Özkurmaca: Bir sığınak yahut başkaldırı
Kültür/Sanat Haberleri —
- Balzac’tan bu yana süregelen ve çok kez kural değiştiren gerçekçi edebiyat, yakın bir döneme kadar kadınlar söz konusu olduğunda bu kuralları yeniden katılaştırma eğilimine kapılıyordu. Fakat sanatta, resimde, sinemada geçilen bu virajlar, edebiyat alanındaki gardiyanlar tarafından sıkı sıkıya kontrol ediliyordu. Annie Ernaux ve temsil ettiği anlayışın 2022’de Nobel’e ulaşması işte bu yüzden oldukça anlamlıydı. Yuko Tsushima da bu anlayışın en kıymetli isimlerinden.
BİLGE AKSU
2022’de Annie Ernaux çoğumuza göre sürpriz biçimde Nobel’i kazandığında sevinenlerimizin bir kısmı, onunla simgeleşmeye başlayan yeni bir anlatı türünün ‘otoritelerce’ kabullenilişini kutluyordu. Malum, edebiyatın geçtiğimiz yüzyılda uğradığı duraklar ve döndüğü virajlar saymakla bitmez. Joyce’lardan ve Proust’lardan başlayan bu yol, Thomas Mann’le olgunlaşmış, Marquez’le büyülenmiş, Faulkner’la bilinci aşmış yahut Beat Kuşağıyla yerin altına inmişti. Belli bir çizgiyi geçtikten sonra kendini kanıtlayan ve klasikleşmeye başlayan bu tarzlar her zaman için, öncelikle tuhaf bulunmuştu. Yayıncılıkta bunun örneği saymakla bitmez ama en basitinden, Marquez’in o meşhur kitabını bastırmak için çektiği çileler, en bilinen efsanelerdendir.
Ernaux’nun edebi olarak başardığı şey belki ilk elden onunla başlamamıştı. Kimileri bu yöntemi Proust’a kadar götürürken kimileri çağlar öncesindeki bazı anlatıları dahi hesaba katıyor. Fakat Proust’un yazdıklarıyla Ernaux’nun temsil ettiği şey birbiriyle aynı değil bana göre. Yazarın kendi yaşamından izler taşıyan eserler üretmesi ne şaşırtıcı bir yenilik ne de burada bahsettiğimiz anlatı kalıbına uygun. Bu tarzı Türkçede başta Orhan Pamuk olmak üzere bir sürü kişide görüyoruz zaten. Ernaux’nun tarzına, artık aşina olduğumuz adıyla özkurmaca (oto-fiction) deniyor.
Özkurmacanın neleri ihtiva ettiği hala tartışılıyor olsa da kabaca, yazarın kendi kimliğini gizlemeden kurmacada yer alması ve olup bitenleri kendi süzgecinden açık açık anlatması diye tanımlayabiliriz. Otobiyografik romandan farkıysa, bu tarzın bir anı aktarımından öteye geçip kurmaca olduğunu zaman zaman belli edecek şekilde örülmesi. Bunun yolu kişiden kişiye değişiyor tabii. Örneğin Babamın Yeri’nde Ernaux kendi çocukluğundan yola çıkıp dönemin Fransa’sını ve İkinci Dünya Savaşı’nın geride bıraktığı yıkımı anlatırken, Eve Dönmenin Yolları’nın Zambra’sı, arka planda Şili Devrimi’nden sonrasını anlatmak için bir çocukluk aşkını merkeze alabiliyor. Okuyucu bu eserlerdeki karakterin yazarla aynı kişi olduğunu bilse de, yaratılan kurguyu zaman zaman ondan bağımsız okuma yoluna gidebiliyor. Türkçede yakın zamanda okuduğum bu tarza en uygun kitap sanıyorum Aslı Ilgın Kopuz’un geçen yıl çıkan Zaman Zaman Güneşli’siydi. Meraklısı için iyi bir örnek olarak buraya eklemiş olayım.
“Köpeklere ve Duvarlara Dair”
Can Yayınları’nın bu yıl Temmuzda ilk kez bastığı bir kitaptan geldim buraya. Japonyalı yazar Yuko Tsushima’nın “Köpeklere ve Duvarlara Dair” adlı kısa öykü seçkisi, özkurmaca denen türün neden daha çok kadın yazarlar tarafından tercih edildiğine istinaden de düşündürdü beni. Kendisinin yaklaşık 20 yıl önce Annie Ernaux’yla yaptığı söyleşi bununla ilgili epey ufuk açıcı. Ama öncelikle kitaptan biraz bahsedelim.
Tsushima, ünlü yazar Osamu Dazai’nin kızı. Bunu belirtmek aslında pek hoş değil. Birçok tanıtım yazısında Tsushima, Dazai’nin kızı olarak belirtilirken; babasının tanıtıldığı yazılarda yine ünlü bir yazar olmasına rağmen kızından hiç bahsedilmemesi, neden hoş olmadığına dair fikir de veriyor. Kadınların toplumsal ve kültürel alanlarda söz sahibi olmaları dahi, yakınlarının ününden kurtulmalarına imkan vermiyor. Fakat burada ele alacağımız öykülerde babasının kimliği önem taşıdığından, bu bilgiyi vermek zorundayız diyelim.
Yuko Tsushima, 1947 doğumlu. Yani babasının, evlilik dışı ilişki yaşadığı Tomie Yamazaki’yle bir nehre atlayıp intihar etmesinden bir yıl önce dünyaya gelmiş. Ailenin en küçük çocuğu. Babasının onları terk etmesinden sonra ablası ve zihinsel engelli abisiyle yaşamaya başlamışlar. Çoğu bariz sebeplerden, babasını pek iyi hatırlamıyor haliyle. Yazdıklarında buna az da olsa değinmiş.
Suya dair travmalar
Kitaptaki Sular Alemi adlı öykü, başlığında da referans verdiği üzere su imgesine dair. Girişte kendi oğluyla bir akvaryumcunun camında gördükleri kale biçimli objeyi alma çabalarını görüyoruz. İlerleyen her satırda, önce akvaryum ve balıklar üzerinden, sonra geçmişe dönerek aile travmalarından yola çıkarak suyun ona hissettirdiklerini anlatıyor. Annesi artık yaşlı ve arada bir torununu görmeye gelirken yanına şemsiyesini almadan çıkmıyor. Fakat her seferinde, getirdiği şemsiyeyi orada unutup evine dönüyor. Başlangıçta bunun son derece önemsiz bir ayrıntı olduğunu düşünsek de, ailenin suya dair travmalarıyla birlikte okuyunca, kimi zaman sudan korkmak kadar ona teslim olmanın da arzulanan bir şey olduğu sonucuna varıyoruz.
Anlatıcı, oğluyla akvaryumun karşısına geçip de her şeyin rutine yeniden kavuştuğunu gördüğünde, belki de senelerdir düşünmediği suya dair yeniden düşünmeye başlıyor. Eskiden okuduğu Ejderha Sarayı adlı bir öyküde, suyun altında zamanın daha yavaş aktığı bir dünyayı hatırlıyor. Sonra çocukluğu. Annesinden, toprağın altında su olduğunu öğrenmiş. Arada bir gittikleri babasının mezarındayken, mezar taşlarının yeraltındaki suyu orada tutan musluklar olduğunu düşünmüş. Çünkü babası suyun altındayken ölmüş.
Birinci kişiyle başlayan anlatım, bir süre sonra annenin perspektifine geçiyor. Japonya’nın 1930’lu yıllarındayız. Anne, kocasının Tokyo gibi büyük bir şehirde yaşamaya karar vermesinden memnun ama harcamaya kıydığı paradan mutsuz. Şehrin henüz suya ulaşamayan bir bölgesinden ev tutmuşlar. Adam ortalarda yok tabii. Hal böyle olunca yemeğiydi, çamaşırıydı, bulaşığıydı, tuvaletiydi derken kadının gün boyu ortak kullanılan çeşmeden eve su taşıdığını görüyoruz. Bu kısımlarda annenin çaresizlikten ve sıkıntıdan sürdürdüğü iç konuşmalarında Japon inancına ve kültürüne dair çok sayıda öğe mevcut. En çarpıcı kısımlardan biri, suyun ağırlığına dair akıl yürüttüğü ve su tanrısıyla restleştiği bölüm.
“Suyun ne kadar ağır olduğunu ilk kez o zaman anladım. Kuyudan eve her su taşıyışımda içim bir kötü oluyor, ‘Bu neden bu kadar ağır ki?’ diye düşünüyordum. Ağır. Çok ağır. Böyle taşınmaması gerekiyordu da ondan. Suyun kendi kendine akması gerekiyordu da ondan. Su tanrısı, ‘Ne işin var o suyla?’ diyerek suyu tekrar yerin içine çekmeye çalışıyordu da ondan.”
Evin nüfusu arttıkça suyun yükü de artıyor. Su tanrısı acımasız. Zaman zaman yarı yolda suyunu dökmesi yetmezmiş gibi, estirdiği fırtınalarla evin içini de suya boğuyor. Kadın zaman zaman buna direnmemeyi ve teslim olmayı düşünse de bu konuda kocası ondan rol çalıyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, Osamu Dazaki 1948’de sevgilisiyle birlikte nehre atlayıp intihar ediyor.
“Günün birinde kocam suya geri döndü. Ben su tanrısının ayartmalarına kendimi kaptırmış, tek başına tek bir işini bile yapmayı beceremeyen kocamdan gözüm bir anlığına ayırdığım sırada, benim yerime kocam suya kapılıp gitti. Doğru, o sıralar aklım kocamdan çok su tanrısındaydı. (...) Evimizin yakınlarında küçük bir dereydi. Yağmur yağıyordu. Küçük dere taşmıştı. Birkaç gün sonra kocamla bir kadının cesetleri su yüzüne çıktı. Fakat bunun benim için hiçbir anlamı yoktu. Su tanrısı boş kabukları geri atıyordu sadece. O berbat haldeki ceset benim kocam değildi.”
Hikayenin devamı, anlatıcının perspektifine geri dönerek annesiyle yaşadığı çocukluk travmalarına dair. Bu kısımlarda, kendi oğluyla yaşadıklarını da hesaba katarak annesinin ne denli zor bir görevi yerine getirmeye çalıştığını anlamaya çalışıyor. Fakat çocukken yaşadığımız bazı şeyler yüzleşmeye gidecek kadar su yüzünde değildir, biz hatırlasak bile muhataplarımız hatırlamaz. Bu da ister istemez yeni bir öfke dalgası yaratır. Anlatıcımız da bunu derinden hissederek, şemsiyesini unutup duran annesine dair yeni bir bakış açısı kazanmaya çabalıyor.
Edebiyat dünyasının erkekleri
Yuko Tsushima’nın bu ve diğer yazdıklarında, az çok aktarmaya çalıştığım biçimde bir özkurmaca mevcut. Yıllar önce Tokyo’ya giden Annie Ernaux’yla olan söyleşilerinde, bu benzerliğin üzerinde epey durulmuş. İki kadın yazar da, kendi tarzlarının çok uzun süreler boyunca aşağılandığını, alay edildiğini aktarıyor. Tsushima’nın kitaplarından birini eleştiren bir erkek yazar, onu çocuğu üzerinden prim yapmaya çalışmakla suçlamış örneğin. Bir başka yazıda, bebeğinin kakasını ya da sütünü daha ne kadar yazmaya devam edeceği sorgulanmış. Ernaux’nun da benzer deneyimleri olmuş. 1991’de bir başka erkek yazarın, hijyenik pedlere yahut yerleri temizlemeye dair yazmayı bırakmasını rica ettiğini belirtiyor.
Bu iki yazar da, edebiyat dünyasının erkeklere has sivri köşelerle sınırlandırılmak istendiğinin farkında elbette. Söyleşi boyunca bunları gülünç durumlar olarak aktarmışlar. Fakat bir yandan, özellikle kadınların ve belki de son yıllarda queer edebiyatının bu tarza eğilmesinin altında yatanları düşündürdükleri bir gerçek. İlk bakışta, seneler boyu sesi kısılmaya çalışılan bu kesimlerin, kurmacadan ziyade kendi yaşadıklarını anlatma arzuları öne çıkıyor gibi. Herhangi bir erkek yazarın, yalnızca yazarlık kariyeriyle ilgilenme lüksü bulunuyorken kadınların buna dair bir program oluşturması gerektiği Woolf’tan ya da Le Guin’den beri aklımıza kazınmış durumda. Yazma sürecinin orta yerinde ağlamaya başlayan bir çocuğun, soyut düşünceler dünyasında hiçbir karşılığı yok. Yahut ev işlerinden arta kalan zamanda gelen ilhamı kovalarken, eve gelip yemek isteyecek kocaların, felsefi arka planda bir şeye dönüşmesi çok zor. Bunlar da denenmemiş şeyler değil ama bu yeni edebi yaklaşım, hiçbir şeyi dışlamadan, her şeyi olduğu gibi anlatıya dahil ederek sıyrılıyor bu cendereden.
Edebiyatın gardiyanları
Burada bir gerçeklik ve onu ele alma tartışması da sürdürülmeli. Balzac’tan bu yana süregelen ve çok kez kural değiştiren yahut esneten gerçekçi edebiyat, yakın bir döneme kadar kadınlar söz konusu olduğunda bu kuralları yeniden katılaştırma eğilimine kapılıyordu. Karakterin en gündelik hallerini ama yalnızca estetik olanlarını yansıtmayı amaçlarken, söz gelimi bir tuvalet deneyimini anlatmak hoş görülmüyordu. Fakat sanatta, resimde, sinemada geçilen bu virajlar, edebiyat alanındaki gardiyanlar tarafından sıkı sıkıya kontrol ediliyor; dönemsel olarak öne çıkmış üç beş erkek yazar haricinde yeni bir denemenin yapılması hoş karşılanmıyordu. Annie Ernaux ve temsil ettiği anlayışın 2022’de Nobel’e ulaşması işte bu yüzden oldukça anlamlıydı. Can Yayınlarının bu yıl ilk kez bizlerle tanıştırdığı Yuko Tsushima da bu anlayışın en kıymetli isimlerinden. Neyse ki birkaç aya kalmadan yeni kitabıyla karşılaşacağımız bilgisini edindim. Şimdilik, sabırla bekliyoruz.
Meseleyi yerelleştirerek bitirirsek, bu yeni tarzın şimdiye kadar sesleri kısılmış kesimler açısından oldukça kullanışlı olduğunu ve Türkiye’de özellikle Kürt yazarlar tarafından daha çok tercih edilmesinin tarafımca dört gözle beklendiğini belirteyim. Size dayatılan gerçeklik gerçeğe uzaksa, kendi gündelik kimliğinizi öne çıkarmak bir reflekstir. Estetik denen şey de, kuralları sonradan yazılan bir kalıplar bütünüdür. Önce her koldan itiraz ederler, sonra tuhaf bir pişkinlikle ödüllendirirler.
Ernaux ve Tsushima’nın söyleşisi için: https://www.k24kitap.org/annie-ernaux-ve-yuko-tsushima-soylesiyor-bugunu-tutkuyla-yasamak-4703