökükleriyle uğraşıyor. Öfkeli olduğu devlet büyüklerine uygulamak istediği cezalar da var ama elbette bunlar öyle kaba saba şeyler değil. Her şeyin müsebbibi olan bu siyasetçilere Ses ve Öfke’yi, Körleşme’yi okuyarak işkence etmek türünden, incelikli şeyler daha çok.
Bıçakçı’nın karakterleri, öyle dümdüz bohem, dümdüz gerçeklikten kopuk değil. Zaman zaman dertleniyorlar, ne olacak bu dünyanın hali diye düşünüyorlar. Hatta yazma arzuları bile çekilip gidiyor arada bir. “Bir gün yazmaya inancı tamken, ertesi gün ülkede olup bitenleri düşünüyor, yazmak, üstelik dünyayla pek ilişkisi olmayan bir kahramanın romanını yazmak ona çok ahlaksızca” gelebiliyor mesela. Ama “sonra, asıl dünya böyle bir yer olduğu için yazmak, ahlaklı kalmanın bir yolu” diye düşünüyorlar.
Yüzeysel dertleriyle…
Bu son kitapta da kendi yaşantısını kovalayan Halis Bey’in ufak tefek dertlenmelerini görürüz. “Gerçek” adlı maddede örneğin, açlık yıkım ve sefaletin hüküm sürdüğü H. adlı bir şehir vardır. Yerle bir olmuş sokaklarda gezen bir gazeteciden bahseden maddede bu şehrin neresi olduğu açıkça söylenmez ama hissettirilir. “Cüceler, kamburlar, sakatlar ve evlerinden çıkmak için ruhlarına ya da sokaklara koyu karanlığın çökmesini bekleyenler”den bahsedilir. “Umut etmek, hayal kurmak, dünyanın başka yerlerinde olduğunun aksine burada insanın içini karartıyor” denilir. Okuyucu olarak, yine gerçeğe tamamen teğet geçtiğini düşündüğümüz bu süslü cümleler sonra aniden kesilir, gazeteci “Bu cümleler gerçeği yansıtmıyor” diye itiraf eder. Herhalde bu sefer olacak, gerçekliği gerçekten ele alacak Bıçakçı diye şöyle bir bakınırız ama onun karakterleri aforizmaları her şeyden çok sever. “Çünkü H. şehrinde karşıtlar birbirine dönüşüyor ve bırakın yazdığı cümleleri, insan kendini bile yeterince gerçek hissetmiyor.” diye devam ederler. Siz de oturduğunuz yerden, karşıtların birbirine dönüşmesi ne demek ve insan kendini nasıl gerçek hissetmez diye düşünür durursunuz. Sonra aklınıza yine ders kitapları gelir: Gerçeğe teğet geçen yüzeysel dertleriyle…
Bıçakçı epey sevilen bir yazar. Bunu hak etmediğini söyleyemeyiz. Özellikle Ankara gibi bir şehri, birçokları açısından edebi bir karaktere dönüştürmesi takdire şayan. Dilinin akıcılığı ve karakterlerini oldukça kısa, keskin cümlelerle yaratabilmesi de öyle. Hiç röportaj vermeyen, fotoğraf dahi çektirmeyen kişiliği sebebiyle bu onun pek umrunda değildir muhtemelen ama ben mesleki deformeli halimle bir okur olarak, kendisinin ileriki yıllarda öne çıkmasına dair, yine kendi karakteri Müellif Cemil’i düşünmeden edemiyorum. Yayınevindeki sehpanın üzerinde, aforizmalarla dolu onlarca dosyayı görünce aklından geçtiği gibi, bütün bu yığının arasında, kimbilir hangisi üste çıkacak?